Geçtiğimiz günlerde Celal Fedai, edebiyat dünyasının fikirsiz, yörüngesiz, haritasız ve omurgasız bir kast sistemi kurduğunu tasvir eden bir nevi “manifesto” yayınladı. Aynen katıldığım bu metni kendi sayfamda yayınlamaya karar verdim. Tartışmayı buraya taşımak adına:

TÜRKİYE’DE MÜSLÜMANCA BİR EDEBİYAT OLUŞMASININ ÖNÜNDEKİ ENGELLER
Dünya değişiyor… Türkiye’de eli kalem tutan Müslüman yazarlar, bu değişimi okuyamıyor. Neredeyse yirmi yıldır, üç dört nesil, bu değişimler okunamadığı için yörüngelerini bulamadılar. Yeteneklerini çarçur ettiler.
Sol çevreler tükenmişlik içinde… Bundan üzüntü duyabiliriz ancak. Umut ise, Müslümanlarda… Türkiye, sorumlulukları olan bir ülke ve fakat eli kalem tutan Müslüman yazarlar, şairler, sanatçılar hayatı, edebiyatı, siyaseti yönlendirerek ona irtifa kazandırma donanımına sahip değil. Müslümanca bir hayat, edebiyat, düşünce ve sanat ortamı oluşması için verimsizliğin sebebi olan şu hallerin değişmesi şart. Aksi halde Türkiye, otuz yıldır popüler müzik ile kulağı yok olmaya yüz tutmuş bir yığın olmaya gittiği gibi algıları da kapanmış bir ülke olacak… Bunlar şunlardır:

1. Dünya Siyasette Türkiye’ye Bakarken Edebiyatçı Önüne Bakıyor: Dünyada şeytani bir güç insanlığın Rabbleriyle olan bağını koparmak için yeni oyunlar kuruyor. Bu, her zaman böyleydi, böyle de olacak. Müslümanlar bunu unutuyor. Geçmişte onlara psikolojik bir harp taktiği olarak “çağdaş” değilsiniz dendiği için yaşanan zamana uymayı bir erdem sanıyorlar. Oysa yaşanan zaman, insanlığın medeniyet destan olan numunelerini tek tek yok ediyor. Türk halkı adına popüler müzik deden bir illetle alıklaştırılıyor ki halk kesimleri millet değil avam, yığın olsun. Türkiye’de Müslümanca düşünenler, buna karşı mücadele edeceğine buna uyup avamlaşıyor. Türk edebiyatı, Türkiye’nin tarihî kaderine yoldaşlık edemiyor. Siyaset klasik siyaset düzenimizi kurmak isterken edebiyatımız ciddiyetsiz fantezilerle oyalanıyor. Evanjelik Pinkster hareketinin dünyada 400 milyon taraftarı var. Türkiye’de Müslüman edebiyatçılar, bir entelijansiya oluşturamıyor. Bunun derdine, kederine, vizyonu da sahip değiller maalesef.

2. İdeallerin değil piyasanın güdümüne girmek: Müslümanlar günün gerçekleri için ideallerini feda etmemeli. Gerçeği idealleri için dönüştürmeye ceht edeceklerine ideallerini, küresel siyasetin gerçeklerine göre dönüştürmeye uğraşmamalılar. Aliya İzzetbegoviç, “elem duyuyorum” diyordu Özgürlüğe Kaçışım’da. Küreselleşme -postmodernizm- Türkiye’yedeki Müslümanlara gamsızlığı pazarladı. Millet bunu yutmadı ama edebiyat yuttu. En çok rağbet gören edebî tür olan öyküye bakın… Kelimelerle yazılmış öyküler var. Öykücüler deniyor, oynuyor ama yaşamıyor. “Öykünün, romanın alıcısı var”, diye bu türlere kayılması, Müslümanların edebiyatının, ideallerinin değil piyasanın güdümüne girdiğinin basit bir göstergesi. Yirmi yıl evvel Tarık Buğra okuyan Müslümanların irtifasının nasıl düştüğünü anlamak için bugün piyasaya mal yetiştirir gibi öykü, roman yazanlara ve dertsiz, elemsiz, meselesi olmayan dergilere bakılıp anlaşılabilir.

3. Tükenmiş Sol’u Kendine Hiza Almak: Türkiye’de sol, Türkiyeli olmayı istemeyenler eliyle sahihliğini kaybetti. 1990’lı yıllarda solun bir çevresi Ahmet Taner Kışlalı rahmetliyi okumanın irtifasına sahipti. Şimdi o çevre Yılmaz Özdil okuyor. Avamlaşmadır bu… Maalesef Türkiye’de Müslümanca düşünenler, solun bu avamîleşen yönlerini alıp dergilerine, yayınevlerine öylece yön verdiler. Eskiden gençlere irtifa veren dergiler, yayınevleri vardı. Şimdi gençlerin yaşanan zamandaki zayıflıklarından faydalanan yayınlar yapan yayınevleri, dergiler türedi. Bir gencin kavrama seviyesi ne kadar düşük olursa olsun ona kavrayışından fazlası verilir ki o kendi eksiğini görüp verilen esere, onun sahibine saygı duysun. Yapılan şey ise bunun tam tersi: Gençlere eğlencelik veriliyor. Eğlenceliklerin yazarları da postmodern popülizm ideolojisi ile büyütülüyor. Genç, “bunları ben de yazarım” düşüncesine kapılıyor. Kapılmayanlar ise, bu narkotik dergilerle uyuşuyor. Müslüman gençlerin de uyuşturulmasına müsaade edilmemeli. Narkotik vazifesi gören dergilerle varılabilecek bir mesafe yoktur.

4. Müktesebat Noksanlığı: Yaşı otuz beşten aşağı olanlar ne Türk edebiyatının ne de dünya edebiyatının birikiminden nasiplenmiş… Edebiyatın içinden bakamıyorlar, konuşamıyorlar. Daha genç olanlar da onlara bakıp edebiyat için gayrete gerek olmadığını düşünüyor. Daha büyük yaşlarda olanlar hocalığı değil derebeyi olmayı seçtiği için “Müslümanca saf tutma ahlakı” değil “küresel kâr ve itibar için sıranı bekle hiyerarşisi” oluşmuş durumda. Bu yüzden eleştiri mekanizması işlemiyor. Eleştiren kişi öteden beri sevilmez ama ne dediği önemsenirdi. Şimdilerde eleştirmenin yerini şakşakçı beslemeler kapladı. Edebiyat dert dostluğu değil saadet zinciri ilişkisine dönmüş durumda. Ötesini söylemeyeceğim…

5. Ağabeyden Derebeyine Geçiş: Rehber Mutasyonu: Edebiyat bir kişilik meselesidir. Kişiliğini arayan kişi onun yolundan kendince geçene yakınlık duyar. Doğaldır. Ancak durum başkalaştı. Edebiyat bir fikri mücadele olmadığı, ticari bir iş, piyasadan kâr kapma halini aldığı için ağabeyler ile arkadan gelenler, gayet güzel bir uyumla iş paylaşımı yapmakta. Yaşça ilerleyenler arkadan gelene şirketin işlerini devredip “ağabey” pozisyonunu almakta. “Ağabey mutasyonu”, budur. Öğreten, had bildiren ağabey gitmiş, “üst pozisyon modeli” gelmiştir maalesef.

6. Külliye İnşasına Değil Kendine Çalışmak: Buradaki “külliye” kuşkusuz büyük Türk Edebiyatı’dır. On beş yıl önce, dönemin solcularını dedelerinin dağlarından taş kırıp külliyemizi inşa etmeye çağırmıştım İzmir’de. İstanbul’dan ressam Ekrem Kahraman ile birlikte biri profesör diğeri kültür sanat editörü üç kişi geldiler. Veysel Çolak da dâhil oldu. Külliye inşa etmeyi tartıştık. Sonra dediler ki: Sen hazırlıklı idin, gol attın, İstanbul’a gel. Vardım. Tartıştık… Olması gereken budur. Tartışmak… Maalesef günümüz Müslüman duyarlıklı edebiyatçıları külliyemizin inşasına gelmeyip piyasada paylaştıkları pozisyonların gelişmesi, korunması için çalışıyorlar. Tartışmıyorlar, bitişiyorlar. Yakışmıyor bu…

7. Fikirlerin Doğurduğu Zenginlik Değil Çatışmasızlık Paktı: Fikirlerin farklılığı Müslümanca düşünmeyi geliştirir. Oysa ortada fikirlerin teatisi değil pazar yarışı içinde kalmak için çıkan dergiler var. İstisnalar pek az. Bu dergiler niye çıkar? Hangi estetik anlayıştadır? Dünyada siyaset bunca yol alırken onlar hangi tavrı siyasîlerden önce alabilmektedir? Bunlar ve daha başka nice hususa cevap veremeyiz. Dergiler tavırsızdır. Tavrını siyasetten sonra almaktadır. Bir siyaset adamı olarak Erdoğan’ın Türkiye’yi tarihi kaderini döndürme vizyonunu bir şair olarak desteklemem, onda duruş görmemden başkasına dayanmaz. Bir solcu olsam da onu desteklerdim. Bir solcuyu da Türkiye’yi tarihî kaderine döndürmek dilese desteklerim. İslam gerçek bir solcuyu rahatsız etmez. Beni de adalet arayayım derken İslam düşmanlığı yapmayan bir solculuğun rahatsız etmediği gibi…

8. Sermaye Yayınevi Olup da Vizyonu Olmamak: Dünya bugün ne düşünüyor? Siyasette, edebiyatta, sanatta ne düşünüyor? Sermaye gücünü ardına alarak yayıncılığa başlayan yayınevleri, maalesef bunun için çalışmak yerine zaten evvelce yayımlanmış kitapları ya da hâlihazırda bir yerlerde kitapları çıkanların kitaplarını kendi kitaplarıyla harmanlayarak yeniden basmayı tercih ediyor. Bu yüzden her yerde aynı adamları görüp duruyoruz. Bunların irtifası nedir bir halkanın parçası olmaktan başka? Var ise bırakalım kendi maceralarını tek başlarına yürüsünler. Durmadan bir gruba niçin ihtiyaç duyuyorlar? Müslümanca düşünmek isteyenlerin dünyayı görmesi için çalışmak yerine niçin kolaya kaçılmakta?

9. Necip Fazıl gibi Olmaktan Vazgeçmek: Başından beri desteklediğim Necip Fazıl ödüllerini alan edebiyatçı kişiliklere bir bakalım… Bu ödülleri verenler şüphe yok ki ödül verdiklerini, Necip Fazıl gibi olabildikleri için bu ödülü layık görmediler. Değişik nedenleri vardır ama bunlardan biri ve bence en mühimi “Necip Fazıl gibi olun” duasıdır. Alanlar, bu arzuyu duyup inşaAllah ona göre ömürlerine bir bakıyorlardır. Necip Fazıl ödülünü bir itibar nesnesi olarak kullanıp dertsiz, davasız, cool edalarda gezinmek öncelikle kendiyle çelişmek demektir. Şahsen bana birileri haberim olmadan Metin Eloğlu ödülü verse, bunu dünya görüşümüzün farklılığından da önce “Ben cıvık bir şair değilim” diye reddetmek gereği duyarım. Necip Fazıl gibi olmayı istemek esaslı bir şeydir olamasanız da tıpkı Karakoç, Zarifoğlu, Özel olmayı istemek gibi…

Not: Bu sıraladıklarımı yirmi yıldır söylüyor, yazıyorum. Biliyorum ki bir şey değişmeyecek… Değişsin, diye de yazmış değilim. Ama biliyorum ki Türkiye’de herkes avamlaşsa o avamları da alıp adam edecek bir “kader” var bizi çekip çeviren. İşte benim aşkım ona, boyun eğmem de ondandır.

Baran Dergisi 617. Sayı