Belirli bir döneme istinad ederek söylersek, İttihat ve Terakki çetesinin Sultan İkinci Abdülhamid Hân Hazretlerini hal’inden bu güne kadar geçen süre zarfında memleketimizin politik ve içtimaî hayatı –istisnaları bir yana- bir kirli ummandan ibarettir. Meselelere “böyle gelmiş böyle gider” mantığıyla bakmadığınız an sistemleşmiş bu kirlenmişliği hemen fark edebilirsiniz. Memleketimizde yapılan ve yapanların yanlarına kâr kalan “hukuk dışı” birçok hâdise var. Bu hâdiseleri sıralamaya kalktığınızda öyle uzunca bir listeyi oluşturuyor ki “haddini aşan zıddına inkılâb eder” hesabı sanki hiç yaşanmamış gibi görünüyor, öyle zannediliyor ve maalesef zamanla bu durum kabul görüyor. “Kabul görmek!”... Belki de esrarlı kelime budur; “kanunların ruhu” kanunsuzluk olduktan ve günümüzdeki moda tabiriyle toplum vicdanı “maişet derdi”nin canavarları andıran ağzına tıkıldıktan sonra “kabul” edilemez ne var ki?
Batı’dan ithal “demokratik” bir sistem içinde yaşadığımızdan ötürü (Monteskiyö)’den bir misal verelim: (Monteskiyö) “yönetim biçiminin bozulmasının ilkesinin bozulmasıyla” başladığını söylemişti. Bizde ise yönetim biçiminin bizzat kendisi ilkelerinin bozuk olmasıyla beraber kanun yapmaya başlamıştır! Böylelikle de, “yönetim biçimi”nin sonradan bozularak ilkelerinin de bozulması gibi bir duruma da gerek kalmadı. Yine (Monteskiyö)nün bir tabiriyle açıklarsak, 1923’ten sonra bizdeki yönetim biçimi “doğal olarak bozuk”tu… Hâl böyle olunca da, Osmanlı’nın çöküş devrinin en sonunda İttihat ve Terakki zümresinin çetecilikle başlayan serüveni 1923’te önce hükümetleşmiş, sonrasındaki yıllarda ise devletmiş olarak memleketimizde bir ‘işleri yürütme’ tarzı ortaya çıkarttı. Bu tarzın ne olduğu çeşitli ifade şekilleriyle anlatılsa da, herkesin bildiği gibi bunun adı “çete faaliyetleri”dir ve gerçek hukukun olmadığı her yerde işler bu faaliyetler etrafında yürür. Ve yürüdü de…
İki hafta önce Sabah Gazetesi’nden Mahmut Övür “Derin Komutan Ve Derin Yaralar” bir başlıklı yazı yazdı. “Türkiye’nin karanlık tarihi içindeki ‘derin’ yeri tartışılmaz” Sabri Yirmibeşoğlu ve Özel Harp Dairesi’ni mevzu eden Övür, “Toplumun zihninde ve vicdanında derin yaralar açan olaylar” ve kişilerin hiçbir soruşturmaya tâbi tutulmadan senelerce serbestçe dolaşmasını eleştirerek “Orgeneral Yirmibeşoğlu, Kıbrıs meselesinden, 70’li yıllardaki sağ sol çatışması ve onun sonucu olan 12 Eylül darbesine kadar geçen çok önemli ve kritik bir tarih aralığında etkin olan bir isimdi. O süreçlerde bu ülke onlarca karanlık olay yaşadı. Ecevit’e Çiğli’de düzenlenen suikasttan, Çorum, Kahramanmaraş olaylarına, Özal Suikastı’ndan, Güneydoğu’da 90’larda gerçekleşen faili meçhul cinayetlere ne yazık ki hiçbiri aydınlatılmadı” dedi… Bunların yanına hatırlara hemen gelebilecek Susurluk ve o döneme ait yapılan yüzlerce yolsuzluğu; 28 Şubat’ta ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin birçok döneminde gazete manşetleriyle insan avı başlatanları, cezaevlerinde katliam yapan Adalet Bakanları’nı da katalım. Bunlar ve bunlara benzer binlerce hâdise…
Bizimkisi gibi memleketlerde hukuk, kanûnî bir kisve altında çete faaliyetine giriştiğinde ve adına ‘kamuoyu’ denilen elle tutulmaz, gözle görülmez baskı aracı medya (manipülasyon)larıyla bize neyin “iyi, doğru ve güzel” olduğunu vazetmeye başladığında, herhangi bir kasabadaki terziden meclis binasının çimentodan örülü direklerine kadar herkes ve her şey kendisine sunulanın ‘mutlak’ doğrulundan asla şüphelenmez ve buna nisbeten hareket eder; çünkü, bizim gibi ne doğulu ne batılı olabilmiş ve haddi zatında ikisi arasında da bir şey de olamamış kültür zemininin kayganlığı, insanların herhangi bir meselede kendisine bir istinad noktası olarak hukuku-hakikati değil, içinde bulunulan toplumun düşünme alışkanlıklarını öne çıkartır. Böyle olunca da, aklıselimin, vicdanın yerini gazete manşetleri, hukukun yerini ise bürokratik vesayetin o günkü patronları ellerine alırlar.
Şunu açıkça ifade etmekte bir mahzur yok: Bizdeki ‘bürokratik yapı’ mevcut kötülüğü işletmeye yarayan ve bu kötülüğün devamlılığını sağlamak için hareket eden bir çivili sopadan ibarettir ki, karşısına ilk çıkanın kafasına sorgusuz-sualsiz inmekten çekinmez.
Hükümetlerin devrilmesinden bankaların boşaltılmasına, memleket arazilerinin talan edilmesinden fail-i meçhul cinayetlere kadar uzanan on binlerce hukuksuzluk, adına ‘bürokrasi’ diyebileceğimiz fakat ‘faili şudur’ diyemeyeceğimiz bir ince tezgâh şeklinde senelerce sürüp gitmiş ve hâlen de sürmektedir. Biçimi ‘demokratik’ ama yönetim şekli ‘ortaya karışık’…
Baran Dergisi yazarlarından Ömer Emre Akcebe’nin şu tesbiti bu durumu şöyle açıklıyor: “Devleti işleten bürokrasi kadroları senelerce bu zihniyetin ülkedeki varlığını idame ettirecek şekilde istihdam edildi. Seçme hakkı olsa da seçilme hakkı olmayan milletin içinden birilerinin ezkaza iktidara gelmesi hâlinde bürokrasi marifetiyle haddinin bildirilmesi mümkün olabilirdi.”*
Eh bu durumda, sizin memleketinizde hukuksuzluk bizzat ‘hukuk’ diye ortaya koyduğunuz kanunlar silsilesiyle başlıyorsa, o zaman bunun ha içinde hareket etmişsiniz ha dışında! Bütün bu suçlular da, yaptıklarının yanlarına kâr kaldığını ve hesap sorulmadığını gördüklerinden ötürü halen rahat bir şekilde hareket etmektedir ve edeceklerdir; çünkü herkes suçu birbirinin üzerine attı mı, suç, suç olmaktan çıkar ve amansız bir hastalığa dönüşür. Bu durumda muhtemel suç faaliyetlerinin önüne geçilemez, neyin suç neyin suç olmadığı da anlaşılmaz. Bugün için “Susurluk ve Rutin Dışı İşler” best-seller bir roman, Yüzlerce Fail-i Meçhul Cinayet bir Stephen King romanlarından uyarlama film, İstiklâl Mahkemeleri bir milletin bekasını korumak adına tesis edilmiş mukaddes bir kuruluş, Başbakanını Kanunsuzca Asan Cumhuriyet bir (Molyer) piyesidir. Yarın için ne olur Allah bilir!
Batı’dan ithal yönetim biçimimizin suç makinesine dönüşmüş yüzüne dâir yine Batı’dan bir eleştiri getirelim. (Monteskiyö): “Yönetimin ilkeleri bir kez bozulunca, en iyi kanunlar bile kötü olur ve devletin aleyhine işlemeğe başlar; fakat ilkeler sağlam ise, kötü kanunlar bile iyi kanunlar gibi işler; zira ilkenin gücü her şeye hâkimdir”
Yazımızın girişinde söyledik ya “Bizde ise yönetim biçiminin bizzat kendisi ilkelerinin bozuk olmasıyla beraber kanun yapmaya başlamıştır!”
*) Baran dergisi 365. sayı, Ömer Emre Akcebe, Bir Çete Faaliyeti Olarak Hukuk.
Baran Dergisi 476. Sayı