Mutlak Fikir’in iktidarı, iktidarların en büyüğüdür, gayemiz bu olmalı. Muradı kestirip gayeye yakın düşebildiğimiz nisbette Hakk’ın yardım eli üzerimizdedir; bir sürü badireyi bu sayede atlattık, bunun bilincinde olmalıyız.
Yaratıcısında var olmayan bir şey yaratılanda da var olamayacağına göre, Tanrıları’nda var olmayan rahmeti, merhameti, şefkati, hidayeti, yani insana insanlığını kazandıracak hasletleri Tanrı rolüne soyunan kötü taklitçilerde aramak; insanların aklın yolunu izleyerek Tanrı olabilecekleri düşüncesine varmak, mihraksız tümevarımın zafiyetiyle malül bir aklın ürünü olan Batı bilimi etrafında gelişen her tür değişimi peşinen bir iyiye gidiş kabul ederek, hayatın devamını sadece bu kültürün yetiştirdiği insan modelinde görmek, abesle iştigâldir.
Zira, Hazreti İsa'yı peygamberliğin ötesine geçirip Tanrı'nın oğlu mertebesine yükselten, Tanrı'yı da "öz oğlu"nu bile en zor zamanında terk edip kendi kaderiyle baş başa bırakan vurdumduymaz bir "baba" figürüne indirgeyen bir kültürün insanının, insanı insan yapan hasletlere ünsiyet kesb etmesi, ruhunu arındıracak, düşüncesini aydınlatacak, kendisini bütünleyecek faziletlerle buluşması zor, hatta imkânsızdır... Bu ödülleri kabul edecek bünyeden mahrum, mizâcı kötü, bilgisi sıradan, bilgisinin sezgisi imana aykırıdır. Hayatı üzerinde belirleyici olan, yaratılışını farklı kılan hafızası sıradan ve kötü hatıralarla dolu, insana bakışı ve çevre şartlarına intibakı sorunludur. Düşünen şuurun kendisi şuurdan mahrum olduğu için, süzgecinden geçenler de sakattır. Eşya ve hadiseye yanaşan şuuru, sırlarla dolu âleme, "sır idraki"nden uzak kaba bir tavırla; güçlü olanın ayakta kalacağına hükmeden Darwinci teorinin öngörülerinden hareketle yaklaşır. Ruhu imkânlar âleminin belâlarından kurtulup kendi iç âlemine yönelemez, eşyanın üzerindeki sır perdesini kaldırıp Hakk'ı halkta, yani âlemde tanıyamaz. Tam aksine, evrenin derinliklerine doğru gittikçe hakikatten biraz daha uzaklaşır.
Dolayısıyla lanetlenmiş ve günahkâr olarak doğduğuna inanan, ne kadar dua ederse etsin, ne kadar sevap işlerse işlesin, suçunu affettirme, aradaki ruhban sınıfını aşıp Tanrı'nın rızasını kazanma, cennetine kavuşma ümidi olmayan bir insanın, tüm ümidini dünyaya bağlamaktan, dine istihfafla yaklaşmaktan, başarısızlıklarının faturasını dine çıkarmaktan başka gidebileceği bir yer yoktur. İznik Konseyi'nce kurgulanan, teyid edilen ve dayatılan Tanrı ve Hıristiyanlık anlayışı bu temele oturur, sömürgeciliğe dini kılıf uydurma çabaları Tanrı’yı öldürmeye, Tanrı yoksa her şey mümkündür anlayışına kadar varır! Batı'nın paganizme yatkın, tek Tanrı inancıyla sorunlu bir ilişkisi olan insanının bu anlayışı benimsemesi, emperyalist propagandanın hükümsüz kıldığı değerlerden boşalan alanı dolduran ve seküler devlet yapılanması istikametinde oluşturulan normları kabullenmesi hiç de zor olmamıştır. Oysa din diğer kurumların yedeğinde ele alınabilecek, istihfafla yaklaşılabilecek bir kurum değildir... Pierre Clastres'in de belirttiği gibi, "Sosyal olan her şey siyasiyse, siyasi olan her şey de dinîdir." Ve din bir kültürün ulaşabileceği en üst mertebedir.
Dolayısıyla dünyayı kendi tapulu arazisi, üzerindeki insanları da daha doğar doğmaz emrine tahsis edilmiş şahsi kölesi olarak gören bir milletin, belli bir sınıfının, menfaatlerin belirlediği iradesinin meşrulaştırılmasına ve yargının ayrıcalıklı kesimler lehine özelleştirilmesine yönelik düzenlemeleri, ganimet paylaşımı sözleşmelerini, yani üzerinde mutabık kalınan yalanlar bütününü insanlığın ulaşabileceği en yüksek medeniyetin faziletleri olarak sunmak, vahşiler sürüsüne verilmiş tavizlere evrensel değerler muamelesi yapmak, hele hele kendini bilmezliğin nişanesi halinde, bunları eksiklik olarak görüp bizde yok diye hayıflanmak, kendini bilen insan için züldür, utanç vesilesidir... Bilimini, tekniğini insana karşı, insanı yok etmek için kullanan Batı Medeniyeti'nin yüzlerce yıldır insanlığa karşı yürüttüğü suça ortak olmayı istemektir! Evrensellik, özgürlük, eşitlik gibi, Hristiyanlık inancına iltisaklı mostralık etiketlere kanıp, insanı insan yapan hasletlerin kuru aklın ürünü formalarla kuşatılabileceğini, sözleşmeye bağlanabileceğini ve korunabileceğini düşünmek ahmaklıktır; Rutine bağlı, yitirilmiş bir hayat süren, zevkleri kalıplaşmış, modanın ve markanın peşinde sürüklenen sürüye katılmaktır. Kötü ve amaçsız bir oyun alanına çevrilmiş böyle bir dünyada insan, insana insanlığını kazandıracak hasletlerle buluşup kendisini yaratılış gayesine yükseltecek bir hürriyet alanı bulamaz. Lâkin, “İnsan zalimdir ve cahildir.” En çok kendisini sevse de, en az tanıdığı yine kendisidir… Kendi değerlerini kendisinin yaratabileceğine, ancak bu şekilde hür ve bağımsız olabileceğine inanır. Güzele sonsuz bir özlem duysa da, güzel olan her şeyin Hakk’ta olduğunu, eşyaya Hakk’tan yansıdığını göremez… Kim bilir, tüm bu güzellikleri yaratanın kendisi ne kadar güzeldir, diyemez.
Çünkü keşf ve görüşü kısa, ilmi işlerin içyüzünü görmekten acizdir. Varlığı kendinden bilir, yüzde yüz haklı ve kusursuz olduğuna inanır, içinde en ufak bir şüphe kalmamacasına dönmüş, yabancılaşmış ve teslim olmuş bir garbzededir. Ve bu yolda hiç kimse, efendi olma hevesiyle efendilerinin ideolojisini devralan ve reddini “aslını inkâr etme raddesine vardıran bir haramzade” kadar saplantılı değildir. Ne yazık ki, bizim gibi hafızası bir gecede sıfırlanmış, zihnî yahut fizikî kolonyalizme maruz kalmış ülkelerde bu insan modeli mebzûl miktardadır. Özellikle, iktidar olarak doğduğuna inanan çevrenin Avrupa ve Amerika üniversitelerinde okumuş, zeki ve çok donanımlı olduğunu zanneden vasat çocukları bu taifedendir. İlimleri cehaletlerini alsa da ahmaklıkları hep bakidir. Batı’nın müesses nizamında gelebilecek bir yer olmasa da, uşak olmaya özenmekten vazgeçmez, Batılı zihniyete denk düşmeyen her tür değişim ve dönüşümü daha doğmadan kaynağında boğmaya, bu zihniyeti her şart altında doğrulamaya çalışırlar. Utandıkları ve unutmak istedikleri her şeyi kendilerine hatırlatan insanımızdan ölesiye nefret eder, tüm olumsuzlukları; “Biz zaten buyuz, bizden bir şey olmaz.” anlayışına bağlar, başarısızlıklarının faturasını da İslâm dünyasının ortak hafızasını, dolayısıyla ortak kültürünü oluşturan İslâm’a çıkarırlar. Düştükleri çukurdan çıkmalarına hiçbir faydası olmasa da, ellerine tutuşturulan oyuncakları yüksek ve değerli bulur, bunlar olmadan yaşayamazlar. Çareyi, yıllardır içinde bulunduğumuz, içten içe çürümüş kof birlikteliklerde, sun’i süreçlerde ararlar. Eğitim sistemimiz yapay Batılı üretim merkezi gibi çalıştığı sürece de aramaya devam edeceklerdir. Çünkü, modernist bir ortamda şekillenmiş bir zihnin yapısıyla kolonyal sistemin yapay dişlisi olarak vazife görmekten öte gidebilecekleri başka bir yer yok. İnsanın değişmediği bir yerde hiçbir şeyi değiştiremeyeceğinize göre, Batı’nın kendi imge ve kalıbına göre yoğurup biçimlendirdiği bu insan modeliyle de hiçbir yere varılamayacağı bir bedahettir.
Dolayısıyla ülke olarak resmin bütününü iyi okumak, hazırlıklarımızı buna göre yapmak, kurtuluşumuzu kendi köklerimizde aramak, toplumsal ve kültürel dönüşümü gerçekleştirecek dil ve diyalektiğin önemini kavramak, bizim için bir zarurettir. Kötüyü iyiye tahvil etmek, büyük iktidarların en temel özelliğidir. Ve Mutlak Fikir’ in iktidarı, iktidarların en büyüğüdür, gayemiz bu olmalı Muradı kestirip gayeye yakın düşebildiğimiz nisbette Hakk’ın yardım eli üzerimizdedir, bir sürü badireyi bu sayede atlattık, bunun bilincinde olmalıyız. Aksi takdirde, insanlığı hizaya getirmek; Batı'nın başlattığı yeni değişim sürecine tâbi kılmak için sokakları karıştıranların, kaotik bir ortamın oluşmasını bekleyenlerin kurguladıkları oyunu bozmamız ve bu kuşatılmışlıktan çıkmamız, sandığımızdan çok daha zor olacak.
Aylık Dergisi 183. Sayı Aralık 2019