İslâm’daki vakıf kurumu, devleti “tanrılaştıran”, onu “her şeye kadir/kadir-i mutlak” kabul eden modern devlet zihniyetine karşın, ferdi, devleti de içine alan cemiyetin fonksiyonel bir unsuru kılan, cemiyetin ihtiyaçlarını ferdlerle karşılayan, onları cemiyetin aktif bir parçası gören bir anlayışla şekillendirilip geliştirilmiştir; tarihî seyri bu mecrada yürümüştür. Bugünün devletleri, kendilerini “Kaf Dağı”nın zirvesinde gören, kalbleri mutlak otorite arzusuyla dolu ve işin hakikatinde “layüsel/sorgulanamaz” olan idarecilerin güdümüne girmiş durumdadır. Bu durum sadece 2. ve 3. Dünya ülkeleri biçiminde tasnif edilen devletlere has değildir; modern “mutlak” devletin babası Batılılarda da vaziyet bu minvaldedir. Onlardaki fark, facialarına bugün şahid olduğumuz modern devlet mekanizmalarını oluşturma sürecini 17. Asrın sonu ve 18. Asrın ilk çeyreğinde başlatıp 19. Asırda kemale erdirdikleri için işin kültürüne sahib bulunmalarıdır. Diğerleri gibi “sonradan görme” olmayıp işin mahiyetini gizlemeyi becerebilmeleridir. Yoksa onlar, diğerlerinden çok daha acımasızdırlar. Tarihin hangi döneminde dünyayı ve kendi halklarını kontrol atında tutmak için her yıl devlet gelirlerinin neredeyse üçte biri istihbarat ve “güvenliğe” ayrılmıştır? Tarihte hangi ülke savaştığı bir devletin iki şehrini gelmiş geçmiş en korkunç silahla en ufak bir ayrım yapmadan haritadan silme vahşiliğini gösterebilmiştir? Onlar rollerini çok iyi bilir ve uygularlar; dünyanın diğer devletlerinden farkları bu…
Günümüz demokratik devletlerinde, demokrasiye yönelik yaptıkları yeni tanımlamalar icabı, olmazsa olmaz telakki edilen ferdlerin sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla içtimaî hayata ve dolayısıyla idareye müdahalesi, İslâm medeniyetinde en başından itibaren mevcuttu ve bunun en başat örneği vakıf kurumuydu. Batılıların demokrasi ve idareye halkın serbestçe katılımı iddialarının ne kadar ikiyüzlü olduğunu şuradan anlıyoruz ki, Müslüman ülkelerde ferdlere içtimai sahaya müsbet katkı imkânı sağlayan ve devletin tesirinden tamamen masun bulunan vakıf gibi bir kurumun lağvedilmesi için ellerinden ne gelirse yapmışlardır. Amellerinden Allah katında sevap kazanmayı bekleyen bir vakıf kurucusunun veya bir vakfın mütevellisinin, kendilerine emanet gördükleri müessesenin bir kuruşunu bile suiistimal etmeleri veya birilerine peşkeş çekmeleri düşünülebilir mi? Bu yüzden aslî haliyle vakıf kurumu, İslâm toprakları üzerinde hesapları olanların menfaatleri istikametinde manipüle edebilecekleri bir bünyeye sahib görünmemekteydi ve elbette ilk tasfiye edilmesi gerekenler arasındaydı. Bir parantez olarak açtığımız bu bahse yazı dizimizin son bölümlerinde daha fazla eğileceğimizi söyleyip, mevzumuza geri dönelim.
Elmalılı, mevkufun aleyh meselesinde, çok mühim bir yer işgal eden tansîs-i hacet başlığını şu şekilde açıklamaktadır. “Binaenaleyh tansîs-i hacet tabiri, isimlendirilmesinde hacet mevcut olduğu bilinen bir vasfı sınırlayıp belirleme manasında telakki olunmalıdır. Bu şartın asıl sebebi, gayri mahsur (kapsam içine alınmamış) zengin kişinin vakıftan ebediyen intifaını men etmeye matuf olduğundan, mevkufun aleyhin muhtaç olması şarttır manasına raci olacağı açıktır. Ama müebbed mevkufun aleyhin ihtiyacı bulunmak başka, o ihtiyaca lafzen tembih ve işaret edilmek yine başka olduğundan bu meseleye tansîs-i hacet (ihtiyacın illetinin incelenmesi ve muhtacın ve onun gelir üzerinde hakkının tesbiti) denilmiştir.” Hülasa, vakıflarda farklı vasıflarla da anılsa, aslolan ihtiyaç sahibinin faydalandırılmasıdır. Aksi bir durumun olabilmesi için, yani ihtiyacı olmayan birisine vakıf akarından gelir tevdi edilebilmesi için, isminin alenen zikredilmesi lazım gelmektedir.
Tansîs-i hacet bahsinde, bilhassa Osmanlı devrinde ehemmiyet kazanan bir kesim daha vardır ki mustakilen ele alınmayı hak etmektedirler. Bunları kısaca dinî hizmetlerde bulunanlar kategorisi altında toplayabiliriz. Fetavayı Hindiye’de “falan mescidin imamına, müezzinine bir şey vakf edilirse caiz olmaz; ancak şu şu mescidlerin fakir olan imamına, müezzinine denirse olur” şeklinde bir ifade mevcuttur. Çünkü imam ve müezzin vasıfları, ne lafzen ne de kullanılış itibariyle hacete delil değildir. Bununla birlikte şu anki örfümüzde “filan caminin imamet cihetine, filan mescidin müezzinliğine, hitabet cihetine, falan medrese müderrisliğine, vb.” lafızlarla kurulmuş pek çok vakıf bulunmaktadır ve bu vakıflar herkes tarafından sahih kabul edilmektedir. Hâlbuki yukarıdaki lerde de gördüğümüz üzere, ihtiyaç sahibi olmayan kişi ancak ismen zikredilirse (o da hibe ve vasiyet hükmü gibi kabul edilerek) vakıftan faydalanabilmektedir. Bir vakfın aslî mevkufun aleyhinin ihtiyaç sahibleri olduğu muhtelif şekillerde isbat olunduğu halde “imam, müezzin, hatib, müderris, vb.” meslek erbabı sayılabilecek kişilerin vakıf cihetine sokulmaları ilk anda tenakuz gibi gözükmektedir. Ancak konuya tansîs-i hacet meselesinde baktığımız minvalde biraz derinlemesine eğildiğimizde farklı durumlarla karşılaşmaktayız. Elmalılı, bunları etraflıca anlatmaktadır. Biz biraz özetleyerek aktaralım.
İslâm’ın ilk yayıldığı devirlerde, dinî hizmetleri görenler diye ayrı bir meslek grubu bulunmamaktaydı. Bunlar gönüllülük esasına göre yapılan işlerdi. Bir kısmı, o da merkezî yerlerde bulunanları, beytülmalden cüz’i bir ödenek alırlardı. Çok muhtaç olanlarına sadaka ve zekât verilirdi; ancak bu tür gelirlerin sürekli maişeti sağlamayacağı da bir hakikattir. Fakirlik umumî sıfatları olmadığından, vasfen bu kişilere yönelik bir vakfa da cevaz verilmemekteydi. Müderrislerin durumları da bunlar gibiydi. Zaman ilerledikçe bu hizmetleri görenlerin artık “meslek erbabı” gibi kabul edildiklerini ve bütün cehdlerini ilme teksif etmelerinden dolayı bunda da başı müderrislerin çektiğini görmekteyiz. Din hizmetlerinin ve müderrisliğin bir meslek haline gelmesinin beraberinde bu kişilere geçimlerini temin için ödeme yapılması zorunluluğunu getirdiği, zira böyle gelirleri olmadığında bu kişilerin fakirlik çekecekleri açıktı. Burada bir ikilem mevcuttur. Eğer düzenli gelirleri olmazsa, bu insanlar üzerlerine aldıkları hizmeti vermekte zorlanacaklardır; diğer taraftan böyle bir gelire sahib bulunduklarında da ihtiyaç sahibi/fakir tasnifinin dışına düşecekler ve vakfın umumî vasıfla ciheti olamayacaklardır. Ayrıca maişetlerini sürekli sadaka ve zekâtla temin de, bir yerde Müslümanların izzetini temsil eden bu insanlar açısından doğru değildir. Hatta bu kişiler “Şeâir-i İslâm/İslâm’ın sembolleri” arasında görülürler. Başka işler yapmaları mümkündür, ancak bu da hepsi için ve her yerde geçerli değildir. İşin doğrusu, bu hizmetleri verenlerin sayısı arttıkça, zenginlerden zekât veya sadaka ve bu tip masrafları karşılamak aslî vazifeleri arasında olan hazineden yeterli ödenek de gelemez olmuştur. Öyle bir noktaya gelinebilir ki, imkânsızlıktan cami ve mescidlerde imam, hatib ve müezzin, okullarda müderris sıkıntısı ortaya çıkabilir. Netice olarak, bu hizmetlilere düzenli ve kendilerini başka bir şeye muhtaç etmeyecek bir gelir temininde vakıf tesisi en makul çözüm biçiminde tezahür etmektedir. Örf de bu şekilde oluşmuş ve neredeyse tüm cami, mescid ve medrese hizmetini görenlerin maişetleri, zengin ya da fakir olduğuna bakılmaksızın vakıflar tarafından karşılanır olmuştur. Elbette, yine fakir olanları önceliklidir; ancak vakıf beyanında “ayırım yapılmaksızın” ibaresi varsa zengin-fakir farkı gözetilmez. Elmalılı, bu tür vakıfların kuruluşunda bu izahı birinci ihtimal görmektedir.
Elmalılı’ya göre bu tip vakıflara cevaz verilmesinin muhtemel ikinci sebebi ise, mezkûr hizmetleri gören kişilerin mücerret olarak düşünülmesidir. Nasıl mescid ve cami gibi yapılar fıkhen mücerred telakki ediliyorsa, bu cihetler de aynı şekilde mücerreddirler. Yani bir vakıfta doğrudan bir caminin imamına ismen bir gelir tahsis etmekle, o caminin imamlığını yapacak kişilere gelir tahsis etmek arasında fark vardır. Eğer isme tahsis olursa, hususî cihet sınıfına girer ve caizdir. Ancak, imam ve müezzin vasıfları o memlekette örfen hacet ifade etmiyorsa, mücerreden imamlık-müezzinlik vb. cihetlere yapılacak vakıflar sahih değillerdir. Diğer taraftan, bir cami veya mescidde, imam, müezzin veya başka herhangi bir görevliye bir vakıf kanalıyla doğrudan tahsiste bulunmak, hacet içinde değillerse, caiz değilken, o camii veya mescidi mevkufun aleyh yapıp idamesi için mezkûr kişilere dolaylı tahsis yapılması caizdir. Burada onların zengin ya da fakir olmalarının ehemmiyeti yoktur. Elmalılı, Osmanlı vakıfları içinde ciddi bir yekûn tutan bu tür vakıfların sıhhatine, bu ikinci sebebe binaen cevaz verildiği görüşündedir; yani dolaylı tahsis yoluyla…
(Buraya bir not düşmek ve yukarıdaki açıklamaların aklımıza getirdiği bir hususu paylaşmak istiyoruz: İlletleri açıklama cihetinden bakınca, İslâm hukukuna niçin “fıkıh/anlayış” dendiği daha iyi görülmektedir. Fıkıh, ferdî ve içtimaî her meseleyi bütün veçhelerinden ele almadan körü körüne ve bağlamından kopararak uygulamamak demektir. Bu da ancak anlayış sahibi insanlarca yapılabilir ve bunların müçtehid olanları “mihrak şahsiyetler”dir.)
Hayır kurumları gibi doğrudan insanlara ait olmayan mevkufun aleyhlerde “tansîs-i hacet” neye istinaden yapılır? Ayrıca geliri çok olanların da vakfiyetine cevaz verilebilir mi? Bu sorular, Osmanlı devrinde bilhassa ahalinin ileri gelenlerinin kurdukları vakıfları alakadar ettiklerinden ve sayıca çok olduklarından önemlidir.
Normal koşullarda hayır kurumlarına yönelik vakıflar, vasfen değil de ismen anıldıkları için, hususî kategorisinde değerlendirildiklerinden tansîs-i hacet incelemesine tâbi değildirler. Ancak diğer taraftan yine bu tür vakıflar müebbed ve umumî vakfedilmiş mülklerin hükümlerine de tâbidirler ve bu cihetle ismen zikredilen şeyin ihtiyacını araştırmak da gerekmektedir. Yani bir mescid veya medrese, sadece bu isimleri taşımakla vakıf gelirlerinden yararlanma hakkını doğrudan kazanamazlar. Aynı zamanda yapı ve onu tamamlayıcı unsurların oluşturduğu kurumun ihtiyaç durumuna da bakmak icâb eder. Eğer hacet varsa vakıf sahih, yoksa gayrisahih olur. Fakat bu gibi kurumların tabiatları gereği kendi gelirlerini teminden mahrum bulundukları göz önüne alındığında, umumîyetle bunlara matuf vakıfların sahih olduğu kanaati hâkim olmuştur. Tatbikat da o yöndedir. Burada yukarıda sorduğumuz “gelirleri ihtiyacından fazla bu tarz mevkufun aleyhlerin durumları ne olacaktır?” sorusu devreye girmektedir. Genelde bunlara yönelik gelir tahsisinde bir sınırlama konulmadığı göze çarpmaktadır. O yüzden bunların ihtiyaç durumlarının başka bir açıdan ele alındığı anlaşılmaktadır.
İhtiyacın tesbiti bahsine gelecek sayı devam edeceğiz. 

Baran Dergisi 476. Sayı