Müslümanlar tek bir ümmettir ve bütün müminler kardeştir. El-Hak, bu esaslar kesindir, tartışması olmaz. Bir kavmin yekdiğerine üstünlük iddiası batıldır, üstünlük ancak takvadadır. Evet, bu ölçü de kesindir ve tartışması olmaz. Bu ölçünün devamı olarak, savaşanla oturan, bilenle bilmeyen eşit değildir. Hal böyleyken tarihte ismiyle tartışmasız yer edinmiş Türk, her nedense ümmet kavramı altında inkâr edilmektedir. Her gövdenin bir başı olması gibi, İslam dinine girdiğinden beri ümmete önderlik etmiş Türk, gerçekten ümmet şuuruna sahip mümin tarafından saygı görürken, ümmet kelimesini dilinden düşürmeyen sahtekârlar tarafından kasten yok sayılmaktadır. Sanki Türk deyince dinden çıkılırmış gibi, Türk ismini saygıyla kullanmak tiksindikleri bir şeydir. Gerek fıtrî bir duygu olan kavim sevgisini, gerekse İslam’a hizmetinden dolayı saygı duyulan Türk ismini haram ve tabu noktasına getirmiş bu insanlar, umumiyetle Türklerin halifeliğini yıkmak isteyen İngiliz’in emir eri reformist-selefi kesimlerin mirasçıları ve siyasi Şiiliğin taraftarlarıdır. Doğru yol Ehli Sünnetin düşmanı olan bu kesimler, doğru yolun muhafızlığını yüz akıyla yerine getirmiş Türk’ü ve Osmanlı’yı vicdansızca tenkid ederler, hatta iftira atarlar. Onca hizmeti ve fedakârlığı gözlerden kaçırmak için yapılan bu düşmanlık, aslında Türk’ün şahsında İslam’a düşmanlıktır. Türk düşmanları da İslam düşmanıdır. En hafifleri hasetlikten düşmanlık etse de hep beraber aynı havuzda kâfire hizmet etmektedirler.
Önce, şu sahte ümmetçi nedir kısaca üstünde duralım. Sahte ümmetçi, Ehli Sünnet yoluna düşmandır. “Geleneksel İslam’a karşıyız” diyerek “radikal İslam” adı altında uydurdukları “radikal isyan” tavrı, asla İslam düşmanlarına zarar vermemiş olup, daima dine içten zarar veren bir nifak hareketi olmuştur. Esasında bunlar ya reformisttir, ya selefî, ya şii, ya da hepsinin sentezi garip devekuşlarıdır. Hepsi bir ağızdan Kudüs tantanası yaparak uzaktan İsrail düşmanlığıyla pek bir keskin kişilermiş gibi görünmeye çalışırken, burunlarının dibindeki Ayasofya için kıllarını kıpırdatmış değillerdir. Hiçbiri Osmanlı’yı ve Türk’ü sevmez. Allah’ın takdiriyle İslam âleminin önderi ve Ehl-i Sünnet yolunun muhafızı olmuş Türk onlar için nefret objesidir. Bunu çok da açıktan söyleyecek cesaretleri olmadığından belden aşağı vurmaya çalışır ve sinsi metodlar uygularlar. Osmanlı’da kardeş katli ve saltanat hak mı batıl mı gibi sorularla varmak istedikleri yer muhataplarını Osmanlı’dan soğutmaktır. İbni Teymiyye, Mevdudî, Humeynî gibi adamların adını sakız gibi çiğnerler de Osmanlı’nın gazi sultanlarına gelince dilleri tutulur. İçlerinden bazıları başka kavimlerden olmak sebebiyle Türk’e haset ettiğinden, Kabil’in kardeşi Habil’i kıskanması gibi tersinden ırkçılık ve asabiyet davasına düşer, kendini ateşe atar. Bugün Türkiye, Akdeniz, Libya ve Karabağ’da Osmanlı hatırasını canlandırmaya başlamışken, içimizdeki bu Türk düşmanları hemen tutuşmuş ve Türkiye’nin başka Müslüman ülkeleri yönetmeye kalkışmaması gerektiğini söylemekten utanmamışlardır. Güya İslamcı bu modernist sapık kafalara göre İslam ümmetinin bir başı olması yanlıştır. Serseri küçük devletçikler halinde Batı’nın kuyrukçusu olarak kalmaları daha iyidir. Onların asıl zoruna giden, fikir babaları İngiliz’in korkulu rüyası olan Osmanlı halifeliğidir, o kadar.
Şimdi bir bakalım Türklerin İslam’la macerası nasıl başlamış. Hz Ömer zamanında Kafkasya’yı geçip Hazar Türkleriyle savaşan Müslüman Araplar, Emevîler döneminden itibaren Ceyhun Nehrini aşıp Orta Asya’ya girerek 7. yüzyılın ortalarından 10. yüzyıl ortasına kadar Türklerle savaştı. Türkler bu dönemde Müslüman olmadı ve inatla savaşarak hem kendilerini ziyan ettiler, hem de İslam fetihlerine engel oldular. İddia edildiği gibi Talas Savaşıyla Müslüman olma diye bir hadise yok. Abbasîler zamanında köle asker olan Türkler ise birkaç bin kişilik mevcuttan ibarettir, o kadar. Nihayet 950’li yıllarda bütün Türk boylarında aniden ve kendi kendine İslamlaşma başladı. Hazar ülkesinin Kıpçakları ve doğunun Karlukları (Karahanlılar) Müslüman oldu. Nihayet tam ortada Horasan’ın kuzeyinde Oğuzlar, dedemiz Selçuk Bey önderliğinde İslam’la müşerref olmaya başladı.
O demlerde İslam âlemi ne haldeydi peki? Fetih dönemleri çoktan maziye karışmış, Libya’dan İran’a kadar Şia hakimiyeti yayılmıştı. Fatımîler ve Büveyhîler’in önderliğinde Şii mezhebi İslam âlemini bölüp güçsüz düşürdüğü için toprak kayıpları da başlamıştı. Akdeniz’deki pek çok adadan tutun Antakya ve Halep’e kadar Bizans’ın hükmü genişlemişti. Ta Hz. Ömer zamanında alınmış olan Doğu Anadolu neredeyse tamamen elden çıkmıştı. Ortada koca bir ümmet vardı ama Şia, Mutezile ve felsefecilik fitnesiyle parçalanmış, Allah yolunda gazâ etmeyi unutmuş, adeta uyuşmuştu. Anadolu’nun güney doğu ucunda ve Irak’ın kuzeyinde Diyarbakır merkezli küçük bir devlet olan Kürt Mervanîler tek bağımsız Sünnî topluluk olarak yapayalnız kalmıştı. Hıristiyanlara karşı onlardan başka da direnen yoktu. Ne yazık ki onlar da Bizans ve Şia kıskacında sıkışmış durumdaydı. Allah “Eğer O’ndan yüz çevirecek olursanız, yerinize başka bir toplum getirir de onlar sizin gibi olmazlar.” (Muhammed Suresi, 38) buyurmuş. Adeta bu hükmün tecellisi halinde tam böyle bir zamanda Oğuzlar Müslüman olup Selçuklu Devleti’ni kurdular. Çok büyük cefalara katlanan Selçuklular yanardağ gibi patlayıp Batı’ya yürüdüğünde sırayla Ermenileri, Gürcüleri, Büveyhîleri, Fatımîleri ve Bizans’ı tepeledi. Hem ehli bid’atı yıktı, hem de Kafkasya ve Anadolu’yu fethetti. İmam-ı Gazali de Selçuklu Devleti’nin kurduğu Nizamiye medresesinde ders vermiş olup, bu parlak dönem tarihe “Sünnî Rönesansı” olarak geçmiştir. Bütün bunları yapabilecekken yapmamış olanların Allah huzurunda hesabı ayrı. Bu işleri yapmak şerefine erip Hakkın rızasını kazananların mevkii de apayrı. Allah’ın lütfuyla bu millet imana geldi de İslam ümmeti kurtuldu. Aksi halde Bizans sakin sakin Kudüs’e inecekti. Sonrasını da siz hesap edin.
İslam âlemi, Türk’ü savaş ve siyasette gösterdiği kabiliyetten dolayı lider olarak kabul etmekte zorlanmadı. Sonuçta bunca zaferi Müslümanlara kazandıran hangi millet olsaydı o lider olurdu değil mi? Nasıl ki zamanında Benî İsrail âlemlere üstün kılınmış ama kendisi yoldan saptığı için Allah nöbeti Arab’a vermişse, Arap da yozlaşınca nöbet Türk’e geçti. Ümmet imamsız olamayacağına göre, birine biat edilecekti değil mi? Gayret ve becerisiyle öne çıkmış olanlar dururken yerinde sayan mı imam olacaktı?
O günden bugüne İslam âleminin önderliği Türk’e ait olmuştur. Hep böyle kalması şart olduğundan değil. Daha sonra yine Türklerin kurduğu Osmanlı Devleti, hem savaş, hem siyaset, hem de idarede muvaffak olarak Müslümanların maslahatını gözetti. Müslümanlar da bundan razı olarak yaşadı. Bunun en sağlam delillerinden biri, Şii-Safevî fitnesi karşısında zor durumda olan ve külliyen Sünnî olan Kürtlerin herhangi bir talep olmadan Osmanlı sultanı Yavuz’a biat etmeleridir. İşte ümmet şuuruna sahip olmak da budur. Tıpkı selefleri Selçuklular gibi hem küfre karşı savaşan, hem de ehli bid’ata karşı mücadele eden Osmanlı, daima Ehli Sünnet inancı üzere yaşadı ve düzgün itikad sahibi Müslümanlar için sığınak oldu.
Osmanlı’nın gerilemesinden çöküşüne kadar ümmetin başka bir kavmi çıkıp akışı tersine çevirseydi tabii ki liderlik de el değiştirirdi. Nasıl ki Osmanlı çıkıp Memlükleri tarihten sildiyse başkası da Osmanlı’nın liderliğini beğenmeyip gücü yeterse bunu yapabilirdi. Halbuki bu tarz bir davranış olmadı. Osmanlı bozulduğunda da böyle bir zuhur görülmedi. Rakip olarak çıkmış olan Timur ve Uzun Hasan da Türk’tü zaten. Osmanlı ayaktayken ümmet de izzet ve şerefle yaşadı. Ümmetin önünde kalkan gibi duran Türk’ün yıkılmasıyla ümmet de yıkıldı. Bu yıkılıştan anlaşıldı ki, aslında ümmetin çoğu, Osmanlı gölgesinde yan gelip yatıyormuş. Devletsiz ve halifesiz kalmış ümmet, tam bir asırdır esaretten beter aşağılanmaya mahkûm yaşamıştır. Müstesna şahsiyetlerin ferdî kahramanlıkları dışında umumî bir felç hali desek yeridir. Çakal Carlos’un “Arab’ın son şövalyesi” diye andığı Saddam, Üsame bin Ladin, Cahar Dudayev, Şamil Basayev gibi kahramanlar, bunların en bilinenleridir. Her birinin mücadelesi, beyaz adamın kıstırıp vurduğu aslanlar gibi sonu muhakkak şehadetle bitecek bir koşuydu, ama kanları bereketliydi.
Onların düşmesine üzülen ümmet bugün Türkiye’nin kımıldanmasıyla bile umutlanıp cesaretleniyor. O kahramanların uzun süre yaşayamayacağını herkes biliyordu. Çünkü küfrün bugünkü gücü karşısında her biri çok zayıftı. Oysa Osmanlı mirasçısı Türkiye, hatırlattığı cihan imparatorluğundan dolayı büyük cazibe ve umuda sebep oluyor. Türk’ün tekrar bir imparatorluk kuracağının hayali bile güç veriyor. İslam düşmanı emperyalistler de bunu iyi biliyor. Bundan dolayı Osmanlı Devleti, yıkıldıktan sonra bile sürekli saldırıya uğradı. İngiliz icadı Vahhabîler ve Sünnî düşmanı Şiiler, Osmanlı halifeliğinin meşru olmadığı iddiasıyla ahmakları iğvâ ettiler. Kardeş katli meselesiyle “İslam’da saltanat var mı” sorusu arasında gidip gelen bu hainler, asırlarca Avrupa’ya karşı savaşmış Osmanlı’nın kaç milyon belki de milyar sayıda şehid ve gazisi olduğunu hiç görmez. Kalpleri hasta olduğundan görmeleri de imkânsızdır. Endülüs düşünce İspanya’da Müslümanlar ne halde düştü? Osmanlı yetişmese Kuzey Afrika ve peşinden Mısır düşer, oralarda İslam’ın adı kalırdı. Hint Okyanusunda Portekiz’le, Azerbaycan’da Safevîlerle savaşan ve karşılığında hiçbir zaman minnet talep etmeyen Türk’ü tarihten çıkarmak isteyenler, kendilerine yer bulamaz olurdu. Hal böyleyken zerre vefa ve minnet duymadan azgın bir nankörlükle Türk’ü yok saymak Müslümanın yapacağı iş değildir. Olsa olsa fitne peşinde koşan münafık işidir. Allah rızası gözeten bir vicdan asla bu nankörlüğü kaldıramaz.
Öte yandan şu hakikat var ki, Kemalizm’in zulmüne uğrayan Kürtler ve yine Kemalist diskurun icad ettiği Türk ırkçılığından dolayı bizden soğuyan Araplar zaman zaman suçu yanlış yerde arayarak toptan Türk’e karşı buğza yönelmektedir. Unutmamaları gerekir ki, şahsiyetini İslam’da bulmuş olan Türk de, öz ruhuna kast eden Kemalizm’in kurbanı olmuştur. Ve kurban seçilmesi de, bir daha ümmete önderlik edip haçlı âlemine taarruza yeltenemesin diyedir. Üstad Necip Fazıl bu milleti bu misyonuna döndürmek için eserlerinde Türk vurgusunu çok yapmıştır. Bu gayet bariz olduğu halde ümmetçi geçinen sahtekârlar Üstad’ı “Türkçü” gibi garip bir sıfatla anarlar. Böylece Üstad’ın yapmaya çalıştığını akılları sıra bozarlar.
Bunları dile getirmek kavmiyet ve asabiyet davası değildir. Osmanlı yıkıldığından beri yetim kalıp boyunun ölçüsünü almış olan ümmet, yeni bir hilafet, yeni bir Selçuklu, yeni bir Osmanlı yahut yeni bir Emevî çıkaramadı. Türk’ü ve Türk’ün eserini beğenmeyenler zahmet edip daha iyisini yapsınlar, beğenmeyenin de yüzüne tükürsünler. Oturdukları yerden atıp tutmakla olmaz. Türkler de “biz sıramızı savdık” deyip geçemez, imtihan devam ediyor. Ümmet şuuruna sahip Müslümanlar bayrağı devralan kimse çıkmadığı için son sahibin ayağa kalkmasını bekliyor. Bugün Gazze’de ay yıldızlı bayrak açan Filistinli bunun işaretidir.
Peki ya Türk bu vazifeyi yerine getirmezse, ruhu çürümüşse, gücü tamamen tükenmişse? Allah’a ne zor! Nasıl ki zamanında ümmet zayıfken Türk’ü memur etti, bugün de başkasını memur eder, bize de ona biat etmek düşer. Var mı ötesi?
Baran Dergisi 765. sayı