Türkiye ve benzeri üçüncü dünya ülkelerinde, “yarı sömürge modeli” diye isimlendirebileceğimiz bir sistem uygulanır. Bu sisteme göre idarî kadro iddia edildiği gibi seçimler yahut atama yöntemiyle değil; sadece sömürgeci devletlerin içerideki uzantısı mesabesindeki sermaye gruplarının açık ya da zımnî tasdikiyle belirlenir. Son beş-altı yıldaki kısmî değişimler bir yana, Türkiye’nin durumu oligarşik bir idarenin hüküm sürdüğü bu yarı sömürge modelinin dışında değildir. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “3000 aile” olarak isimlendirdiği Batı uzantısı bu zümrenin benzerleri tüm üçüncü dünya ülkelerinde mevcuttur. Sayıları ve isimleri ne olursa olsun işlevleri de aynıdır.
1923’ten 1950’li yıllara kadar devam eden devletin kuruluş safhasında askerî bürokrasi memleketimize yerleştirilmiş ve İttihat ve Terakki’nin çeteci ruhiyatı “modern” dönemin ilk yıllarında “İstiklâl Mahkemeleri” ile meydan yerine çıkmıştır. “Devlet” adına önüne kattığı, katmayı uygun gördüğü kim varsa daracığında sallandırmıştır. Bir suç şebekesine şapka çıkarttıracak icraatlarıyla Cumhuriyetin ilk yılları kapkara bir manzaradan ibarettir. Bir devletin bizzat milletini hedef tahtasına oturttuğu ve önüne kattığını silindir gibi ezdiği yıllar… İsviçre’de efsane olarak bilinen Giyom Tell’in macerasındaki Vali Gessler’in bir direğe şapkasını astırması ve her geçenin bu şapkaya selam verme kanunu bizde gerçekten yaşanmış, değil selam vermek, ‘şapka kanunu’ yüzünden onlarca insan boğazlanmıştır…
1950’li yıllardan sonra askerî vesayetin göz önünden azıcık daha aşağıya çekilerek işin sivil ve siyasi bürokratlara, yani Amerikan tipi uşaklara havale edilmesinin sebebi, çete faaliyetlerini ‘devletin rutin dışı işleri olur’ zihniyetiyle beraber illegal-kanun dışına taşımalarından ötürüydü. Elbette bu durum sadece Türkiye’nin iç dinamikleriyle sınırlandırılamaz; o dönemlerde hâkim güçler tarafından devletlerin içinde gladyovâri örgütler kuruldu. Sadece Türkiye’de değil bütün üçüncü dünya ülkeleri ve birçok Avrupa ülkesinde benzer örgütler kurulmuştur. Bu durum dünyanın yeni ‘süper gücü’ Amerika’nın tesir sahasını artırmasından kaynaklanıyordu.
1950’li yıllar itibariyle Amerikan güdümüne giren Türkiye’de idare, sermaye gruplarının denetimi ve emperyalistlerin gözetiminde, bu yeni duruma uygun mandacı zihniyetli –dışarıya kedi, içeriye aslan- bürokratların eline geçmiş durumdaydı. Bu “uşak tipi”nin “Batı Adamı”na dönüşümü ve işleri idare edecek kıvama gelmeleri 1990’lı yıllara dek süreceğinden ‘darbeler dönemi’ diyebileceğimiz bir dönem başlar. Sermaye gruplarının teşekkül ettirdiği zümre, hemen hemen her on yılda bir halka “balans” ayarı çekmek suretiyle hâkimiyetini ve nüfuzunu korumayı başarmıştır. Devlet, toplumun ruh köklerine zıt bir mecrada yaşatılmaya çalışılmıştır. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980…
28 Şubat Sürecinde Neler Oldu?
Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Refah Partisi 1995 Genel Seçimlerinde birinci parti olmuştur. Buna rağmen seçimlerin ardından DYP-ANAP koalisyon hükümeti kurulmuştur. Refah Partisi’nin güven oylaması hakkında hukukî inceleme yapılması için Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuru haklı görülerek güven oylaması geçersiz sayılmış ve hükümet dağılmıştır. Bunun üzerine 1996 yılında TBMM’de birinci parti durumunda olan Refah Partisi ile ikinci parti olan DYP arasında 54. Hükümet (Refahyol hükümeti) kurulmuştur.
Bu hükümet döneminde, Müslüman ülkelerle ilişkiler geliştirilmeye çalışılmış ve Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik darboğazdan kurtarılması yolunda adımlar atılmıştır. Bu çerçevede atılan adımlarla Anadolu sermayesi gelişme kaydetmiştir. Bu da Batıcıları darbeye zorlayan önemli faktörlerden birisi olmuştur.
Hükümet üzerinde, Sincan’da tanklarla ordu ve yapılan haberler vasıtasıyla medya tarafından baskı oluşturulmuş, Refah Partisi’nin bu baskıyı kıracak cesareti kendinde bulamaması neticesinde de Erbakan’a iktidardan el çektirilmiştir. Akabinde ise işin iktisadî ve içtimaî veçhesine yönelik adımlar atılmıştır.
Bu adımları kısaca bir hatırlayacak olursak: Önemli şirketlerin ve bankaların yönetim kurullarına paşalar atanmış ve mütedeyyin şahısların elinde bulunan büyük şirketler hakkında karalama kampanyaları başlatılmıştır. Bankalar hortumlanıp, şirketler batırılmış ve Türkiye ekonomisi yeniden daralmaya başlamıştır. Binlerce Müslüman fişlenmiş ve “terör örgütü mensubu” yaftası vurularak cezaevlerine gönderilmiştir. Genelkurmay’da “yargı ve basın mensuplarına” (!) brifingler verilmiştir. Basın, tek elden çıktığı bariz bir şekilde belli haberler kanalıyla algı yönetimi işini üzerine almış; yargı bu düzmece haberlerin bulunduğu gazete kupürlerini delil göstererek binlerce Müslüman’ı tutuklamıştır. Kur’an kursları ve İmam Hatip’ler kapatılmış, başörtüsü zulmü ayyuka çıkmıştır. Üniversitelerde kurulan ikna odalarıyla Müslüman gençlerin zihinlerinde gedikler açılmıştır.
1970’li yıllarda, İslâm’ı içten ifsad etmek maksadıyla müesseseleşmeye başlayan Cemaatin, bürokrasiye yavaş yavaş yerleşmesi ve bitirilmek için her yolun denendiği Anadolu sermayesinin yerine, bugün kayyum atanan malum Fetullah Gülen’e bağlı şirketlerin kalkındırılması da bu döneme rast gelir.
28 Şubat döneminde bir makaleye sığması mümkün olmayan daha binlerce mağduriyet, hak ihlali, cinayet işlenmiştir. Darbeyle hedeflenenin İslâm’ı bu topraklardan söküp atmak olduğu aşikardı ama başaramadılar. Bunda en büyük tesir ise, 28 Şubat ile alakalı yargılamalarda ortaya çıkan askeri istihbarat yazışmalarından da anlaşılacağı üzere, halka daha çok baskı yapılırsa, o dönemde sayılarının 250-300 bin civarında olduğu tahmin edilen İbdacıların bir halk ihtilali gerçekleştirebileceğine yönelik korkuydu. Neticede İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu tutuklandı ama onun cezaevinde bile geri adım atmaması darbe mekaniğini çökertti; darbeciler birbirlerine düştüler ve birbirlerini karşılıklı tasfiye ettiler. Ancak 28 Şubat’ın asıl darbe kadrosuyla nihai hesaplaşma da yapılamadı.
28 Şubat’la Hesaplaşma
28 Şubat dediğimiz hadise sadece 90’lı yıllara matuf bir operasyon değildir; İslâm’ın bu topraklarda yeniden şahlanmasının önünü almak adına, Batı tarafından görevlendirilen Kemalist-laik zihniyetin devlete yönelik koruma ve topluma yönelik değiştirme harekâtıdır. Hamuru İslâm’la yoğrulmuş olan Anadolu insanı, ilk fırsatta bu harekâta reaksiyon göstermiş ve kendisini İslâm düşmanlarından kurtaracağı umuduyla Ak Parti’ye teveccüh gösterip iktidara taşımıştır.
Buna mukabil, Ak Parti’nin bugüne dek uzanan iktidarı döneminde, 28 Şubat’ın arka planında bulunan sermaye gruplarına ait şirketler daha çok semirip büyümüş ve rejimin yapısını koruması dolayısıyla Kemalist-laik zihniyeti haiz İslâm düşmanı şahısların devletteki nüfuzu devam etmiştir. Öte yandan 28 Şubat’ın getirmiş olduğu mağduriyetlerin bir kısmı da ne yazık ki hâlen sürüyor; cezaevlerinde hâlâ 600’e yakın Müslüman mahkum var.
Her ne kadar 2013 yılında 28 Şubat ile hesaplaşmak adına açılan dava Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye başlanmış olsa da, bu mahkemede darbenin azmettiricileri olan sermaye ve medya ayakları yargılanmamış ve sadece piyon olarak kullanılan subaylar sanık sandalyesine oturtulmuştur.
Gerek Ortadoğu coğrafyasının, gerekse de global çapta tüm dünyanın çalkantılı bir dönemden geçtiği bugünlerde, Türkiye, içten ve dıştan bir çok tehdide muhataptır. Dışta sömürgeciler, içte ise onların yerli uzantıları olan siyaset, medya ve sermaye odakları tarafından hâlen operasyonlar yapıldığı gözlenmektedir. Bu emperyalist cenderenin bir türlü kırılamamasının sebebi ise Batıcı zihniyetin aynadaki çarpık aksi olan Kemalist rejimden ve bu ülkede varlığı onun varlığına bağlı büyük sermaye sahiblerinden son 80 yıldır yaptıklarının hesabının sorulmamasıdır.
Devlet ile toplumun birbiriyle buluşacağı bir rejim tesis edilmeden de bu zihniyetin temizlenmesi mümkün değildir. Bu rejimin tesisi için ilk şart, 28 Şubat’ı gerçekleştiren zihniyeti tüm unsurlarıyla beraber tasfiye etmektir. Emperyalist ajanı bu zümrelerle gerçekçi bir şekilde hesaplaşılmadan insanımızın rahat bir nefes alacağını ummak büyük bir hatadır.
Baran Dergisi 477. Sayı