Cermenler arasında tarih boyunca üç vakıf türünün kendine yer bulduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan ancak 10. Asırdan sonra boy gösteren ve işin doğrusu kendine geniş uygulama sahaları bulamayan türü bugünkü mânâda vakfı andırmaktadır. Diğerleri kullanım hakkını muvakkat devir veya bir kesimin belli bir süre kullanımına açma şeklinde tezahür etmektedir. Tabii bu tür işlerde de asıl maksadın bugüne kadar araştırdığımız diğer medeniyetlerdeki vakıf benzeri kuruluşlarda hedeflenenden çok farklı olmaması iktiza eder: Kişi hayır işleri yaparak Tanrı katında sevap kazanacak ve ayrıca insanlar arasında iyiliği ile tanınıp öyle meşhur olacaktır. Bunun Tanrı’ya dönük yönü ne kadar artarsa, iyiliğin kıymeti o denli çoğalıyor, dünyaya bakan yönü ne kadar yoğunlaşırsa o denli verimsizleşiyordu. İkinci uygulanan şekilde hayır işleri “araçsallaştırılmakta”, asıl maksad kişinin kendi nefsaniyeti olmaktaydı.
Geçen haftalardaki yazılarımızda vakıf kültürünün Batı’da kök salamadığını, kadim Yunan’dan başlayarak sebepleriyle beraber izah etmiştik. O yüzden meselenin kronografik cihetine değinmeyeceğiz. Ancak şu meseleye değinmeden geçersek hayır kurumlarının Batı’daki serencamını tam olarak anlayamayız: Ferd ile içinde yetiştiği cemiyet arasında “diyalektik” bir münasebet mevcuttur. Ferd, dışındakileri tenkid ederek kendi olur. Bu anlamda cemiyet, ferdin zihninin mekân ihtiyacını giderir. Kendini onun sayesinde ve ona göre konumlandırır. Ferd, cemiyetin hem neticesi hem de onun yapıcısıdır. Hülasa, belli bir kritik eşikten sonra içtimaî zihin ile ferdî zihin, ortak varlıklarının devamı adına birbirini besleyerek aynılaşır. Bu, İbda Hikemiyatı’nın bize öğrettiği “şuur süzgeci” meselesidir.
Ancak her nesil değişimiyle, her yeni buluşla, her yeni fikirle cemiyette gerilim oluşmakta ve zihnî kırılmalar yaşanmaktadır. Bunu, metafiziği reddeden Marksizm’in müntesibi meşhur Çinli Mao, tamamen metafizik kokan “nicel birikimlerin nitel patlaması” biçiminde ve gayet özlü bir şekilde tarif etmektedir. Fakat bu değişimler, zihnî dengesizliklere yol açtığından, zihin de esasta denge ve huzura erişmeyi arzuladığından, dengesiz “hali” dengeli gördüğü “mazi” ile telafiye gayret eder. Bu yüzden mekânı, yani boşlukta kaybolup gitmemek için ihtiyaç duyduğu “koordinatları belirlenmiş o anki cemiyeti” ve dolayısıyla kendini teşkil eden temel kurallara içten içe ve samimi bir şekilde bağlı kalarak huzur halinin devamını temine gayret eder. Bu yönüyle bakıldığında Batı medeniyetinden neşet etmiş tüm fikir mezhepleri, en radikal bir şekilde reddetseler bile, o medeniyete samimi bir şekilde bağlıdırlar. BD-İbda Mimarlarının Batı medeniyetini tanımlarken kullandıkları meşhur “üçlü sacayak”, yani “Yunan aklı, Roma nizamı ve Hıristiyan ahlâkı”, fikrinde en ileri gitmiş bir “anarşist”in bile zihninin derinlerine nüfuz etmiştir. Batılı bir anarşist, fikirleri ne olursa olsun, esasta bir Batılıdır ve ne kadar satıhta reddederse reddetsin, özünde bu üçlü sacayağın neticesi ve bağlısıdır. Batılı Marksistleri izaha bile gerek yoktur. Tüm bu fikirler artık, aynı medeniyet içerisinde tasnife mevzu başlıklar haline gelmektedirler.
“Peygamberler olmasaydı, medeniyet olmazdı” hükmü, İbda Hikemiyatı’nda merkezî bir hüviyete sahibtir. Cemiyetlerde bugüne kadar yaşanmış kökten dönüşümleri, hayatı algılayışı sağlayan alet anlamındaki “dil” zıplayışlarını ancak peygamberlerin Allah’tan getirdiği “İlahî Nefes”in sağlayabildiğini görmekteyiz. Hz. İsa (AS) ve Hz. Peygamber (SAV)’ın yaptıkları ve günümüze nasıl tesir ettikleri, nisbeten yakın bir zamanda cereyan ettiklerinden, ortada ve dost-düşman herkes tarafından kabul edilmektedir. Burada patenti bize ait olmayan mühim bir tesbiti de aktaralım: Sahabe-i Kiram’ın elinin uzandığı her yer, İslâm diyarı olarak kalmış ve ne olursa olsun Müslümanların elinden çıkmamıştır. Sahabeler, gittikleri topraklara adeta gözle görünmeyen manevî surlar inşâ etmişlerdir. Gerçek dönüşümü İlahî menşeili fikirlerin sağlayabileceğine bu durum güzel bir örnek teşkil etmektedir.
Batılılar, Hz. İsa (AS)’ın getirdiği İlahî Nefes’e direnememişler, bu yüzden de O’nu mevcut sistemlerine entegre etmek suretiyle “ehlileştirmişlerdir”. Son derece formel/şekilci hayat biçimlerinin ihtiyaç duyduğu mistisizmi, var oluşlarının izahını ve bu izaha istinad eden ahlâkîliği İsevilik’ten almışlardır, ancak bunu yaparken onu deforme edip kendilerine dönüştürmekten çekinmemişlerdir. Yani binlerce yıllık geçmişlerinde edindikleri dünyevilik ve şekilcilik özelliklerini İseviliğe de teşmil etmişlerdir. Bu yüzden vakıf ve hayır işleri yapmak gibi hasletlerin özüne yabancı kalmışlardır. Kimi zaman bazı kesimlerde böylesi faaliyetleri görsek de, bunlar uzun nefesli olamamışlardır. Batılıların şekilciliklerinin yol verdiği o kibirli hallerini resmeden en güzel tasvir, Üstad Necip Fazıl’ın “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” isimli eserinde geçen bir Romalı asilzadenin şu tablosudur: Kendisine yöneltilen yalancılık ithamı üzerine asilzade elini yanan ateşe hiç çekinmeden sokar ve gıkı dahi çıkmadan “bir Romalı asla yalan söylemez!” der. Ne güzel bir tablo ve ne büyük kibir!
Bu izahı yapmamızdaki gaye her halde anlaşılmıştır: Batılılar, bildiğimiz tarih boyunca “empati” kabiliyetlerinden azade ve egosantrik topluluklar halinde yaşamışlar, her ne kadar kendi aralarında bir dayanışma geliştirmiş olsalar da bu, kabile veya sülale içi kalmış, bünyenin dışına çıkmamıştır. Gelen göçmen topluluklar, yerleşik hale gelip “Batılılaştıkça”, önceki kalıbı takib ederek aynı haleti ruhiyeye bürünmüşlerdir. Türk asıllı Macar ve Bulgarlar, bu vaziyete dair iki güzel örnektir. Bugün yurtdışına gidip oraların halkıyla hemhal olan Türklerde de bu durumu net bir şekilde gözlemlemekteyiz. Fazla uzağa gitmeye de gerek yok: Türkiye’deki Batılılaşmaya çalışan Batıcı Beyaz Türklerin ne oldukları ortada. Her şeyleri sahte olduğu gibi, hayırseverlikleri de “teflonvari”, yani iç bünyelerine sirayet etmiyor ve sadece şahsî tatmin maksadı güdüyor. Böylesi bir zeminde bahsimiz olan hayır kurumlarının gerçek mânâda yeşermesini beklemek, çölde çam ormanı görmek kadar uzak bir ihtimaldir.
Mevzumuza dönecek olursak; Cermen topluluklarda üç tür vakıf benzeri tesis bulunduğunu ve bunların birisinin bizim anladığımız mânâda vakıf kurumunu andırdığını yazımızın başında ifade ettik. Şimdi bunlara biraz daha yakından bakalım.
De Lapardelle’e göre üç vakıf şeklinde de, vâkıfın vakfetmek istediği tesisi evvela fiilen kendi mülkiyetinde meydana getirmesi gerekmekteydi. Mesela bir hastane veya bir kilise vücuda getirmek gayesini güden vâkıf, ilk önce bu gayrimenkulleri kendisi inşa ettirmekte ve hatta bu mülkleri çocuklarına miras olarak bırakabilmekteydi. (De Lapardelle, Theorie et Pratique des Fondations Perpetuelles, sh. 32) Burada gördüğümüz üzere vakıf türlerinin hiç birinde gerçek mânâda “hükmi şahsiyet”, yani vakfı kuran kişiden müstakil ve işleyiş olarak bir mahkeme veya üst merci denetiminde bir mekanizma mevcut değildir. Tesisler, halen vakfı kuran kişinin malı addediliyordu. Tabii bu vaziyet, vakıf mantığına tamamen zıttır.
Cermenlerin kurdukları vakıf benzeri tesislerin ortak yönleri bunlar. Bir de bunların nevi şahsına münhasır hususiyetleri bulunmaktaydı. Bunlara da sırasıyla bir göz atmamız icab etmektedir.
Birinci tür vakıflar, gayet ilkel ve basit bir esasa dayanmaktaydı. Mahiyet itibariyle eski Yunan’da cari olan vakıf benzeri kuruluşların kullandığı usulle benzerlik arz etmekteydi. (F. H. Saymen, Medeni Hukukumuzda Hükmi Şahıslar, sh. 197) Bu sistem, Theopraste’nin tesis ettiği ve kendi felsefe okulunun masraflarını karşılamayı amaçlayan vakıf ile şekil itibariye oldukça benzemektedir. Bu yüzden bazı Batılı araştırmacılar, bu tarz tesislerin ilham kaynağının eski Yunan’daki vakıf uygulamaları olduğunu iddia etmişlerdir.
Bu sistemde tesisi kişi kendi mülkiyetinde oluşturmakta, ölümünden sonra aynı gayenin takib edilmesi şartıyla, güvendiği bir şahsa bu malları henüz hayattayken terk etmekteydi. Keza, mülk kendisine bırakılmış olan şahıs da, ölümünden sonra gayesi istikametinde kullanacağına güvendiği bir başka kişiye aynı malı bırakmaktaydı. Buradaki üçüncü şahıslar bir nevi “yed-i emin” vazifesi icra etmekteydiler.
Bu tür vakfa Almanya’da bulunan ve 764 yılında yapılmış Lorch Manastırı’nı örnek verebiliriz. Kont Cancor ve annesi, bu vakfı meydana getirebilmek için inşa ettirdikleri bir gayrimenkulü ve diğer mülkleri henüz hayattalarken, akrabalarından birisi olan Ruotgang Piskoposu’nun mülkiyetine geçirmişlerdir. Yed-i emin pozisyonunda bulunan bu piskopos, ölümü halinde idaresi için bu mülkleri, kardeşi Gundeland’a bırakmıştır. Bu devir, tam bir mülkiyet devri biçiminde olmuştur. Çünkü Kont Cancor’un oğlu, vakfedilen mülkler üzerinde hakkı bulunduğunu iddia ettiğinde Gundeland, bu iddiayı, kendisi lehine yazılmış olan bir vasiyeti göstererek çürütmüştür. Bu tesisin sıhhatini denetleyecek herhangi bir kurum bulunmamaktaydı. Tesisin geleceği, tamamen yed-i emin olarak mülklerin devredildiği şahsın vicdanına kalmaktaydı. Bir bakıma, vakfın itimadı esas alan tarafından meseleye yanaşılınca doğru gibi gözükse de, fiiliyatta son derece kusurlu bir usuldü. Mesela bu manastır halen ayaktadır, ancak yapının idamesini sağlamak üzere bağışlanmış mülklerin akıbeti belirsizdir. Hele ki Avrupa’nın o günkü şartlarını göz önüne aldığımızda, son derece sakıncalı bir yöntemdi.
“Görüldüğü üzere bu sistem cüz’î halefiyete benzemekte ve bir ikame mahiyeti taşımaktadır. Binaenaleyh, mameleke istinad eden müstakil bir şahsiyet durumunu idrakten henüz uzak bulunmaktadır.” (Bülent Köprülü, Tarih Boyunca Vakıflar, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 8, Sayı 3, sh. 485) Yine Bülent Köprülü’ye göre bu sistemin mahzurları şu şekilde özetlenebilir:
Bu tür vakfı meydana getirenin arzularını gerçekleştirmekle görevli bu yed-i eminler, vakfa diledikleri şekli vermek serbestiyetine azami hadde sahibtiler. Bundan dolayı da vakfın gayesini devamlı ve kesintisiz bir şekilde sürdürebilmesini teminat altına almak mümkün olamıyordu. Vâkıf, önden, vakfın idare tarzı ile vakıftan hizmet alacakları gösteren bir vakıfname hazırlama imkânına sahib bulunmadığından, yed-i eminler arasında her devir işlemi birbirinden bağımsız bir mahiyet taşımaya başlıyordu. Yani tam bir keyfilik hali hâkimdi. Vakfın durumunu kontrol edecek kişilerin kalmadığı durumlarda, ki sıklıkla görülmekteydi, vakfın mülkiyeti bu yed-i emin zincirinde bir noktada kopmakta ve koptuğu noktada o yed-i eminin mülkiyeti altına girmekteydi. Bu da vakfın fiilen sona ermesinden başka bir mânâya gelmemekteydi.
Diğer taraftan mirasçılar ve alacaklılar, vakfa konu olan mallara karşı taleb ve takib haklarını saklı tuttuklarından, vakfın bünyesinde bir istikrardan bahsetmek mümkün olamamaktaydı. Bu yüzden de vakfın iptaline yol açan ihtilafların ortaya çıkması her zaman mümkün olmaktaydı. Bununla ilgili bir örneği yukarıda dikkatinize sunduk.
Gelecek sayımızda Cermenlerdeki diğer iki vakıf türünü anlatarak mevzumuza devam edeceğiz.
Baran Dergisi 446. Sayı