(...) Bugünkü genç adamın çekmesi gereken ıstırabı, -davasını eşya ve hadiselere nakşetme ıstırabını yaşayan için söylüyorum-, bir bedahet hâlinde şu resme tercüme ettirebiliriz; bir yanda âlet, bir yanda düşünce... Bu iki uç arasında, iki yoldan Allah ve Resulü davasında can verme liyakâtine erecek... Bir yandan topyekûn dünya irfan yemişine el atmanın çetinliğini yaşayacak, ve arayacak, diğer yandan gücünü (eylem için gerekli şartları) temin edecek. Bunun temel, ilke alınmasını kabul ettikten sonra, mizaç hususiyetlerine nisbetle sayısız işbölümü... Hemen söyleyeyim: Bu mevzuda dünyada size gösterilebilecek ve idealize edilecek hiçbir örnek yoktur!..

Fikir ve âlet arasındaki münasebet sırrını, yâni âleti fikre tâbi etme sırrını doğrudan doğruya kendi oluşunuza tatbik ederseniz, "bağlılıkta kendini ortaya koymak" gibi bir durumda olduğunuzu anlarsınız... Bizde bugüne kadar olan, ya evvelkini iptâl veya sahte tedailerle münasebet kurmadır; oysa iş nisbette... Çok ince bir dava: Semersiz eşeğin başıboş dolaşması veya koyun sürüsü topluluğu yerine, şahsiyetler topluluğu... Zaten İslâm, çerçevelediği ölçülerle insana, bağlılıkta kendini ortaya koymanın hudutsuz yolunu açan rejim. Hayatta iş işe, adam adama, mesele meseleye bağlı... Bunun iç yüzü var, dış yüzü var, içtimâi mânâsı, siyasî mânâsı var.

Size bunları söylerken, içime bir tatsızlık hissi çöküyor... Niçin?.. Söyleyeyim: Bizde büyük meseleler, eski eşya deposundaki sandıkta kilitli kalmış... Toplumumuzda bir düşünce geleneği yok... Bu yüzden de dışın dış yüzünden fikirler ve günübirlik lâflar, arz ve talep piyasasını oluşturuyor. Bir hayatı kahramanca yaşamak, sonra dönüp bir de kahramanca yaşamanın ne olduğunu bu piyasaya anlatmaya kalkmak, ne acı, ne acıklı, ne gülünç bir hâl!.. Üstadım bir "Noktalama"sında şöyle diyor:

— "Bu ne hâzin mesafe iki ten arasında, / Bir hâli anlatanla dinleyen arasında."

Salih Mirzabeyoğlu, Üç Işık, s. 69

Başyücelik Emirleri: Heykel Başyücelik Emirleri: Heykel

Yazıya dair

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, bu çoraklık hâlini, yani toplumumuzun düşünce geleneğinden mahrum oluşunu bir tespit değil, bir ıstırap olarak yaşar. Zira onun için fikir, yalnızca teorik bir uğraş değil, hayatı yoğuran, şahsiyeti şekillendiren ve eyleme istikamet kazandıran bir cevherdir. Bu cevher yoksa, ne aksiyon sahici olabilir ne de şahsiyet inşa edilebilir.

Yazı, düşünceyle âlet arasındaki boşluğu göstererek başlar; elinde teknoloji, dilinde hazır reçeteler olan ama bunları hangi istikamette kullanacağını bilmeyen bir zihniyet manzarası çizer. Mirzabeyoğlu’na göre asıl mesele, âleti fikre tâbi kılacak şuurun eksikliğidir. Bu eksiklik, bir şahsiyet felcine yol açar; zira şahsiyet, sadece inandığına değil, o inancı eşyaya ve hadiselere nakşetme iradesine sahip olanın vasfıdır.

Bu yazıda yalnızca teşhis değil, bir çağrı da vardır: Şahsiyetler topluluğu... Mirzabeyoğlu, sürü psikolojisinin boğduğu bir cemiyet yerine, her biri davasını kendi mizacıyla yoğurmuş fertlerden oluşan bir topluluk özlemi duyar. Öyle bir topluluk ki, bağlılıkta kendini ortaya koyar; taklitle değil, feda ruhuyla yaşar.

Batı’dan model aramanın, Doğu’dan kalıntı devşirmenin beyhudeliğine dikkat çekerken, bu topraklardan doğacak, İslâmî fikir ve aksiyonun iç içe geçtiği bir irade çağrısında bulunur. O çağrı, ne günübirlik heyecanların coşkusudur ne de soyut nutukların yankısı... Bu çağrı, kahramanca yaşamakla kalmayıp, kahramanca yaşamanın ne demek olduğunu anlatma ıstırabını çekenlerin sesidir.

Yazının sonunda hissedilen sükût, bir vazgeçişin değil, bir yalnızlık ikazının yankısıdır. Çünkü Mirzabeyoğlu için yalnızlık, hakikatin sahipsizliğinden değil, hakikatin yükünü taşıma liyakati olmayan kalabalıklardandır.

Bu metin, fikirsizlikten beslenen laf kalabalığına karşı, dava şuuru, fikir çilesi ve şahsiyet cehdiyle yazılmış bir uyarı, bir temennidir.