Tarihî akışa uygun olarak Yunan, Roma ve Bizans’ta vakıf ve hayır müesseselerini ele aldıktan sonra, sıra Roma’nın yıkılışını takiben kıta Avrupa’sında benzeri kurumların vaziyetini incelemeye geldi. Her ne kadar geçen sayılarımızda bu kurumlar münasebetiyle mercek altına aldığımız Bizans, Hıristiyanlık açısından, konusu edeceğimiz dönemi simgeleyen bir devlet olsa da, kıta Avrupa’sı daha farklı bir medeni güzergâh izlemiş ve belli bir zaman dilimi sonunda Bizans ile birbirinden farklı, hatta kimi yönlerden taban tabana zıt iki kültür haline gelmiştir.
Bu dönemde Avrupa’nın doğusunda Bizans devleti, Hıristiyanlık ile kadim Roma kültürünü telif eden yeni bir medeniyet ve buna ait yeni kurumlar tesis etmiş, tek bir devletin çatısı altında bulunmanın avantajıyla bu kurumlara bir devamlılık sağlamışken, Avrupa’nın orta ve batı kısmı tamamen parçalanmış bir görünüm arz etmekteydi. Bizans’ın aksine merkezî bir otoritenin yokluğu büyük bir güvenlik zafiyetine yol açmış ve Roma zamanında tesis edilmiş bulunan kurumsal yapı çökmüştü. Ortaçağları tarif ederken kullanılan “feodalite” devri başlamıştı. Halk, hayatını idame ettirebilmek için Roma’nın son devirlerinde peyda olan yerel beylere sığınmak zorunda kalmış ve elinde zaten pek bulunmayan haklarını tamamen onların insafına terk etmişti. Köyler boşalmış, salgın hastalıklar bütün bir kıtayı kırıp geçirmişti. Yerel beyler, halkın can güvenliklerini sağlıyor, onlar da neredeyse karın tokluğuna beyleri için çalışıyorlardı. Bırakın halk arasında sermaye birikimini, ortada alış veriş için kullanılacak para bile kalmamıştı. İnsanlar, ticarî mübadelelerini çoğunlukla takas usûlüyle gerçekleştirmekteydiler. Kilise haricinde, eğitim diye bir şeyden bahsetmek mümkün değildi. Yerel beylerden tek farkı daha fazla şahsî toprağa sahip bulunmak olan krallar dahi okuma yazma bilmemekteydiler.  Kilise olmasa Avrupa’da belki okuma yazma bilen insan bile kalmamış olacaktı. Aşağı tabakaların elinde herhangi bir hak mevcut olmadığından hukuk kurumu da yerle yeksandı. Hayatları ve tüm varlıkları bağlı oldukları beyin iki dudağı arasında bulunan insanlar, ziraî üretimde ve askerlikte yararlı olabildikleri kadarıyla bir anlam taşımaktaydılar. Diğer türlü bir külfet olarak görülmekteydiler. Sağlık, temizlik, vs. bu insanlar için lüks şeylerdi. Güvenlik sebebiyle nüfus, beylerin yüksek surlarla çevirdiği şehirlerin etrafında yoğunlaşmış, kırsal alanlar neredeyse tamamen boşalmıştı. Bu dönem Avrupa’sında Kilise dışında herhangi bir edebî eserin ortaya çıkmadığını herhalde eklemeye lüzum yoktur. Kısacası orta ve batı Avrupa’da Roma devletinin yıkılışını takib eden asırlarda tam anlamıyla çökmüş bir medeniyet manzarası vardı. Sadece ihtiyaçlarını görecek kadar lisan bilen, yaşamak için her gün çalışması lazım gelen, karnını doyurmaktan başka bir şey düşünemeyen kitlelerden müteşekkil bir coğrafyada bunun aksi bir vaziyetin ortaya çıkması da mümkün olmasa gerek.  
Bu çökmüş Avrupa görüntüsü içinde dimdik ayakta duran tek bir kurum vardı: Kilise. Yazı dizimizin Batı’daki hayır müesseseleriyle alakalı bölümünde kendisine sürekli atıfta bulunduğumuz bu kurum, belki de, Avrupa’nın orta çağlar isimli bu dönemi atlatabilmesinin de biricik amili olmuştur. Kimilerine bu iddia biraz garip gelebilir ancak, eğer Kilise olmasaydı bugün belki de Avrupa medeniyetinden söz etmemiz imkân dâhilinde olmayacaktı. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi, Kilise Avrupa’nın içine girdiği kaotik ortamda devamlılığını şu veya bu şekilde muhafaza edebilmiş yegâne kurumdu. Doğuda Bizans’ın yerine getirdiği “üst otorite” olma işlevini Batı’da Kilise görmüştü. Neredeyse yazının bile ortadan kalkacağı bir kıtada, Kilise kendi eğitim kurumlarıyla ve ruhban sınıfıyla en azından Avrupa’nın hafızası olmuştur. Diğer taraftan tam bir yeisin içinde kıvranan toplulukları belli bir inancın etrafında toplamak suretiyle yaşadıkları büyük zorluklara direnmelerini sağlayabilmiştir. Bu kadar büyük otorite boşluğu ve cehaletin hüküm sürdüğü bir zamanda, bir nebze olsun bir hukuk standardı sağlaması, Kilise’nin bey ve kralların gücünü tahdid edebilecek tek kurum olması, bu dönem Avrupa’sında asgari bir düzen tesisini mümkün kılmıştır. Tabii burada biz Kilise’nin öyle bir ideal ve hakikaten düzgün işler icra eden bir kurum olduğu iddiasında değiliz; ancak hak-hukuk tanınmayan bir dönemde insanların sığınacağı güvenli liman vazifesini şu veya bu şekilde gördüğünü de teslim etmek lazım.
Ancak bu husus, işin doğrusu, kendi içinde de bir zıtlığı barındırmaktadır. Aslında Kilise, seküler/dünyevî otorite merkezlerine karşı gücünü daha da pekiştirmek maksadıyla halkı celbetme davasını gütmekteydi. Yani kendisi de seküler bir iktidar itiyadı göstermekteydi. Lakin o dönemlerde (aslına bakılırsa günümüzde de) iktidar tarifleri toprak üzerinden yapılmaktaydı ve kendi toprağına sahib bulunan yerel güç odaklarının aksine Kilise’nin, birkaç bölge haricinde, böylesi bir toprağı yoktu. “Avamı Tanrı’ya Kilise kanalıyla bağlama” metodunu kullanarak kıta çapında biricik dinî hâkimiyet merkezi olmaya çabalamasının arkasında yatan saik de budur: Böylece, toprağı ve askeri olmamaktan kaynaklanan dezavantajını giderebilmekte ve tüm diğer seküler otoritelere boyun eğdirebilmekteydi. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu, Kilise’nin bu tesirini göstermesi açısından mühimdir. Hem tek dinî otorite olmalarından, hem bütün Avrupa memleketlerine kiliseler aracılığıyla yayılmış bir örgütlü bir yapıya sahib bulunmalarından ve hem de ellerindeki o devir için son derece yüksek maddî imkânlardan dolayı ortaçağ papaları, yıkılmış Roma’nın varisi olan fiilî imparatorlardı. Görünüşte krallar ve beyler idarede olsalar da, gerçek idareciler onlardı. Merkezlerini kadim Roma devletinin başkenti Roma şehrinde tutmaları bir rastlantı değildi; alttan alta yaşanan bu güdüyü yansıtmaktaydı.
Ancak bu hâkimiyeti elinde tutmak için halkı sürekli teshir edecek, onun hayatını idamesine yardımcı olacak işler yapması da zaruriydi. Kilise’nin, kendisine yapılan kimi gönüllü kimi zoraki menkul ve gayrimenkul bağışlardan gelen servetin bir kısmını açlık çeken kitlelere aynî yardımlar biçiminde tevzii, işte bu ihtiyaçtan doğmuştu. İncil’in ihtiyaç sahiblerine yardım tavsiyesinin Kilise’nin giriştiği bu yardım faaliyetlerindeki etkisini inkâr edemesek de, papaların Avrupa’da sayıları yüzleri bulan devletçiklerle yaşadığı güç mücadelesinin etkisi bu işte kanaatimizce daha fazladır.
İşte bu sebeblerden ötürü, kiliseler bulundukları tüm mahallerde bir yardım kuruluşu işlevi görmeye başladılar. Bütün bu devirler boyunca, idareleri altındaki ahaliyi çok cüzi bedeller karşılığında çalıştıran yerel derebeyleri, elde ettikleri nisbeten büyük gelirlerinin bir kısmını, bazen korkudan, ama çoğunlukla da inançlarının tesiriyle Kilise’ye bağışlama itiyadını edinmişlerdi. Buradan gelen akarlarla hemen her kilisenin yanına, önceliği “inançlı Hıristiyanları” doyurmak olan aşevleri kurulmuştu. Gerçi her Hıristiyan’ın en tabii “hakkı” ölüp bir an önce cennete gitmekti ama kiliseler, iptidai bir şekilde de olsa, sağlık hizmetleri vermekteydiler.
Bütün bu işler en tepede papanın bulunduğu ve tam bir emir komuta zinciri içinde çalışan Kilise teşkilatının sıkı tarassudu altında yürütülmekteydi. Başka herhangi bir kurumsal yapı bulunmamaktaydı. Eğer Kilise’nin yaptığı bu yardım faaliyetlerine vakıf merkezli bir tarif getirecek olursak, tahsis yoluyla yapılan, irsadi vakıfları andıran, ancak kurumsal kimliği olmayan iptidaî organizasyonlardır diyebiliriz. Bu organizasyonların yönetimi papalık adına piskoposlar eliyle yürütülmekteydi.
Kilise, Avrupa çapında en büyük mülk sahibi olduğundan, aynı zamanda en önemli işverendi de… Ziraî üretim yapılan mülklerinde on binlerce insan çalıştırılmaktaydı. Bu da yine, hayatları için bir güvence arayan insanlar açısından önemliydi. Tabii, buralarda çalışan insanların ücreti barınma ve karınlarını doyurma şeklinde ödenmekteydi. Ancak ortaçağlarda bunu bile bulamayanlar olduğundan, çalışanların fazla seçenekleri yoktu. 
Kilise’nin, umumiyetle aşevi, tıbbî destek sağlayan ilkel hastaneler, okuma yazma ve Katolik doktrininin öğretildiği okullar şeklinde sıralayabileceğimiz hayır kurumlarının uzun bir süre rakibi çıkmadı. Dediğimiz gibi Kilise, herhangi bir rakib çıkmasını ve “inanç ve hayır kurumları kanalıyla kitlelerin denetim altında tutulması” hususundaki tekelinin bozulmasını istememekteydi. Ancak yine de Kilise haricinde böylesi kurumların tesisini uzun süre engelleyemedi. Kurumsal yapıları iptidaî olsa da, böylesi teşebbüsler Avrupa’nın muhtelif noktalarında boy göstermekte gecikmedi.
Mevzuumuza gelecek hafta Kilise’nin ve onun dışında kalan seküler zenginlerin vakıf benzeri tesislerini inceleyerek devam edeceğiz.

Baran Dergisi 442.