Dünya çapında cereyan eden hadiselere ve bu hadiseler içinde, üstünde ve çevresinde Türkiye’nin sergilediği yahut sergilemek zorunda kaldığı role bakarken ne kadar güzel şeyler görüyor ve bahsediyorsak, Türkiye’nin içine dönüp baktığımızda da bir o kadar kötü şeyler görüyoruz, hâlâ. Dışa doğru bir oluşun gerçekleşmesi şartının, içteki hakiki bir oluşa bağlı olduğunu da bildiğimizden yalnız dışarıya bakıp, içe kör kalmamız elbette ki söz konusu değil. Bu sebeble de içerideki iktidar, siyasî partiler, devlet müessesesine vücut veren bürokrasiyle şeklen çok fazla alâkadar olmuyorsak bile bunların mahiyeti, keyfiyeti elbette ki bizim için öncelikli meselelerden.
Devlet müessesesi ile alâkalı olarak kullanılan en yaygın tanımlardan biri, toplumun siyasî teşkilatlanmasıdır. Yâni toplum kendi içindeki nizâmı tesis etmek ve sürdürmek ile dışarısıyla olan münasebetleri milletin millî menfaatlerine göre işletmesi için devlet müessesini kurmuştur. Şimdi bu izahata göre hadiseye yanaşacak olursak, bir memleketin siyasî partileri, meclisi, iktidarı ve bürokrasisi, “nerede birlik” suâline, milletin refahı, bekâsı ve istikbâlinde birlik, cevabını veren unsurlardan müteşekkil olması gerekir. Devlet müessesinin siyasî ve bürokratik bu unsurlarının yanı sıra akademi, sanat, edebiyat, STK, basın, odalar, dernekler ve sermaye camiaları da bu birlik ölçüsüne yakınlaştıkları ölçüde millîleşir ve uzaklaştıkları nisbette gayr-ı millîleşirler.
Türkiye özelinden konuşacak olursak, “iyi, doğru ve güzel” ölçütlerinin yegâne kaynağı “Mutlak Fikir” terk edildiği ve onun yerine herkesin kendi “iyi, doğru ve güzel” ölçütünü uydurduğu yahut ithâl ettiği günden beri, yukarıda merkeze aldığımız “nerede birlik” suâlinin cevabı da birbirinden ayrışmış ve siyasî zenginlik olarak lanse edilmeye çalışılan bu ayrılık, bir müddet sonra milletin refah, bekâ ve istikbâlinden ziyade yalnız belli kesim ve zümrelerin menfaatini önceleyip, milleti ise onların kendilerine ait bu çıkarlarının hizmetçisi olarak görmeleri ile neticelenmiştir.
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun 2001 senesinde DGM’de yapmış olduğu savunması ve 2014 senesinde beraat ettikten sonra düzenlediği Adalet Mutlak’a başlıklı konferansta altını çizdiği üzere, insanı aşkın mutlak ölçütlere göre belirlenen milletin menfaati yerine yalnız belli zümrelerin çıkarının öne alındığı yerde devlet müessesesi varlık sebebini kaybeder ve yerini çete düzenine bırakır.
Bu bahsettiğimiz husus Türkiye’ye özel bir mesele de değil. Demokrasi ve liberalizmle beraber fert hürriyetini dehleyen, buna karşılık cemiyeti fert hürriyeti karşısında mahkûm eden ile cemiyet hürriyeti kisvesi adı altında bu sefer tersinden tek tek her ferdi ile beraber bütün bir cemiyeti belli çıkar odaklarına hizmetkâr kılan bütün düzenlerin, yâni çağın başlıca meselesi. Amerika, Avrupa, Rusya, Çin ve diğer ülkeler de bugün tecellileri farklı farklı olsa da hep aynı bu dertten muztarib.
İktidara gelmek ve iktidarın nimetlerinden şahsî ikballeri için istifâde etmek üzere içeride ve dışarıda her türlü güç odağının emrine girmeye dünden hazır siyasîler, koltuğunun muhafazası ile koltukçusunun emrinden başka bir şey gözetmeyen bürokratlar, devletten ne koparırımdan başka bir derdi olmayan STK, vakıf ve dernekler, mevcut düzen kendilerinin de nemalanmasına uygun olduğu için statükoculuk yapan akademisyenler, popülizme kurban edilmiş edebiyat ve sanat ile tarafların birbirine çektiği operasyonların başlıca vasıtasına dönüşmüş basın ve tabiî tüm bunları kendisinin çıkarına en uygun olacak şekilde finanse eden, kriz üreten ve kriz çözen rolüyle urlaşmış sermaye.
E hani devlet milletin en büyük teşkilâtıydı, millet bu tablonun neresinde?
Anadolu’da bu anlayış hâkim olduğu günden beri yaşananlar ortada; koskoca cihan imparatorluğu yıkıldı, hilâfet kaldırıldı, Anadolu’ya kıstırılmamız zafer şeklinde lanse edildi, İstiklâl Mahkemeleri’nde milletin ruh kökleri baltalandı, düzene ayak uyduramayan siyasîler idam edildi, memleketin gençleri kof ideolojiler çerçevesinde birbirine kırdırıldı, Kürtlere karşı uygulanan politikalar ile terör doğurtuldu, 28 Şubat’ta hâlen kurutulamadığı görülen ruh köklerine karşı DGM’ler şahsında İstiklâl Mahkemeleri bir kez daha diriltildi, o da olmadı bu sefer takkeli kâfir imâl edildi ve son olarak yaşanan 15/25 Aralık ile 15 Temmuz hep bu aynı anlayışın, zihniyetin İslâm’a olan düşmanlığının eseri olarak sergilendi. Tüm bunlara sebeb olan zihniyetin ve bu zihniyetin vücut bulduğu kimselerin neresi yerli, neresi millî olabilir?
Şimdi burada soru şu, 15 Temmuz ile beraber Cumhurbaşkanlığı Sistemine geçilmesi gibi hamlelerden sonra, Türkiye’de bu anlayıştan kendisini kurtardı mı, yoksa bahsettiğimiz zihniyet kendisini geriye çekip, yeni vaziyete göre pozisyon alıp, bir sonraki hamlesi için hazırlıklara mı başladı?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne geçilmesi çalışmaları yapılırken kullandığı en önemli argüman, bürokrasi çalışmıyor ve bunun bedelini seçilen ödüyor, böyle sistem olmaz ifâdesiydi. Bakanlık bürokrasisi için bu ifâde doğrudur, peki ya bilhassa yargı bürokrasisi? Türkiye’de bugün verilen siyasî yahut adlî yargı kararlarından, bu kararları veren hâkimler mi sorumlu tutuluyor yoksa Cumhurbaşkanı Erdoğan mı? Siz herhangi bir mahkeme kararı ile alâkalı olarak hâkimin yuhalandığını duydunuz mu hiç?
Yargıdan özellikle bahsediyoruz, çünkü Erdoğan Cumhurbaşkanlığı Sistemi ile beraber yaşanan hukukî sorunları ortadan kaldırabilmek için ara müesseseler teşkil etmek yoluna gitmişse de, 15 Temmuz’dan sonra FETÖ’cülerin de ayıklanmasıyla beraber bir kez daha Kemalistlerin krallığına dönüşen yargı müessesesi, İstiklâl Mahkemeleri’nden beri gelen çizgiyi sürdürmek noktasındaki kararlılığını son zamanlarda verdikleri kararlarla beraber iyiden iyiye tescillemiş bulunmaktadır.
Burada tabiî bütün yerel ve yüksek mahkemelerin savcı ve hâkimleri aynı ideolojinin mensubudur demiyoruz; fakat mevcut düzen dolayısıyla insanlar içine girdikleri mekanizmanın bir parçası olmak ve bu suretle kendileri ile kendilerinin buraya girmesine vesile olanların çıkarlarından başka bir mesele ile alâkadar olmayarak son kertede benzeşmek durumunda kaldıklarını söylüyoruz. Birbirine benzeştikten sonra da zihniyeti öyle olsa ne, olmasa ne?
O kadar saçma sapan bir düzen ki, yargı belli bir kesimin eline geçiyor ve o ândan itibaren bu kesimin çıkarına göre verdiği kararlar hakkında konuşmak, yargının bağımsızlığına müdahale kapsamında değerlendirilerek, yaygara kopartılmak suretiyle geri kalan herkesin sesi kesiliyor. İktidardan bağımsız ama belli başlı köhnemiş zihniyetlere, odaklara, kliklere, sermayeye bilmem neye bağımlı karar veren yargı da “bağımsız yargı” oluyor, yersen. Hele ki bu mahkemelerden çıkan karar Müslümanların aleyhineyse, en bağımsız mahkeme, ölçüt bu.
Meselâ Sivas Olayları ile alâkalı olarak 1993’ten beri cezaevinde yatan; fakat o gün orada olmadığı kesinleşmiş kişiler var ama yargı bu sorunu çözmüyor, çünkü “bağımsız”.
Sivas Olaylarına misilleme olarak gerçekleştirilen Başbağlar Katliamı’nın fâillerini herkes biliyor olmasına rağmen o günden bugüne açılmış ve takib edilmiş adam gibi bir soruşturma bile yok, çünkü yargı “bağımsız”.
Eski CHP Milletvekili Dursun Çiçek, görüştüğü hâkim ve savcıların kendisine, siz iktidarı indirin biz yargılamasını iyi biliriz dediğini aktardığında yargı bağımsızlığı ile alâkalı bir konu yok meselâ.
Cezaevinde tutuklu bir avuç Müslümana, askerin tavandan delik deldikten sonra otomatik tüfeklerle ateş açmasıyla beraber başlayan operasyonun yargıya intikâl ediş şekli “isyan”, çünkü yargı “bağımsız”. Aynı bağımsız yargının, geçtiğimiz hafta bu dava ile alâkalı zaman aşımına rağmen içtihat yaparak verdiği onama kararını da unutmayalım.
Şimdi biz böyle yazınca yargının bağımsızlığını tehdit etmiş oluyoruz; fakat yargı onunla aynı zihniyette olmadığımız için yarın bizi tutuklayıp hakkımızda keyfince hüküm uydurduğunda, bağımsız oluyor.
Bilhassa CHP’lilerin kendi işlerine gelmeyen kararlarla alâkalı “yargı bağımsızlığı” diye yaptıkları çıkışların en büyük destekçisinin Ak Parti’li vekiller olması da ayrıca ilgi çekici. CHP’li yahut diğer muhalifler “yargı bağımsızlığı” demesinler diye neredeyse hâkim cübbesi giyip onların keyfine uygun kararlar çıkartmak için uğraşacak Ak Parti’liler var.
Tekrar başa dönecek olursak, insanı aşkın “Mutlak Fikir” ölçülerinden ayrılıp da siyasî zenginlik adı altında her kesimin kendi menfaatini toplumun geri kalanına “iyi, doğru ve güzel” diye dayattığı düzenlerde hiçbir meselenin esas bakımından çözüme kavuşturulması mümkün değildir. Zihniyet değişmediği sürece şekillerde meydana gelen değişimlerin meselelere kalıcı çözümler getirmekten yana aciz kaldığının en yakın misâli herhalde geçilen Cumhurbaşkanlığı Sistemi olsa gerektir.
Biz Cumhurbaşkanlığı Sistemine karşı olmadığımız gibi destekledik ve destekliyoruz da; fakat bu değişim sürecinin zihniyet planında da bir değişime vesile teşkil etmesi şartıyla elbet. Yoksa birileri aynı haltı yedikten sonra hangi şekilde yediğinin bir önemi var mı?
“Mutlak Fikir” ölçüleri merkeze alınıp, İslâm’a Muhatab bir fikir sistemine bağlı olarak hareket etmek üzere siyaset, bürokrasi, akademi, edebiyat, sanat, sermaye ve diğer toplum teşkilâtları da insanı aşkın bu mutlak ölçülere uygun olarak hareket etmeye zorlanmadığı sürece, Türkiye daha çok 28 Şubat’lar, 17/25 Aralık’lar ve 15 Temmuz’lar yaşamaya mahkûmdur.
Tabiî bundan sonra yaşanması muhtemel 28 Şubat yahut 15 Temmuzlar ancak “Mutlak Fikir”in hâkimiyetinin yoluna taş döşemeye yarar, o ayrı mesele; fakat güzellikle olması varken, ne gerek var değil mi?
Bizden söylemesi!
Baran Dergisi 703.Sayı