Carl Gustave Jung’ın Freud ile anlaşamadığı ve çatıştığı en önemli konu şuuraltıdır. Freud ateistliğini ilan ederken, Jung, insanda doğuştan dinî bir ruh olduğunu savunur. Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” kitabından çok etkilenen Jung, yaptığı çalışmalarla, Nietzsche’in “Tanrı öldü, O’nu biz öldürdük” fikrine karşı, “Tanrı’nın ruhta tekrar doğduğunu” iddia ediyordu.

Jung, Freud’la arası bozulduktan sonra, bir kitap yazmaya başlar. Ancak bu kitap, kendi şuuraltı süreçlerini ve tecrübelerini not aldığı, rüyalarla, yakazalarla, hayallerle dolu ve ilk bakışta mitolojik bir anlatıymış hissi veren “farklı” bir kitaptır. Öldükten 50 yıl sonra 2009 yılında yayınlanan Kırmızı Kitap, basılması hususunda uzun tartışmalar ve değerlendirmelerin ardından ortaya çıkmıştır. 1913’ten 1930’a kadar üzerinde çalıştığı bu kitap, Jung’un şuuraltı ile yüzleşmesi, “içsel süreçlerin” dibine gitmesi, “hislerini imajlara dönüştürmesi” için bir teknik oluşturmak çabasının ürünüydü. Jung kendi üzerinde bir deney gerçekleştirdi ve rüyalarına, iç yolculuğuna, şuuraltı verilerine yoğunlaştı, gördüklerini çizimleriyle destekleyerek anlattı. Yaptığı bir nevi günlük tutmaktı.

Jung’un bu kitabı yazmaya başladığı dönemi değerlendiren Sonu Shamdasani, psikofizik ve tecrübi psikolojinin kurucularından Gustav Fechner’in bitkilerin ve yeryüzünün ruhi hayatından “mavi melek” olarak söz ettiğini aktarıyor ve 20. Yüzyılın ilk on yılında sanat ve edebiyat dünyasının da benzer arayışların içinde olduğunu belirtiyor.

20. yüzyılın ilk yıllarında kültürel çerçeve, bir arayış içindeydi. Batı’da özellikle edebiyat, psikoloji ve görsel sanatlarda yeni şeyler tecrübe ediliyordu. Yazarlar edebiyatın çerçevesini kırmayı deniyor, ressamlar resmin klasik yapısını bozuyordu. Sürrealistler psikanalistlerin eserlerini okuyor, psikanalistler sanatçıların eserlerini inceliyorlardı. Ruhî veya manevî alanın, iç-batınî tecrübelerin, rüyaların, öngörülerin üzerine gidiliyor, materyalizmin görkemli imparatorluğu kapitalizme evrildiği 21. yüzyılın hemen öncesinde sanatkârlar, bir arayışın içinde savruluyordu. Yazarların sürrealist yazım tekniklerine başvurmaları, ressamların şuuraltına ve rüyalara ilgileri, yeni bir anlam arayışı olarak da değerlendirilebilir. Dadaizm’in kurucusu Alman yazar Hugo Ball şöyle diyordu:

“1913’te dünya ve toplumun görünümü şöyleydi: Hayat bütünüyle kuşatılmış ve zincirlenmiş. Bir çeşit ekonomik kadercilik hakim; her bir ferde istese de istemese de belli bir rol biçilmiş ve bu rolle birlikte, karakteri ve çıkarları atanmış. Kilise önemsiz bir “kefaret fabrikası”, edebiyat ise bir emniyet subabı olarak görülüyor. Sürekli karşımıza çıkan en önemli soru şu: Bir yerlerde bu duruma son verecek kadar büyük bir güç var mı? Eğer yoksa, insan bu durumdan nasıl kurtulabilir?”

Bu kültürel kriz veya çerçeve içinde Jung’un, edebiyatın ve sanatın arayışına denk bir yerde şuuraltını kendi tecrübeleri ile anlama girişimi olan Kırmızı Kitap yazılmaya başlanmıştır denilebilir.

Rüyalarını çözümlemeye ve anlamaya çalışan Jung, bir süre kendisinin bir şizofren veya deli olduğunu düşünmeye başlar. Daldığı bu şuuraltı dünyası onu zaman zaman çok korkutur. İlmi kariyerini gölgeleyeceği endişesi duyar. Mircae Eliade’ye şöyle der:

“Bir psikiyatr olarak endişeleniyordum. O günlerin diliyle “şizofreni yapmak” üzere olabileceğimi düşünüyordum… Aberdeen’deki kongrede sunmak üzere şizofreni üzerine bir konuşma hazırlıyordum ve sürekli “kendimi anlatıyor olacağım! Bu konuşmayı yaptıktan sonra delireceğim” diye düşünüyordum. Kongre 1914’te yapılacaktı, yani tam da Güney denizlerinde seyahat ettiğim üç rüyayı gördüğüm dönemde. 31 Temmuz’da konuşmamdan hemen sonra gazetelerde savaş çıktığını okudum. En sonunda anlamıştım. Ertesi gün Hollanda’da karaya çıktığımda kimse benden daha mutlu değildi. Artık benim için bir şizofreni tehlikesi olmadığından emindim. Rüyalarımın ve görülerimin kollektif şuurdışının derinliklerinden geldiğini anladım. Artık yapmam gereken şey, bu keşfi derinleştirmek ve doğrulamaktı. İşte kırk yıldır yapmaya çalıştığım şey de budur.”

Jung’un yaptığı tecrübî çalışma, mitolojilerde, şuuraltında ve rüyalarda ortaya çıkan sembollerin anlamları üzerine arkeolojik kazı yapmak ve bu sembollerin “arketip”lerini sistemleştirmek ve tecrübe ettiği şeyi ilmî olarak doğrulamaktı. Jung, kendi gördüğü bazı rüyaların “büyük rüya” olduğunu ve bu rüyaların “kollektif şuurdışından” kaynaklandığını yani kendisiyle değil, dünyayla ilgili olduğunu belirtiyor.

Kırmızı Kitap’ın heyecanla karşılanmasına rağmen üzerinde yapılan çalışmalar, kısmî ve kısır… Kırmızı Kitap’ın benim açımdan önemi, Salih Mirzabeyoğlu’nun “Tilki Günlüğü” eserine bir pencere açması, bir yönüyle Jung’un “Kollektif Şuuraltı-Şuurdışı” dediği verilerden yola çıktığı çeşitli sembollerle rüya tahlillerinin belli noktalarda Tilki Günlüğü’nü hatırlatması. “İnsanlar uykudadır öldükleri zaman uyanırlar” hadisini, “rüya içinde rüya” bahsini, dünya hayatında görülen şeylerin de tevil ve tabirinin gerektiğini ve Ölüm Odası B-Yedi eserlerinde, hikemiyatın üst dilini çözümlemesini ve tahlilini, kelimeler üzerindeki bir nevi arkeolojik kazısını hatırlayalım. Bu anlamda Tilki Günlüğü’ne dair yapılacak incelemelerde, Jung’un çalışmalarının (Salih Mirzabeyoğlu’nun “kâinatın topoğrafyası” dediği eseri için) ufuk açıcı olacağı kanaatindeyim.

Salih Mirzabeyoğlu’nun bu eserleri de, Jung’un Kırmızı Kitap’ı gibi henüz tahlil edilemedi. Jung, Kırmızı Kitap’ında fikirlerinin “tecrübe ediliş” sürecini, Salih Mirzabeyoğlu da ortaya koyduğu dünya görüşünün, fikirlerinin, “hikemiyata ve sırra açılan yönünü” yazdı bu eserlerinde. Jung’un peşinde olduğu ve mahiyetini bilmediği “sır” ile Salih Mirzabeyoğlu’nun peşinde olduğu ve mahiyetini “bildiği” sır, şüphesiz aynı değildi. Çünkü: “Sırrîlik… Eğer bâtın kahramanları, mahvolan bir sûret halinde ve mukayyed bir varlık şeklinde işi kaba teşhise dökselerdi, küfre düşerlerdi… Ve kafir, sûret tecellisinin hakikatini bilseydi, putperest olmazdı!..” (Salih Mirzabeyoğlu, Yağmurcu, s.321)

*Kaynak: C.G. Jung, Kırmızı Kitap, Kaknüs Yay., İstanbul 2016


Baran Dergisi 623. Sayı