Bu bölümde Ahmed Akgündüz’ün “Vakıf Çeşitleri” isimli makalesinin yanı sıra başta Ziya Kazıcı’nın Osmanlı Vakıf Medeniyeti isimli eseri, Vakıflar Dergisi ve TDV İslam Ansiklopedisi olmak üzere değişik kaynaklardan faydalandığımızı tekrar hatırlatalım.
Bazı vakıf çeşitleri, sonraki zamanlarda çıkarılan kanunlara istinaden belirlenmişlerdir. Vakıflarda yaşanan sıkıntılardan dolayı devlet bu meseleye el atmış, ancak bunu idarelerini doğrudan kendi üzerine alarak yapmıştır. Bu hadisenin mahzurlarına daha önceden değinmiştik. Şimdi bu kanunî düzenlemelere istinaden “idareleri bakımından vakıf çeşitleri”ne bir bakalım:
1826 yılında Evkaf Nezareti kurulunca, daha önce fıkıh kitaplarında bulunmayan yeni bir vakıf taksimi ortaya çıkmıştır. Bu kanuna istinaden idarelerine göre vakıfları üç kısma bölebiliriz:
Mazbut Vakıflar (Evkâf-ı Mazbuta):
Mütevelliliği ve idaresi veya sadece mütevelliliği vakfedenin tayin ettiği şahıslarda kalmakla beraber, idaresi mazbut olan yani doğrudan doğruya Evkâf Nezareti (şimdi de Vakıflar Genel Müdürlüğü) tarafından idare olunan vakıflara denir. Bu çeşit vakıfların kapsamına üç ayrı gurup vakıf girmektedir:
Birincisi, selâtin vakıflarıdır ki, Osmanlı padişahları ve ailelerine ait vakıflardır.
İkincisi, mütevellisi kalmayan vakıflardır ki, mütevellilik görevi Evkâf Nezaretince yürütülmektedir.
Üçüncüsü, idaresi mazbut vakıflardır. Mütevellileri mevcut olduğu halde, itimatsızlıktan dolayı idaresi Evkâf Nezaretince yürütülen vakıflara denir. Evkâf Nezareti, her üç çeşit mazbut vakıf üzerinde, mansub (tayin olunmuş) mütevelli vasfına sahiptir. Bu arada vakıfların kendi hükmî şahsiyetleri de devam etmektedir.
Mülhak Vakıflar (Evkâf-ı Mülhaka):
Evkâf Nezaretinin nezaret ve kontrolü altında, mütevellileri tarafından idare olunan vakıflardır. Bu çeşit vakıflar genellikle sahih vakıflardır.
Müstesna Vakıflar:
Evkâf Nezaretinin kontrol ve müdahalesi olmadan, doğrudan doğruya mütevellileri tarafından idare olunan vakıflardır. Bu çeşit vakıflar, Tanzimat’tan önce her çeşit vergiden ve Tanzimat’tan sonra ise taşir usûlüne tâbi olmaktan istisna edildikleri için bu adı almışlardır. Yani hem vergi vermekten ve hem de idarî açıdan müstesna durumdadırlar. İlk etapta sayıları sekiz tane olan bu vakıflar, bazı din büyüklerine (eizze vakıfları) ve bir kısım gazilere (guzât vakıfları) ait vakıflardır. Mevlânâ Celâleddin Rumî, Evrenesoğlu Evkâfı gibi.
Bu çeşitlerden başka, vakfedilmiş varlığı gayrimenkul veya menkul, vakıftan faydalanabilecekler sadece doğrudan insan ya da insanla beraber bina ve diğer canlılar, vakfın meşrutun lehi dar ya da geniş olmak üzere farklı vakıf tasnifleri de yapılabilir, ancak bunlar şu veya bu şekilde saydığımız çeşitlerin içinde olduklarından, detaya girmeye lüzum görmüyoruz.
Diğer taraftan Osmanlı’da oldukça yaygın olan avârız vakıfları ile gedik gibi bir vakfı tamamlayıcı unsurlar da vardı. Konu bütünlüğü ve vakıf mevzuunun daha iyi anlaşılması açısından bunlarla alakalı bilgi vermenin önemli olduğu kanaatindeyiz.
Avârız Vakıfları:
Osmanlı’da oldukça önemli bir yeri olan avârız vakıfları, geliri bir köy veya mahalle halkının ihtiyacına sarf edilmek üzere tesis olunmuşlardı. Umumiyetle para vakıflarıydılar. Esas itibariyle halkın ödemekle yükümlü olduğu avârız vergilerini karşılamak üzere kurulduklarından bu adı almışlardı. Bu vakıflar ayrıca mahalle veya köyün faydalanacağı yol ve kaldırımların, çeşmelerin yapımı, fukaranın teçhizi, vefat edenlerin gömülmesi, gençlerin evlendirilmesi gibi işleri de yapmaktaydı. Selçuklu ve bilhassa da Osmanlı devirlerinde köy ve kasabalardaki kamuya ait bütün küçük ve orta çaplı bayındırlık işlerini bu vakıfların kendi üzerine aldıklarını söyleyebiliriz. Devlet sadece bunları denetlemekteydi. Vakıf medeniyeti teriminin oluşumunda kurumların tesiri önemli yer tutar.
Avârız, Osmanlı Devleti zamanında olağanüstü hallerde halka yüklenen malî, aynî ve bedenî vergilerdi. Hem Müslümanlardan hem de gayrimüslimlerden alınan bu geçici vergi, zamanla sürekli hâle gelmişti. Halk, gelirine ve sahip olduğu gayrimenkule göre “âlâ, evsât, hakir, ahkar ve edrui” olmak üzere çeşitli gruplara ayrılmakta ve bu esasa göre avârız toplanmaktaydı.
Bu çeşit vakıfların menşei, diğer hepsinde olduğu gibi, Hz. Peygamber (SAV)’e dayanmaktadır. Başlangıçta vatan ve din müdafaası için askerin donatımı ve masraflarını karşılamak üzere kurulan avârız vakıfları, zamanla gaye itibariyle genişlemiş ve şehirlerdeki belediye, bayındırlık hizmetleri ile köy ve mahallelerdeki sosyal hizmetleri finanse eder duruma gelmiştir. Bu vakıflardan istifadede din farkı gözetilmemiştir. Esnaf teşkilâtındaki avârız sandıkları da bu çeşit vakıflardandır. Önceleri, mütevellileri tarafından idare edilen ve Evkaf Nezaretince de kontrolü yapılan avârız vakıfları, 1869 yılında önemli bir kısmı itibariyle belediyelere devredilmiştir. Cumhuriyet devrinde çıkarılan 1580 sayılı Kanun ile de bu devir tamamlanmıştır.
Gedik ve Örfübelde Gediği
Bunlar, belirli vakıf çeşitleri içinde bulunmasalar da, vakıf hukukunun önemli ve özellikli konuları arasında yer almaktadırlar.
Gedik Hakkı:
İslâm hukukunda gedik hakkının menşeini oluşturan girdâr ve hulüvv hakları mevcuttur. Gedik hakkına süknâ adı verilmektedir. Gedik, sözlük anlamı itibariyle eksik, kusur ve çatlak manalarını ifade eden Türkçe bir kelimedir.
Bizim konumuzu teşkil eden hukuki ve iktisadî anlamda gediklerdir. Hukukî açıdan, esnaf ve sanatkârların, vakıf dükkânlarında mütevellinin izniyle ve devamlı kalmak şartıyla yerleştirdikleri âlât ve edevâtlarına denir. Vakıf mülkte yapılacak işin evsafı, gediğin de mahiyetini belirler. Mesela, bir fırıncı için fırın tertibatı gibi. Vakıf gayrimenkullerin zaruri ihtiyacı üzerine, esnafa bu müsaade verilmiştir. Böylece esnafın vakıf gayrimenkulleri tamiri sağlanmış, gayrimenkullere yerleştirdikleri tezgâh ve aletler onların mülkü yani gedik kabul edilmiş ve vakıf gayrimenkul için periyodik bir kira bedeli alınmıştır. Malzemelerin bulunduğu yere, “gediğin mülkü” (vakıf olsa bile), kira bedeline ise “mülk kirası” denmiştir. Daha sonra gedik adı verilen bu malzeme de ayrıca vakfedilebilmiştir.
İslâm hukukçularının süknâ dedikleri ve Kanunî devrinde irade ile tasdik edilerek kanun haline gelen gedik anlayışı, yukarıda zikredilenden ibarettir. XVII. asırda ticarette inhisar (tekel, ruhsat) usûlü kabul edilince, inhisarına karar verilen sanat ve esnaflık ruhsatı, evvela bu sanatları eskiden beri icra eden ve kahir ekseriyeti vakıf dükkânlarda kiracı olan gedik sahibi şahıslara verilmiştir. Böylece gedik hakkının sahip olduğu hukukî mânâya, ticarî imtiyaz mânâsı da eklenmiştir. Sanat ve ticaret ruhsatı, bundan sonra gedik hakkı ile tedavül etmiş ve 1727 yılında gedik hakkı sahipleri esnaf defterlerine resmî bir şekilde yazılmaya başlanmıştır. Gedik sahibi, söz konusu malzemeye sahip olduğu için, hem gediğin bulunduğu gayrimenkulün devamlı kiracısı sıfatı ile tasarruf hakkını ve hem de belli bir sanatın imtiyaz hakkını elde etmekteydi.
İnhisar usûlünün kabulünden sonra gedik haklarının çoğunluğu vakfedilmiş ve vakfedilen gediklerin yaklaşık yarısı da icâreteyn usulüne bağlanmıştır.
Gedik hakkının da zamanla bazı çeşitleri ortaya çıkmıştır. Bunların bir kısmı, şer’î hükümlere aykırıdır.
II. Mahmut devrinde yapılan bir başka düzenleme ile de, gedikler, nizamlı ve adi gedikler olmak üzere iki kısma ayrılmışlardır: Nizamlı gedikler, II. Mahmud veya Haremeyn vakıflarına bağlanan ve sahiplerinin ellerine yeniden sened verilen vakıf gediklere denmekteydi. Adi gedikler ise, bunların dışında kalan gediklere ad olarak verilmiştir.
Örfün ve bazı zaruret hallerinin meşruiyetini zorla kabul ettirdiği gedik usulü, ticarî inhisar usulünün kabulü ile kazandığı imtiyaz ve ruhsat mânâsını, 1853 tarihinde inhisar usulünün kaldırılması ile kaybetmiş ve sadece tasarruf hakkı mânâsını korumuştur. 1861 tarihli Gedikât Nizamnâmesi ile sınırları daraltılan gedik hakkı, 1912 tarihli Kanun-ı Muvakkat (geçici kanun) ile ortadan kaldırılmıştır.
Örfü belde Gediği:
Başta İzmir ve Manisa olmak üzere Ege bölgesinde örfübelde gediği diye bilinen, aslında gedik hakkı ile uzaktan yakından ilgisi bulunmayan ve hukukî mahiyet itibariyle mukataalı vakıflar statüsünde bulunan bir tasarruf hakkı çeşidi daha vardı. Kelime anlamıyla bir beldedeki örfe dayanan gedik tasarrufu demektir. Hukuk terimi olarak ise, yerleri arazi sahiplerinin mülkü olarak kalmak ve gedik sahipleri de arsa sahibine yıllık takdir olunan kira bedelini vermek şartıyla, arazi üzerinde kalma hakkı bulunan bina ve ağaçların mülkiyetini gedik sahibine kazandıran bir tasarruf çeşididir. Arazi sahipleri, kendilerine her yıl belli bir kira bedeli vermek şartıyla, üzerine bina inşa etmek veya ağaç dikmek için bir başkasına izin vermekte ve bu izne binaen inşa edilen bina ve dikilen ağaçlara bir çeşit kiracı olan gedik sahibi mâlik olmaktadır. Arazi sahibi, vakıf hükmî şahsiyeti olduğu gibi, gerçek bir şahıs da olabilir. Bu çeşit gediklerin şehir içinde olanlarına örfü belde gediği, şehir dışında olanlarına ise pafdos veya bahşur dendiğini biliyoruz.
Hz. Peygamber (SAV)’den itibaren Osmanlı’nın yıkılışına kadar olan vakıf çeşitlerini aktarmış bulunmaktayız. Gelecek sayımızda bu vakıf çeşitlerinin bilhassa halkın umumi menfaatlerini ilgilendiren bazı cihetlerine eğilip, akabinde yazı dizimizi “değerlendirme” bölümüyle bitirmeyi planlıyoruz.
Baran Dergisi 505. Sayı
Trend Haberler
Türk solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Kassam'dan şehadet operasyonu: İsrailli teröristlerin arasına sızıp pimi çekti!
Kemalistler putlarına sahip çıkıyor! Yine 5816, yine hukuksuzluk, yine ceza
15. Dergi Günleri "Bi' Dünya Dergi" Taksim'de düzenlendi
“Türkiye’nin Kobani’ye operasyonu yakın”
Her yerde pislikler, her yerde sorunlular! Yahudi tarikatına baskın!