“Prison Break- Büyük Kaçış” isimli TV dizisine tesadüf edenler, dizinin ikinci sezonundan sonra Panama’daki Penitenciaría Federal de Sona- Sona Federal Hapishanesi’yle karşılaşırlar. Elbette Sona Cezâevi dizi için hazırlanmış bir kurguydu; cezaevinin içine ait görüntüler her ne kadar Amerika’daki stüdyolarda çekilse de, bu kurgu ürünü hapishâne ilhâmını gerçek bir cezaevinden, dizide dış görünümünün de devamlı gösterildiği Brezilya-São Paulo eyaletindeki Carandiru Hapishanesi’nden almıştır.
 
Dizi yapımcılarının kendi kurguları için bu hapishâneyi ilhâm almaları elbette tesadüfî değil; çünkü senaryoda oluşturmak istedikleri şartların hepsi burada mevcuttu ve esasında senaryonun Sona bölümü (cezâevindeki hâdiseler) gördüğüm kadarıyla buradan çıkartılmış. Meşhur Carandiru Hapishânesi Katliamı’nı hatırlayanlar ve (Prizın Breyk) dizisini seyredenler zannediyorum bahsettiğim irtibatı anlayacaklardır.
Tabiî ki, kendi hapishânelerinde neler olduğunu, nasıl katliamlar yaşandığını bilmeyenler, bilmek istemeyenler, bilip de işine gelmeyenler, “böyle şeyler” olduğunu bilip bundan uzak duranlara gelince “hatırlama” ve “anlama”, yani bir başka ifadesiyle “idrak etme”nin, iki husus arasında bağlantı mânâsına “irtibat” kurmanın da çağımız için bir (lüks) olduğunu kabul etmek lazım. Çünkü ferdî bakımdan zihnî kırılmalar sadece kendi çevresine zarar verebilir; Cumhuriyet, Kemalizm filan derken ilk önce “on yılda onbeş milyon genç” Allah’a kafa tutarcasına Firavunvârî bir iştahla “her yaştan” toplanarak “yarattık” denilirse ve üstüne de gününe göre Kemalizm, yerine Millî Şefizm, baharına göre Morison Süleymanizm, yaz esintisine göre Serbest Piyasacı Özalizm  ve çağına göre Gülen Soslu Süslümanizm verilirse, tüm bunlardan mütevellit  “toplumsal” yani içtimâî bakımdan yaşanacak derin bir hafıza kırılması da bütün memleketi sarar ve bütün neslimize zarar verir. Verdi nitekim…
 
Eh, böyle olunca da -savunmak yahut karşısında durmak adına söylemiyorum ama iyi bir misâl- Zafer Çağlayan’ın saati yüzlerce fâil-i meçhul cinayetin, İski Skandallarının, Susurluk’un, Yahya Demirel’in, Selim Edes’in, Cavit Çağlar’ın Engin Civan’ın (Civangeyt’i hatırlayın), Metris ve Bandırma Noel Baba Operasyonu katliamlarının; Ulucanlar, Bayrampaşa, Üsküdar katliamlarının önüne geçiverir ve tüm dünya Zafer Çağlayan’ın saatinden ibaret bir (panorama) olarak gözümüzün içine sokulur; nitekim böyle de oldu geçtiğimiz aylar boyunca…  Hâliyle, kendi memleketinden bîhaber kimselerin elin Brezilya’sındaki hâdiseyi haber alma, haber alsa anlama, anlasa “anma”ya dâir işletici bir hafızasının olmasını beklemek günümüz şartlarınca bana kalırsa zihin berraklığı ve ızdırap duyabilme adına iyi bir (konfor) sayılır…
 
Alev Alatlı’nın (literatür)e katarak meşhurlaştırdığı (afazi)mizin derin tarafı bana (Prizın Breyk)te, kurgu olarak sunulan “Sona” yani Carandiru’da gözüktü; Carandiru 1920 yılında 8000 kişilik olarak inşaa edilmiş bir cezâeviydi ve 2 Ekim 1992’de 111 mahkumu polisler tabanca ve makineli tüfekle katlettiklerinde kapasitesinin çok üstünde mahkumu barındırıyordu…
 
2 Ekim 1992’de iki çete arasındaki kavgayı bastırmak için hapishaneye giren özel tim polisleri 102 mahkûmu yakın mesafeden vurarak öldürmüştü. Diğer dokuz mahkûm ise çete kavgası sırasında aldıkları zannedilen bıçak darbeleriyle hayatını kaybetmişti… Bu hâdisenin sorgusuz-suâlsiz bir katliam olduğu şuradan bile anlaşılıyor ki hiçbir polis hâdise esnasında hayatını kaybetmemişti. Hatta, polisin içeriye operasyon yaptığını gören mahkûmların tümü hücrelerine-koğuşlarına çekilmiş ve çoğu da buralarda katledilmişti. Gençlerin (Prizın Breyk)te gördükleri Sona avlusunda mahkumların ellerini enselerine koyup dizüstü çökmeleri (teatral) bir sahneden çok Carandiru’lu mahkumların aynı şekilde ama çırılçıplak dizilmelerinden ilhâmla ortaya çıkmıştır!..
 
Kaldı ki, böylesine sahnelerden ilhâm almakta da Amerikalı katliamcıların üstüne yoktur. Çok geriye gitmeden Irak katliamlarını saysak sayfalar dolusu yazı tutar… Babası Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olan Filistin'de bir Rus subayın ve Alman annenin oğlu olarak dünyaya gelen İngiliz aktör ve yazar Peter Ustinov’un bu durumu izâh edici bir sözünü hatırlıyorum: “En iyi imparatorluk filmlerini Amerikalılar çekiyor; çünkü kendileri de bir imparatorluk!”
 
Carandiru’daki bu katliam sadece insanları öldürmekten ibaret değildir; eğitimli polis köpekleri içeri salınmış birçok mahkûm köpekler tarafından da parçalanmıştır… Carandiru Katliamı bir yönüyle bozuk sistemin kendi ürettiği suçlulardan utanmak yerine onları sokak köpekleri gibi itlaf etmenin de adıdır bana kalırsa…
Daha evvel seyretme fırsatı bulduğum (Prizın Breyk) dizisine bir yerde tekrar tesadüf edince Bergson’un da talebesi olan Fransız sosyolog Maurice Halbwachs’ın “Mémoire Collective -İçtimâî Hafıza” diyerek 1950’li yıllarda tanımlamaya çalıştığı husus hatırıma geldi;  (Moris Albvaş)a göre “ferdin hafızası kendinde gelişen bir süreç olmaktan ziyade toplumun içinde ve ona bağlı olarak gelişen bir olgudur. Fertler toplum içinde hafızalarını hatırlar, fark eder ve sınırlandırırlar.”(1)
 
Bu tesbitten yola çıkarak söylersek, toplum olarak bizim hem ferdî anlamda ve hem içtimâî bakımdan neredeyse “tertemiz” olduğumuz ve atmosferde süzülen bir tüy gibi naif hayatlarımıza bakıldığında pek rahatsız olacağımız hususlarla iştigâl etmediğimizi, “zikr”den hatırlamaya, anı’dan anma’ya giden dönüşümümüzü, (Metamorfoz)umuzu tamamladığımız söylenebilir. Kimseyi, hiçbir insanı “böcek” olarak suçlamak haddim değil; burada kastettiğim insan hayatının ancak bir böcek hayatı kadar değerli olduğu her toplumun çökmeye, mahvolmaya ve dağılmaya mahkûm olduğu; (Kafka)nın mükemmel bir mecazla anlattığı (Gregor Samsa)lar olduk… Tek farkla ki, (Samsa) bir böceğe dönüştüğünü görüyor, biliyor ve hissediyor o hâle nasıl gelmiş olduğunun izâhını yapmaya çalışıyor du. 111, 1111 ve daha fazla insanın ölmesinin bugün bizim için ne mânâsı var? Yemek yerken seyrettiğimiz TV’nin alt yazısından geçen rakamlar onlar artık, insan değiller; kavramlarımızı kaybettiğimizden bu yana hislerimizi de kaybetmedik mi?
 
Ya ölemeyenler? Uyuşturucu’dan Alkol’e ismini bilmediğimiz maddelerden kadın ticaretine dek uzanan bin bir türlü vahşî işkence içinde kıvranan milyonların bulunduğu bir dünyada, memlekette bir Müslüman olarak bunların ızdırabını duyamamaktan daha fecî ne olabilir ki? Ama bir böcek, yaradılışı itibariyle bunları hissetmekle mükellef değildir; Reis Bey’de Üstad Necip Fazıl’ın Hazreti Ebû Bekir (R.A.) vârî bir yakarışla “Amerika’da bir cinayet işlense suçlusu benim!” diye haykırması neyi ifade eder bugün? Ama heyhat; bugün bırakalım bu türlü ferdî ve içtimaî hafızayı, aynı eserde yazılı satırları kütüphanesine gömüp okumaktan bile imtina edecek kadar tembel gençler kazanmayı, onları şuursuzlaştırmayı başarabildik… Kimse birbirine bakmasın; herkes suçu birbirinin üzerine attı mı, suç, suç olmaktan çıkar ve amansız bir hastalığa dönüşür.
 
Bir dâvâ ancak gençlerin, beden ve ruh bakımından gençlerin, kaç yaşında olursa olsun iman heyecanını duyabilen gençlerin eliyle ayağa kalkar; bugün çoğu sahada zekâ eksikliğinden şikâyet ediyor oluşumuzu (çünkü büyüklerin sözlerine göre, bir insanın zekâsı, İslâm Yolu’nun inceliklerini anladığı kadardır.) Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “zekâ ile hafıza sıkı sıkıya birbirine bağlıdır” tesbitinde ve bu bağlılığın kopuk olduğu durumlara nazaran söylediği “insan hatırlamadığı şeyleri anlayamaz” teşhisinde aramak lazım…
 
1987’de dört İsrailli askerin iki Filistinli Müslüman genci yere yatırarak dakikalarca ellerindeki taşlarla kemiklerini kırdığı sahne kimin hafızasındadır bugün?
Tek bir sahne, tek bir hâdise ve tek bir zulüm bütün Müslümanları ayağa kaldıracak ve topyekûn birleştireceği yerde, kırgınlık, yeis, tembellik, unutkanlık ve yenilmişlik ile örülmüş her yanımız; kimi particilik taassubunda, kimi ucuz liderlik peşinde, kimi iş yapamamasını insanları avlayıcı işlerle kapamada; kimi cukkasının kimi kafasına takmaktan ibaret gördüğü takkesinin derdinde; bazısı kaçmanın, bazısı görünmenin bazıları ise büsbütün kendini unutturabilmenin peşinde…
 
 “Amnezi veya hafıza kaybı, hafızanın rahatsız olması, bozukluğa uğraması durumu” ise söylemeliyim ki, bazı hastalıkların özelliği bana kalırsa rahatsız etmemesidir. Müslümanlık ise “rahatı rahatsızlıkta bulma işi”. Bir şiiri tahrif ederek soralım o hâlde: Carandiru ne yana düşer usta/ Metriste, Bandırma’da katledilen Kartallar, Meriçler ne yana?
 
1. Kolektif Hafıza ve Milli Kimlik Bağlamında Türkiye'de Resmi Tarih Yazıcılığı/ Yuliya Biletska, Cemile Şahin, İsmail Şükür.
 
Baran Dergisi 446. Sayı