- “Sağ, muhafazakâr, İslâmcı siyasetler, aslında öteden beri, bazı tarihsel kodlar üzerinden Cumhuriyet, modernleşme ve laikliği eleştiri konusu yapmaya çalışıyor. II. Abdülhamit’i İslâmcı bir sultan halife olarak kutsuyor, Vahdettin tartışması üzerinden Milli Mücadele anlatısına karşı çıkıyor, Lozan’ı bedeli halifelik ve İslâmi kimlik olan bir hezimet ve dahi ihanet vesikası olarak görüyor. Sağ, muhafazakâr, İslâmcı siyaset geleneği Kemalist resmi tarih yazımcılığına karşı, özellikle ellili yıllardan itibaren alternatif bir tarih anlatısı kurguluyor, siyasi iddialarını bu kurgu içine oturtuyor. Bu anlatıya göre, Osmanlı modernleşme hareketlerinin tümü, İkinci Meşrutiyet’in ilanı ve nihayet Cumhuriyet’in kuruluşu; İslâm’a karşı savaş yürüten Batılıların komplosu ve bu komploya hizmet eden bir ihanetler zinciri. Mesele özetle bu, “değil” diyen beri gelsin!””

Böyle demiş Nuray Mert, Cumhuriyet gazetesindeki 3 Ekim 2016 tarihli “Mesele Lozan Değil” başlıklı yazısında. Kendi zâviyesinden yaptığı genel bir “durum tesbiti” olarak doğru mu; doğru. Evet ama mesele sadece bu değil. Türkiye’de “İslâmcı siyaset” diye kestirip attığınız kesim kim? Ve bu kesimin bir “tarih muhasebesi” var mı?

Gayet açık ve kesin bir hüküm olarak söyleyelim: Türkiye’de Necib Fazıl’dan başka “tarih muhasebesi” diye bir konuyu ilk olarak “mesele” edinmiş biri daha yoktur. Bu anlamda O’nun ortaya koyduğu “tarih muhasebesi”nde “çöküş”, o bahsini ettiğiniz Lozan’la veya Tanzimat hareketleriyle filan başlamaz. Daha derinlerden, Kanuni’den itibaren başlar. Ondan sonra “aşkını ve ruhunu kaybetmiş” devirler başlar. Lozan gibi bir sürece nasıl gelindiği, “tarih muhasebesi” olmadan anlaşılamaz ve anlatılamaz. Ayrıntısına girmeyelim.

Dolayısıyla, İslâmcı denilen siyasetçilerin çoğu da, İslâmî bir dünya görüşünü (Büyük Doğu) ortaya koymuş bir mütefekkirin, (Necib Fazıl’ın) “tarih muhasebesi”nden habersizdirler. Bu sebeble de Nuray Mert gibi köşe yazarlarının bile dilinde, sanki Müslümanların “tarih muhasebesi”nde “çöküş” Lozan’la başlamış gibi bir algı oluşur. İslâmcı mücadele de böyle köksüz ve gerekçeleri ortaya konmamış bir hareketmiş gibi algılanır ve sorguya çekilir. Aslen böyle değildir fakat gömlek yanlış yerden iliklenince, “söylediklerinden” yola çıkarak muhatabın tenkid eder seni.

Durum böyle olunca, devamı da şöyle gelişir tabiî olarak:

- “Peki, böyle düşünenler olamaz mı, tabii ki olur. Hadi geçmişte yasal sınırlar, baskılar sonucu görüşlerini açıkça dile getirmiyorlardı, ama artık daha açık konuşsunlar ki hakkıyla asıl tartışmayı yapabilelim. Zira, laiklik, modernlik, Cumhuriyet gibi temel kavramları açık ve dürüst bir biçimde tartışmadığımız sürece, didişme bitmediği gibi, ikiyüzlülük ortalığı kaplıyor. “Laiklik İslâma, bizim inancımıza ters” diyen açıkça söylesin, dahası alternatif olarak nasıl bir din-siyaset ilişkisi önerdiğini izah etsin, tartışalım. Kim ne kadar ikna oluyor ortaya çıksın, mesela Medeni Kanun’un yerini şeri kanunun almasına dindar, muhafazakâr, İslâmcılar ve bilhassa bu çevrenin kadınları ne diyor, bilelim. Hilafetten ne kastediyorsunuz? Velev ki arzuladığınız gibi Türkiye hilafetin merkezi oldu, dünya Müslümanları bu işe ne diyecek anlayalım. Velev ki, Lozan çok ama çok yanlış bir anlaşma, kandırmaca idi, Musul, Halep böylece elden gitti, Yunan adalarını alacakken gaflet ile Yunanistan’a terk ettiler, geri mi alacaksınız? Hem de daha Suriye’de 45 kilometre derinliğe ulaşılamamış, güvenli bölge gibi meşru bir talebi bile uluslararası çevreye kabul ettirememişken!”

Biz tartışmaya ve bu konularda görüşlerimizi açıklamaya hazırız. Üstelik Haliç Kongre Merkezi’nde Salih Mirzabeyoğlu her kesimi bu temel meselelerde “kendini ifade etmeye” davet etmiş ama hiçbir kesimden “ses” çıkmamışken… Tüm bu sessizliğe rağmen, hazırız. Ama İslâmcı siyasetin bu konuda “günübirlik refleksleriyle” de bu geminin yürümeyeceğini anlaması lazım değil mi?

Yani dünya görüşünüz yoksa, buna bağlı bir “tarih muhasebeniz” yoksa, günübirlik siyasi atraksiyonlarla ortalığa dökülürseniz, sözkonusu yazısının devamında yaptığı şekilde Nuray Mert gibileri sorarlar adama:

- “Saltanatın kaldırılmasına ne diyorsunuz, konu “Osmanlı gücüne ihanet”se o da ihanet mi, değilse niye? Neden Cumhuriyet’i tercih ediyorsunuz? Laiklik Batı icadı, milli bünyeye karşı da demokrasi “Batı icadı” değil mi? Niye halkımız “demokrasi” uğruna şehit oluyor, Şehitler Günü ilan ediliyor? Madem konu evrensel değerler falan değil, Batı icadı, “Batı’nın İslâm dünyasını boyunduruk altına alma aracı”, yüzyıldan uzun zamandır neden karar veremediniz “Batı’nın nesini alalım, nesini almayalım” meselesine. Kapitalizm de Batı icadı değil mi, neden ona karşı çıkmak bir yana, bunca sarılıyorsunuz?”
Açık söyleyelim: Bu soruların muhatabı olarak biz kendimizi görmüyoruz. Neden? Çünkü ne şehitlerimiz “demokrasi şehidi”, ne bizim mücadelemiz “laik cumhuriyeti” koruma kollama mücadelesi. Büyük Doğu-İBDA fikir ve aksiyon hareketinin hedefi-hedefleri bellidir. Biz “demokrasi”yi “en iyi yönetim biçimi” filan olarak görmeyiz. Dileyenler Salih Mirzabeyoğlu’nun “Başyücelik Devleti-Yeni Dünya Düzeni” isimli eserini okuyabilir. Bizim davamız belli, bizim derdimiz belli, yolumuz belli.

Üstelik “İslâmcı siyasetçiler”i bir kenara bırakırsak, Müslüman Anadolu halkının derdi de “laik cumhuriyet” filan değil. Bunu 15 Temmuz’da hep beraber gördük.

Bugün gelinen noktada, İslâmcı siyasetin kendini “muhasebe etmesi” gerekmez mi? 1950’lilerden bu yana Üstad Necib Fazıl’ı dinlemeyen siyasetçiler, bugün hâlâ aynı inatla Büyük Doğu-İBDA’yı, onun ortaya koyduğu fikri, aksiyonu, siyaseti, tarih muhasebesini görmezden gelmeye devam mı edecekler? Fetö gibi bugün artık ahtapot gibi her yanımızı sarmış bir “zihin sulandırma” örgütünü, yıllarca “hocaefendi” diye başımıza musallat edenlerin bir kısmı da, bu ülkenin siyasi, ahlâkî, İslâmî “güdücüleri” değil mi? İbda’yı da, ona tâ 1990’larda “Fettoş” dedi diye, onun “Batı ajanı” olduğuna dair yayınlar yaptı diye dışlayan aynı zümre değil mi?

Dünya görüşünüz yoksa, ferasetiniz yoktur, basiretiniz yoktur. Bugün söylediğinizi yarın yalanlamak zorunda kalmaktan bıkmadınız mı diye sormadan edemiyoruz.
 

Baran Dergisi 508. Sayı