Din dışı, tanrıtanımaz ve sadece dünyevî ihtirasları empoze eden seküler anlayış; kendisini ateizm, deizm, pozitivizm, liberalizm ve materyalizm gibi izm’lerin adı altında temsil ediyor.
200 yıllık Batılılaşma temayülü, kendi yapısal formlarımızdan, gelenek ve değerlerimizden vazgeçmekle başladı. Dini öteleyen seküler bir anlayış, toplumu felakete sürükledi. İnsanımız kendi ruhuna yabancılaştı. Kendi anlayışını yenilemek yerine Batı’nın kural ve bilgi yığınlarına teslim oldu. Kendi kültürünü ileriye taşımak ve geliştirmek yerine başka kültürlere adapte olmayı marifet saydı. Kendi tarihini yok sayarken başka medeniyetlerin tarihine, sanatına hayran kaldı. İslam toplumunu oluşturan unsurları terk edenler ise kendisini dinle çatışır halde buldu.
Din dışı, tanrıtanımaz ve sadece dünyevî ihtirasları empoze eden seküler anlayış; kendisini ateizm, deizm, pozitivizm, liberalizm ve materyalizm gibi izm’lerin adı altında temsil ediyor. Bu akımların tek hedefi; dünyayı dinin ekseninden çıkarıp, insanın fıtratını bozabilecek çeşitli sapkınlıklara sürüklemek. Disiplinden, nizamdan uzak, dinin getirdiklerine yabancı seküler zihin; merhameti, adaleti, huzuru, disiplini de kendi kurduğu mutlak olmayan “sistem”lerinde arıyor ve bu sistemleriyle dünyayı uçuruma sürüklüyor. İştihaları doymak bilmeyen, aklını ve ruhunu bel altına teslim etmiş, zihni Batı’nın “bilimsel değerler”, “evrensel değerler” diye dayattığı saçmalıklar dizisine takılı kalmış toplumlar ise öylesine ayrıştı ve öylesine koptu ki, artık hiç kimse birbirine benzemeyerek bir yanlışlar silsilesinin bütününü temsil eder oldu. Giydiği, yediği, konuştuğu, düşündüğü hiçbir şeye benzemeyen ruhsuzlar yığınına sahne oldu dünya. Artık insanın kim olduğuna, ne yediğine, ne giydiğine, nasıl düşündüğüne, neye inanacağına, neyi yanlış neyi doğru kabul edeceğine sahip olduğu din-anlayış-kültür değil de sekülerizm karar veriyor. Bu sebepten ötürü hoca-talebe, öğretmen-öğrenci, mürşid-mürit, usta-çırak ilişkisi kalmadı. Allah’ın sözüne karşılık insan sözünün mutlak kabul edildiği bir simülasyonda fıtrata aykırı biçimde yaşıyoruz.
Peki, portresi böyleyken dünyanın, Türkiye toplumundaki manzara nasıl?
Seküler-Batıcı hayat tarzı, toplumları kendilerine özgü din, dil, kültür, ahlak anlayışından kopardı. İnsanı bireysel, kendi içine dönük, hissiz, düşüncesiz bir hale soktu. Dini kuralları hayatlarından çıkardıkları gibi bunlara bir de izafilik addederek insanı kendi “özgürlüğüne” terk etti. Böylece dinden ve ahlaktan uzaklaşmış bir şekilde kendi kafasına göre “yaşayan” bir anlayış peyda etti. Ortaya ise manşette sergilediğimiz fotoğraftaki gibi çarpık bir anlayış türedi. Elbette fotoğraftaki şahsiyetlerle ilgilenmiyoruz. Bizzat toplumun birbirine hiçbir şekilde benzemeyen, hızlı dönüşümünü tenkit ediyoruz. Mini etekli, çarşaflı ve polis kıyafetli kadınların yan yana olduğu fotoğraf Türkiye’nin içinde bulunduğu içler acısı hali gözler önüne sermiyor mu?
Biz, “Neden şu kişi mini etek giydi?” demiyoruz; biz “Ne ara Türkiye’nin manzarası kendisiyle alakası olmayan ve fersah fersah uzak olan bir manzaraya büründü?” diye soruyoruz.
Bu vaziyet; Müslümanların İslam’ı hür yaşadığı bir toplum değil de sekülerizmin 200 senede insanımızı istediği yere getirdiğinin görüntüsüdür ve mini etekli kadının nazarında Batıcı-seküler rejim her halükârda galiptir.
Seküler rejimin çarklarına zihnini kaptıranlar böylesi bir ortamda Müslümanların hür olamayacağını anlayamayacaktır. Herkesin istediğini istediği gibi yapabildiği, iştihalarından başka bir şey düşünmediği, kuralsız, nizamsız, ahlaksız bir ortamda Müslümanların ya hâkim olması ya da bu ortama ayak uydurması gerektiğini, fakat ayak uyduranın da zillette olduğunu anlayamayacaktır. Çünkü biz biliyoruz ki, Müslümanlar Allah'a esir olarak hürriyetini muhafaza eder. Batıcıların eşek özgürlüğüne sahip olduğu yerde Müslümanlar hür olamaz. Hak ile batılın ortası da batıldır ve ikisi bir arada olamaz. İlla ikisinden biri galip gelir. Seküler rejime boyun eğenler Müslümanların İslami bir sistemi olmadığı müddetçe hür olamayacaklarını da anlayamayacaktır. Biz yine biliyoruz ki; topluma 20 senedir empoze edilen “Mini eteklisi, bikinilisi, tesettürlüsü ile bir arada kardeşçe yaşıyoruz” anlayışı, Müslümanları kandırmak için sapık sekülerler tarafından uydurulmuş bir anlayıştır. Burada Kemalist rejim kendi sapıklığı içerisinde Müslümanlara yer tayin etmeye kalkıyor, Müslümanlar ise tayin edilen bu yerde “kardeşçe” yaşadığını sanıyor. Seküler hayat tarzı “Namazınızı kılıyor, orucunuzu tutuyorsunuz ya” anlayışını dikte ediyor; Müslümanlar ise seküler hayat tarzının müsaadesi sınırları içinde kendilerine verilen bu “imtiyazı” bir lütufmuş gibi kabul ediyor.
İslam sadece fert değil bir toplum dinidir. Ve bu toplum dininin kurallar bütününü temsil eden İslam’a muhatap anlayış olmadığı sürece Türkiye, Batı’nın içinde olduğu din dışı sapkın ne idiğü belirsiz ucubeler toplumuna doğru evrilmeye devam edecek ve önü alınamaz şekilde garabet arz eden bir manzaraya şahitlik etmiş olacağız.
Bu hususta Aylık Baran olarak sekülerizmin toplumları getirdiği son durumu ve nereye sürüklendiğimizi sosyolog Adem Palabıyık, Tefekkür ve Kelam Araştırmaları Merkezi Başkanı Melikşah Sezen, siyasetçi yazar Muzaffer Doğan ve tarihçi yazar Şükrü Altın’a sorduk.
“Yaratıcının değil insan aklının ortaya koyduğu hayat tarzı dayatılıyor”
Sosyolog Adem Palabıyık:
Sekülerizm bir kere bireysel bir olgu. Dolayısıyla insanın kendi özünü ilgilendiren, Müslüman topluma has bir mesele değil. Taklit edilmiş, öğrenilmiş bir mesele. Dolayısıyla biz sekülerizmi ontolojisi Batı’ya dayanan bir süreç olarak ele alıyoruz. Sekülerizmde en önemli meselenin, bir peygamberin Hristiyanlık dininde tanrının sözüne eş değer ya da ona mukabil kabul edilmesiyle başladığını düşünüyoruz. Hemen hemen bütün sekülerleşme teorileri bu şekilde başlıyor. Dolayısıyla Hazreti İsa’nın Hristiyanlık dininde tanrının sözüne ortak edilmesi ve oğul olarak onun yanına konumlandırılması Hristiyanlıktaki sekülerizmin başlangıcının delaleti kabul ediliyor. Buradan yola çıktığımızda şunu görüyoruz; insanların kendi hayatlarında özellikle kutsal ya da dini değerlere atfettikleri dini görüşlerde kendilerinin de bir söz söyleme hakkının olduğuna dair bir kader inancı belirleniyor ve bu kader inancı üzerinden insanın kendi rasyonelliğini okuması devam ettiği sürece de, aslında Hristiyanlık dinine göre tanrının koyduğu kuralların ötesinde insanların da bu kuralları revize edebilme “şansı” doğuyor. Aslında bu “şans” Durkheim gibi bir bakış açısıyla bakıldığında yaratıcı tarafından değil insan sözü tarafından da belirlenebiliyor; işte sekülerizmin bize dayattığı esas tehlike de buradan başlıyor.
Yaratıcının koyduğu hükümler revize edilerek rasyonel aklın koyduğu hükümlerle oluşturulmaya çalışan bir toplum var. Benim söylediğim tartışmalar 18. ve 19. yüzyılda yapılan tartışmalar. 21. yüzyıla dair yapılan tartışmalar da postmodernizm üzerinden yapılıyor. Burada da bahsettiğimiz o yaratıcının ortaya koyduğu kudret hem de insanın yaratıcı sözüne olan müdahalesinin ötesinde; amacı olmayan, yeniden tanımlanmak istenen fakat insan aklının üretiminin de herhangi bir şekilde uygunluğu sorgulamayan bir hayat tarzı ortaya konuluyor. Dolayısıyla sadece dinsiz değil aynı zamanda peygambersiz ve kutsal kitabı olmayan bir din inşa edilmeye çalışılıyor. Bu da üçüncü evre oluyor. Birinci evre tanrının sözüne karşılık insan sözünün oturtulması. İkinci evre tanrının yanına oturtulan insanla birlikte onun kutsiyetine insanın rasyonel aklıyla müdahale edilmesi ve dinin dönüştürülmesi; üçüncü evre de özellikle postmodernizmle birlikte rasyonalizm olsun ya da olmasın herhangi bir şekilde akılla üretiminin yorumla devam ettirilmesi. Fakat bu yorumda herhangi bir şekilde rasyonalizm aranmıyor, peygamber ve kutsal kitap olmayan heterodoks bir din ortaya konulmaya çalışılıyor.
Zaten insan aklına uygun olmayan sekülerizm de ahlaksızlık, yozlaşma, kuralsızlık, sınırsızlık, tatminsizlik ve doyumsuzluk empoze ediyor. Dolayısıyla insan doğası bu tatminsizliğe en fazla bir süre karşılık verebiliyor ya da bir süre mücadele edebiliyor. Bunun sonrası intiharlar, cinnetler oluyor. Bugün ortaya çıkan parçalanmış iman sendromu artık bir yerde insanların yeni bir yön bulmasına sebep oluyor. Bu yön artık öze dönüşü gösteriyor. Çünkü insan tatminsizlikten, ahlaksızlıktan, hayasızlıktan o kadar çok bunaldı ki, fıtratını aşan bir durum yaşıyor; haliyle kendi aklını da çepeçevre kuşatan ahlaki kuralların bütününü arar oluyor. Bunun öze dönüşü de yine din oluyor.
“Dünya ve ahiret dengesini tesis edecek bir yatırım şart”
Tefekkür ve Kelam Araştırmaları Merkezi Başkanı Melikşah Sezen:
İsmail Fennî Ertuğrul merhum, sekülerizm kelimesini “her şeyi hayat-ı dünyeviyyeden ibaret addetmeye bir meyil” olarak tarif eder ve “dünya hayatını ebedî olan uhrevî hayatın yerine ikâme edip, inâyet-i İlâhiye yerine ilmi kabul etmektir” diye de tasrihte bulunur. Seküler nazar bir zihne hâkim olduysa, bu sadece âleme dair hüküm ve ilişkilerle sınırlı kalmaz, zamanla itikâd da sekülerleşecektir. Dünya hayatını uhrevî hayata ikame edip yaşamaya başlayan her fert günün sonunda dünyevî arzu ve ihtiyaçlarını, uhrevî hesap ve kaygılarının önüne geçirmeye başlayacaktır. Seküler hayat tarzı dediğimiz de zaten budur. Dünyada uhrevî/manevî hakikatlere yer bırakmamacasına yaşamaktır.
Maalesef böyle bir hayat tarzı ise şehvetperest, menfaatperest, hazcı insanlar yetiştirmekten öte bir netice vermez, vermiyor. Dünya ve ahiret dengesini tesis ederek yaşamının imkânı üzerine düşünmeden, eğitimden kültüre hemen her alanda bu imkânı geliştirmek üzere uzun soluklu yatırım yapmadan bu dengeyi tesis etmek ne yazık ki mümkün görünmüyor.
“Yüz yıllık sekülerleşme insanımızı kendisine yabancılaştırdı”
Siyasetçi yazar Muzaffer Doğan:
Bizde sekülerleşme ve geldiği nokta: Sekülerizm (sekülarizm), Batı’da ortaya çıkmış ve zamanla Müslüman dünyaya ve diğer doğu toplumlarına da yayılmış bir anlayıştır.
Dinî, uhrevî, ruhanî hayatı dışlayan, yok sayan; dünya hayatına odaklanan, zaman içinde hayatın her alanını kuşatan bir akımdır. Din merkezli hayat tarzına karşı bir tepki hareketidir. Hayatın her alanında, dini, dinin mukaddes değerlerini, emir ve yasaklarını tanımlayıcı, yok sayıcı, dışlayıcı bir anlayış olarak gelişmiş ve yerleşmiştir. Her alanda, dünya hayatının yalın gerçeklerini, pratik hayatın ihtiyaçlarını, hiçbir sınır tanımadan yaşamak arzusundan kaynaklanmıştır. Latincede, “çağ” anlamına gelen “saecuim” kelimesinden, İngiliz dili için türetilen “secularism” (sekülerizm), Türkçeye de, “laiklik, çağdaşlık, çağdaşlaşma, dünyevîleşme” olarak çevrilmiştir. “Fransız sekülerizmi” olarak da anılan “laiklik” kavramı, daha kapsamlı olan sekülerizm hareketinin bir parçasıdır. Türk eğitim tarihinde, “nasıl bir insan istiyoruz?” sorusu ve bir insanda bulunması öngörülen değerlerin, özelliklerin “hangi eğitim-öğretim muhtevası ile kazandırılacağı” konusunda, yoğun tartışmalar yaşanmıştır.
Bu tartışmaların odak noktasında, “dinî eğitim ve “laik eğitim” ikilemi ortaya çıkmıştır. Bu tartışmalarda, sistemli olarak, daima sekülerizm(dünyevîleşme) öne çıkarılmıştır. Cumhuriyetin ilânı ile, bu tartışmalar netleşmiş; dinî değerler rafa kaldırılmış, “Tevhid-i Tedrisât” (eğitim birliği) kanunlaş(tırıl)mıştır. Bu yeni anlayışla, İslâmî eğitim kurumları (mektep-medrese-tekke-dergâh) kapatılmış/yasaklanmıştır.
Sekülerizm, bizim gibi, yüzyıllarca ilâhî ölçülerle, İslâmî değerlerle yaşamış ve yoğrulmuş bir toplumda, büyük bir travmaya, kırılmaya, sapmaya, yozlaşmaya, kargaşaya yol açmıştır.
Yeni nesiller, ahiretten, ruhanî hayattan, ahlâkî sorumluluklardan uzak; tamamen dünya hayatına odaklı, hiçbir ölçü, hiçbir sınır tanımadan, dünyevî, bedenî, behimî, şehevî hazların tatmini yönünde bir yol tutmuştur.
Laiklik veya sekülerleşme, insanı, bedeni ile değerlendiren, ruhî hayatını ve bu hayatın ihtiyaçlarını yok sayan; zamanla, insanı körelten, dumura uğratan, din dışı(profan) bir varlık durumuna dönüştürmüştür. Laikleşme veya sekülerleşme, gitgide insanı, hayvanî duygularının esiri olma durumuna düşürmüş ve bütün insanî değerler terkedilmiş; insan, hayvanlaşma, hatta İslâmî anlayışa göre, “hayvandan daha aşağı” bir yere düşürülme/düşme tehlikesiyle karşı karşıya getirilmiştir. Bizdeki bu gelişmeler, Tanzimat’la başladı, Meşrutiyet’le gelişti, Cumhuriyet’le de hayatın her alanına sirâyet etti.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek, bu dönemleri, “üç katil çığır” diye isimlendiriyor “İdeolocya Örgüsü” isimli meşhur eserinde. Yüz yıllık sekülerleşme, Batılılaşma maceramız; cemiyetimizi, insanımızı, tarihine, mazisine, mukaddeslerine ve kendisine yabancılaştırdı. Beklenen; silkiniş, öze dönüş, hayatın mânâsını, yaratılış sebebini kavrayış ve diriliştir.
“Devletin ahlaksızlığa anında müdahale edebilme refleksi olmalı”
Tarihçi yazar Şükrü Altın:
Çocuklarımız ellerindeki cep telefonlara mahkûm edilmiş. Batı’nın esrardan beter “oyun”ları ile kafaları telefonlara gömülmüş vaziyette. İletişim Başkanlığı çocuklarımıza teknolojiyi öğretiyoruz diyor ama dışarıdan gelen n’idiğü belirsiz furyaya karşı da bir tedbir alamıyor. Bu seküler anlayış gençlerimizi uçurumun kenarına itti ve gençlerimizi kaybediyoruz. Gençler artık aile ile birlikte hareket etmiyor, ayrı odalarda, kendi başına yalnız bir şekilde yaşıyor. İnsanlar yalnızlaştırıldı. Anne babasıyla geçinemiyorlar çünkü iki kuşak arasına öyle bir farklılık koydular ki, baba oğlunu, oğul babasını anlamaz hale geldi. Seküler hayatın insanı etrafını görmüyor artık. Topluma bu sebepten uyum sağlayamıyor. Toplumun bu kadar çarpıklığı iyiye alamet değil. Yarın bu gençler devleti yönetecek, bu halle mi? Anlayış değişti, özgürlük söylemleri dayatıldı. Millet artık kitap okumayı bıraktı, teknolojinin seyrine kapıldı. Toplum bir kargaşa içerisinde ve bu kargaşayı da devlet düzeltmek zorunda. Tepeden inmeci bir anlayış şart! Müstehcen yayınlar yapılıyor, “Hâkim kararıyla bu site kapatıldı” deniyor; gayet güzel fakat dünya üzerinden yapılan binlerce yayın var, oyun var. Bunlara müdahale edebilme, ayıklayabilme refleksi yok. Müslüman için zaman çok önemli, seküler hayat bizden zamanı aldı. Zamanı boşa geçiriyoruz. Çocuklar da yetişkinler de boşa harcıyor zamanını. Dediğim gibi, devletin müdahalesi şart! Anne baba ne yaparsa yapsın bir yere kadar fakat devlet kötülüğü anında yok edebilecek kudrette olmalı. Çocuklarımız sokağa çıktığı zaman anne babanın etkisinden daha büyük etkiler altında kalıyor, yönlendiremiyorsun çocuğu.
Aylık Baran Dergisi 18. Sayı, Ağustos 2023