Siyasetçilerimizin son günlerde ağızlarından düşürmedikleri tabirlerden biri “bekâ meselesi”. Meselâ, “Suriye’de yaşanan süreç Türkiye’nin bekâsını alâkadar ediyor” veyahut “Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devleti kurulması Türkiye için bekâ meselesidir” gibi pek çok ifadeyi her gün haberlerden işitiyoruz.

Bir şey bu kadar çok dillendirildiğine göre illâki bir hakikati vardır; fakat Suriye’nin Türkiye için bir bekâ meselesi olmasının izâhı nedir? Hani, Vizontele’de bir sahne var: Televizyonun açılışı yapılmaya çalışılırken, Belediye başkanı bunun önemini ifâde etmek için diyor ki; “Bugün şehrimiz açısından tarihi bir gündür.” Belediye başkanıyla pek de anlaşamayan sinemacı orada hemen söze giriyor ve şu suâli yöneltiyor; “Ne bakımdan tarihî bir gündür?” Aynı şekilde, Suriye Türkiye için evet hakikaten de bir bekâ meselesidir; fakat ne bakımdan bir bekâ meselesi olduğunun izahâtı henüz yapılabilmiş değil.

Suriye’nin Kuzeyinden Kim Gidiyor, Kim Kalıyor?
Amerikan Başkanı Donald Trump’a muhtelif vesilelerle bu sayfalarda defalarca kez teşekkür ettik. Çünkü onun son derece açık bir üslubla işletmiş olduğu dış politika, bizim senelerdir anlatmakta güçlük çektiğimiz Batı’nın hakiki sırtlan yüzünün, bilhassa Müslüman kamuoyunca görülmesine vesile teşkil etti. Ona benzer sarı saçlı, mavi gözlü tiplerden aslında hiç haz etmesek de kendisiyle aramızda tersinden de olsa bir ünsiyet peydah olduğu kanaatindeyim. Hem zaten tekrar baktım da onun gözleri o kadar çiğ bir mavi de değilmiş zaten… Neyse, bu Donald Trump, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yapmış olduğu bir telefon görüşmesinde Amerikan askerinin Suriye’den çekileceğinin sözünü vermişti, hatırlarsınız. Biz de o dönem Amerika’nın Ortadoğu sahasında bizzat asker bulundurma yükünü artık taşıyamadığını ve hatta liberal dünya düzeninin artık bir efendisi olmadığını, global hegemonyanın çöktüğünü ifâde eder yazılar kaleme almıştık. Tesbitlerimizin doğruluğu geçtiğimiz hafta düzenlenen Münih Güvenlik Konferansı raporu ve toplantıda yapılan konuşmalarla tescillenmiş oldu. Amerika, gerçekten de önceliklerini değiştiriyor ve Suriye’deki iç savaş süresince denediği ve onda karar kıldığı için artık benimsediğini anladığımız vekâlet savaşını, yeni vekiller tayin ederek, onlar vasıtasıyla bu coğrafyadaki çıkarlarını korumak kaydıyla Ortadoğu’dan ayrılmayı planlıyor.

Bu ahvâlde, Amerika’nın Suriye’nin kuzeyinden çekilme planı açıklık kazanmaya başlıyor. Amerika Suriye’nin kuzeyinden çekilecek ama ondan boşalan alanı kim dolduracak?

Yahudi Devleti, Amerika ve bu iki ülkenin artık açıktan açığa koyun misâli güttüğü Suudî Arabistan, Mısır, B.A.E. gibi ülkeler ile Avrupa ve Rusya, Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devleti kurulması noktasında hem fikir. Buna karşılık, Amerika’nın boşaltacağı alanda bir Kürt devleti kurulması için bölgede bulunan PKK-PYD unsurlarına kimin hamilik edeceği meselesi, yani vekili Türkiye’ye karşı kimin himaye edeceği meselesi hâlen tam anlamıyla netlik kazanmamış durumda.

Amerika’nın Yokluğunda Yeni Senaryolar
Amerika, kendisinden boşalan alan için şimdilik iki farklı senaryo hazırlamış durumda. Bunlardan birincisi, elini taşın altına koymaktan her fırsatta kaçan Avrupalı müttefiklerinin hazırlayacakları askerî birlikler ile bu bölgeye konuşlanmaları ve Türkiye’nin güney sınırına kurulacak bir Kürt devletine nezaret etmeleri. Avrupa bu teklife sıcak bakmıyor. Çünkü Türkiye’nin üzerindeki mülteci yükünün, yarın İdlib’e yönelik olası bir operasyon neticesinde daha büyük bir yük hâline gelmesi muhtemel mültecilerin, bir tsunami misali Avrupa’yı vurmasından çekiniyor. İkinci senaryo ise kurulması planlanan Arab NATO’su tarzı askerî bir oluşumun, “bu bizim iç meselemizdir” bahanesiyle bu bölgeye yerleştirilmesini içeriyor. Arab NATO’sunun önündeki engel ise Arab Baharı’na rağmen siyasî iktidarlar ile Arab halkları arasında görüş ve fikir ayrılıklarının kapanmak yerine daha fazla açılmış olması. Yani, o ilk bakışta sütliman görünen Arab ülkeleri aslında içten içe fıkır fıkır kaynıyor; ve Arab ülkelerinin siyasî iktidarları üzerindeki Yahudi tahakkümü açıktan açığa görüldükçe, devlet ile milletleri arasındaki anlaşmazlıklar gitgide kin ve nefret dolu bir münasebete dönüşüyor ki buradan kopması muhtemel bir fırtınanın Arab Baharı gibi kontrollü olmasını beklemek için hiçbir sebeb olmadığı gibi o kontrolörlerin böylesi büyük halk hareketlerini kontrol edecek takati de yok. 

Suriye’deki diğer bir güç unsuru olan Rusya, her ne kadar Türkiye’ye yakın bir siyaset izliyor intibaı veriyorsa da bölgede bir Kürt Devleti kurulması noktasında Amerika ile hem fikir. Suriye sahasında ona karşı çıkacak bir güç merkezi oluşmasını istemiyor. Bunun için Suriye’nin kuzeyinin tamamına Türkiye’nin hâkim olmasındansa, resmen olmasa bile bölünmüş çok parçalı bir Suriye elbette ki işine geliyor.

Kürt Devleti Kimin İçin Kurulmak İsteniyor? 
Son on yıldır Türkiye, Batı’nın, tabiri caizse, kontrolünden çıkmış vaziyette. Yalnız Batı’nın kontrolünden de değil, ülkenin başında bulunan idarecilerin bile kontrolünden çıkmış durumda. Zamanın ruhu, muhtelif akıntı ve rüzgârlar ile Anadolu kıtası büyüklüğündeki gemiyi hadiseler marifetiyle belli bir menzile doğru seyretmeye zorluyor. Bu seyir kontrollü olmasa bile bir istikameti var ve yalnız biz değil, Batı ve Yahudiler bu istikameti az çok kestiriyor. Göz hasmını tanır hesabı biliyorlar ki bu sürecin bir yerinde Türkiye, mutlaka ama mutlaka Yahudi devletine toslamak zorunda. Böylesi bir vaziyetin şimdiden önünü almak üzere İsrail devleti için dalgakıran olarak bir Kürt Devleti tasarlamış bulunuyorlar.

Suriye’de iç savaşın başladığı ilk yıllarda yalnız Kürt koridoru değil, hemen onun altında bir de Şiî koridoru açmak niyetinde bulunuyorlardı; fakat bölgede Şiîler üzerindeki İran nüfuzu ve Arabları Yahudi Devleti’nin yanında konsolide etmek için kullanılan İran tehdidi argümanı dolayısıyla bu fikirden vazgeçildi.

Kürt Devleti Hangi Planın Parçası?
Türkiye’nin Irak ve Suriye’ye açılan güney sınırı boyunca kurulmak istenen Kürt devletinin en önemli hedefi az evvel bahsettiğimiz gibi Yahudilerin güvenliği. Bunun yanı sıra, böylesi bir koridor Türkiye’yi İslâm âleminin geri kalanından tecrit etmek ve yalnızlaştırmak için de önemli. Ayrıca Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Kürt illerini Türkiye’yi bölmek suretiyle Kürt devletine entegre edip, bu travma vesilesiyle bütün iddialarından arınmış, tarihî misyonundan soyutlanmış, belini doğrultamaz hâle getirilmiş bir Türkiye bırakmak istiyorlar, geriye. 

Dolayısıyla Fırat’ın Batısında ve Doğusunda cereyan eden hadisler Türkiye için yalnız bekâ meselesi değil, aynı zamanda bir varlık yokluk meselesi hâline gelmiş vaziyette.

Birinci Dünya Savaşından sonra bir kez daha varlığımız tehdit altına girmiş bulunuyor; fakat bu zorlu koşullar, aynı zamanda birçok fırsatı da peşinden getiriyor. 

15 Temmuz’dan sonra Suriye’de Amerika’nın tek taraflı izlediği siyasete karşı Rusya ile beraber hareket etmek son derece yerinde bir karardı; fakat artık Amerika’ya karşı Rusya, Rusya’ya karşı Amerika siyasetinin sonuna gelinmiş bulunuluyor. Çünkü Amerika ile Rusya bir Kürt devleti kurulması noktasında hemfikir. Bu hadiseye bakışlarındaki tek farklılık, kurulması planlanan devlete kimin nezaret edeceği noktasında arz ediyor. Bu sebeble Türkiye’nin yalnız Rusya ve Astana Süreci üzerinden Suriye politikasını şekillendirmesi ve sürdürmesi artık mümkün değil.

Türkiye’nin Stratejik Zaafiyeti
Türkiye’nin Suriye politikasına baktığımızda ön plana çıkan iki ana başlık görüyoruz: Bunlardan birincisi sınıra ardı arkası kesilmez şekilde yapılan yığınak, ikincisiyse mülteciler. Askerî güç ve bilhassa Avrupa ile diplomatik münasebetlerde Türkiye’nin elini güçlendiren mülteci kartı gerçekten de önemli; fakat Türkiye’nin bundan çok daha fazla enstrümanı devreye sokması gerekiyor.

Arabların Kavmî Asabiyesini Kaşımak
Meselâ, Suriye’nin kuzeyine çekilmek istenen Kürt ve İran kontrolündeki Şiî koridorlarına karşı Arabların kavmî asabiyesinin kaşınması ve onlara karşı kışkırtılmaları aslında bizim planımızdı. Türkiye bu hassas vaziyeti idrak edip, böylesi bir siyaseti izleyene kadar atı alan Üsküdar’ı geçti. Bir de baktık ki Arabların kavmî asabiyesi bize karşı kaşınmış ve Arab iktidarları tabiî düşmanları olan Yahudileri bırakıp Türkiye’yi düşman edinmişler. Strateji bize karşı işletilmiş olsa bile, çalıştığını görmek güzel ve hâlen geç kalınmış değil. Bir kere bu vaziyetin tersine çevrilmesi gerekiyor. Yukarıda ifâde ettiğimiz üzere, Arab Baharı sonrasında kayıtsız şartsız Yahudi güdümüne giren Arab iktidarları ile milletleri arasında bağ son derece zayıflamış vaziyette. Her ne kadar televizyon, gazete ve sosyal medya üzerinden yapılan propaganda ile Türkiye düşmanlaştırılmaya çalışılıyorsa da, nihayetinde Yahudi Devleti ile Türkiye arasında kalmış hiçbir Müslüman Arabın İsrail’i tercih etmeyeceği muhakkak. Dolayısıyla Türkiye’nin bilhassa sosyal medyayı son derece etkin bir şekilde kullanarak, Arab ülkelerinin vatandaşlarını İsrail ve dolayısıyla kendi iktidarlarına karşı kışkırtması ve onları Türkiye’ye karşı herhangi bir planın unsuru olamaz hâle getirmesi gerekiyor.

Kısık Sesle Tehdit Olmaz!
Geçtiğimiz haftalarda Türkiye elindeki kozları lâyıkıyla kullanamıyor demiştik. Bu hafta, şöyle kısık sesle de olsa CNNTürk kanalında katıldığı televizyon programında Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kaşıkçı Cinayeti ve Mülteci Meselesini yeniden bir gündeme getirdi. Bu böyle olmaz. Gerekiyorsa mültecileri sınıra doğru hareketlendirerek, Cemal Kaşıkçı cinayetinin ses kayıtlarını el altından parça parça servis ederek ve bunlar üzerine dünya çapında sosyal medyayı kullanmak suretiyle onlarca dilde ve ülkede propaganda yapılarak, alt yapı hazırlanarak bu kozlardan istifâde edilebilir. Yoksa Cumhurbaşkanı bunları televizyon kanalları ve meydanlarda söylesin dursun, kimse dönüp bakmaz bile.

Esed ile Barışmak ve Omurga Meselesi
Sabah Gazetesinin başyazarı Mehmet Barlas, Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt Devleti kurulmaması için Türkiye’nin Esed ile Rusya üzerinden daha sıkı münasebetler kurmasının en iyi alternatif olduğunu yazdı geçen hafta. Bu omurgasız tutum her dönemin gazetecisi olan Mehmet Barlas için tutarlı olabilir veyahut bu yazıyı kaleme aldığı esnada kafası fazla kıyak da olabilir; fakat bölgede iddia sahibi olduğunu savunan Türkiye’nin, yarın çıkıp da senelerdir Suriye’de terör estiren Nusayrî çetesinin ele başıyla münasebetini ilerletmesi kadar alçakça bir siyasî manevra olamaz herhâlde. Türkiye, Suriye politikasında Esed ile yeniden anlaşmaktan başka bir çıkar yol bulamıyorsa Afrin, Cerablus ve İdlib’i hemen terk etsin ve sonra da ilk fırsatta Mısır’ın başındaki Yahudi köpeği Sisi’yi arayıp, “9 Müslüman’ı asmanız yetmez, 90 tane daha asın” deyip, özür dilesin. Türkiye’nin bölgede iddia sahibi olmasını sağlayan iki önemli kırmızı çizgisinden biri Esed, diğeri ise Sisi’ye karşı olan tavrıdır. Bu kırmızı çizgileri esnetmeye kalkan, Türkiye’nin bölgede kabul edilmiş meşruiyetini esnetmeye kalkıyordur. Bu sebeble de Türkiye’nin Esed ve Sisi’ye karşı siyasetini aynı şekilde sürdürmesi gerekmektedir. 

Türkiye Ne Teklif Ediyor?
Bir diğer taraftan, dünya büyük bir değişim ve dönüşüm sürecine girmiş bulunuyor. Bu süreçte Türkiye’nin İslâm âleminin geri kalanı üzerinde söz sahibi olması ve bir güç odağı hâline dönüşmesi için diplomatik nota, kınama ve tarihî İslâm eserlerinin restorasyonu ile insanî yardım vakıflarınca dağıtılan gıda yardımlarından daha fazlasını teklif etmesi gerekiyor. Burada “daha fazlası” derken kastettiğimiz ne daha fazla para ne de daha fazla silah. Bizim verebileceğimizden kat be kat fazlasını verebilecek başkaları var; fakat yalnız bizim vaad edebileceğimiz bir “şey” var, o da yeni bir nizâm. Anadolu’dan başlayarak bütün İslâm âlemi ve dünyanın geri kalanının gözlerini kamaştıracak yeni bir düzene geçmemiz gerekiyor. Batı ağacını bir kurt gibi senelerdir içten içe kemiren ve artık çürümeye terk eden demokrasi ve liberalizm isimli kurtçuklar ile yeni bir düzen inşâ edilmeyeceği açık. Arnold Toynbee’nin “İstikbâl İslâm’ındır.” dediği istikbâle çıkmış bulunuyoruz. İslâm’ın nizâmının nasıl kurulacağı ise son derece açık bir şekilde Büyük Doğu-İbda tarafından örgüleştirilmiş vaziyette. Bugünün çürümüş nizâmından nemalanan ve İslâmî bir değişimin çıkarına dokunacağını bildiği için bundan kaçınan, Müslüman kılıklı leş kargalarından başka herkes bu konuda hem fikirdir herhâlde. İslâm’a Muhatab Anlayışın ortaya koymuş olduğu yeni devlet, cemiyet ve insan. Anadolu’da bu üç unsuru İslâm’a uygun bir şekilde yenileyip, yeni bir nizâma geçemediğimiz takdirde Suriye’nin kuzeyinde değil Kürt devleti, yeni bir Yahudi Devleti kurulsa ne olur, kurulmasa ne? “Yurtta sulh, cihanda sulh” şiârını benimsemiş lâik, Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’ni sınırlarının ötesinde olup biten ne alâkadar eder ki? Yok alâkadar ediyorsa, o zaman o alâkaya göre yeniden teşkilatlanmak gerekiyor ki bunun modelinin nerede olduğunu da bir kez daha söylemeye lüzum yok.

Şahsiyet Kargaşası
Sonra, bölgede yaşayan Arab, Kürt ve Türkmenler niçin Amerika ve Yahudi Devleti yanında değil de Türkiye’nin tarafında yer alsın? İşte, “Amerika emperyalist”, “Yahudi İslâm düşmanı” olduğu için diyorlar. E, iyi de kardeşim, sen kimsin? Türkiye bir İslâm ülkesi midir, değil midir? Eğer ki İslâm ülkesiyse, İslâm bu devletin neresinde? Yok, değilse, bu meselelerden Türkiye’ye ne? Türkiye’nin tüm bu saydıklarımızdan öte içinde bulunduğu hüviyet kargaşasına son vermek adına “ben kimim” suâline yanıt vermesi gerekiyor. Bozuk bir şahsiyet ile aynı meselenin farklı tezahürlerinde bile tutarlılık gösterilemez, devlet meseleleri çözülemez.

Bize Yeni Barbaroslar Gerek!
Bir diğer mesele de şu kimsenin içinden çıkamadığı terör meselesi. Aynı örgüt kimi için terörist, kimi için kahraman. Türkiye’nin de artık bu terör meselesine daha farklı bir perspektiften bakması icab ediyor. Tarihimizdeki kahramanlardan biri olan Barbaros Hayrettin Paşa’nın, bugün yaşıyor olsa dünya çapında bir numaralı terörist ilân edileceği muhakkak. Lâfı fazla da uzatmayalım ama devlet bu meseleye Barbaros perspektifinden bir kez daha bakıversin ve unutmasın ki İngilizler bahsettiğimiz perspektiften baktıktan sonra üzerinde güneş batmayan imparatorluk oldu, Amerikalılar bu perspektiften baktıktan sonra Süper Güç oldu. Onlar, izlenen metod yanlış olduğu için değil, yanlışa hizmet ettikleri için kalıcı olmadılar. 
***
Türkiye’nin artık son derece radikal kararlar alması ve bunları da büyük bir kararlılıkla, kim ne der diye bakmadan, süratli bir şekilde uygulamaya koyması gerekiyor. Aksi takdirde bu işler yakın bir vadede içinden çıkılmaz hâle gelecek ve bugün tereyağından kıl çeker gibi çözülmesi mümkün olan meseleler, yarın Gordion düğümüne dönüşerek, kılıç marifetiyle daha ağır bedeller ödemek suretiyle ancak çözüme kavuşturulabilecek. Bu işi kolay yolla yapmak varken bugün seyirci kalanlar, yarın o çetin şartlarda bunun bedelini ödeyeceklerini unutmasınlar.

Baran Dergisi 633. Sayı