İslâm, teslim olma ve ölçülerin tamamına kalben bağlılıktır. İman etmenin rüknü (olmazsa olmazı) kalb ile pazarlıksız teslimiyettir. Akıl ise imandan sonra gelir, yani iman akıldan üstündür.
Kendilerine, “mealci-kaynakçı” denilen kurul akılcı ve selefi bir taifenin, Kur’an’ın ruhunu, dilini ve ayetlerde işaretlenen Hz. Peygamber’in rolünü anlamadan güya Kur’an’a vurgu yaptığını görmekteyiz. “Kur’an araştırmaları”, “Kur’anî kavramlar”, “Kur’anî yaklaşım” gibi kulağa hoş gelen ancak dışı çikolata-içi zehir ifadelerle Peygamber ve Sünnet’in değerini düşürürler. Sahabe’ye kıymet vermezler. Kur’an’da Hz. Peygamber “güzel bir örnek” olarak vasıflanır ve “Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin” diye Mü’minlere emredilir. Zaten özel olarak Hz. Peygamber’e de kullanılan “bi’set” kelimesi göndermen mânâsı yanında diriltmek mânâsı da taşır. Selefî-mealci kesim, içi boş “Kur’an” söylemleriyle İslâm’ın birinci kaynağına ulaştıklarını zannederler. Hâlbuki bu tam bir aldanma, şeytanî bir vecd halidir.

Aşk ve iman boyutu olmadan Kur’an’a yanaşanların ve esasen “yürüyen Kur’an” olan Allah Resûlü’ne odaklanmayanların bir müddet sonra sapkın fikirlere vardıklarına, Ehli Sünnet çerçevenin dışına çıktıklarına maalesef şahid olmaktayız.

İslâm’ın hikmet ve tasavvuf boyutunu ıskalayan ve akıl kümesine tıkılanlar, aslında İslâm’a pazarlıksız teslim olamayan “akılsız akılcılar”dır. Zira “selim akıl”, bağlanarak kurtulacağını bilir. Akıl sınırlıdır ve akıllar sayısınca yol vardır. Bütün akıl sorgulamaları ve acabalara verilecek tek cevap ise şudur: Allah Resûlü’nün öğrettikleri, bildirdikleri ve gösterdiklerinden başka doğru yol kabul etmiyoruz.

Osmanlı’ya düşman bir yapıda kurulan Cumhuriyet rejimi, İslâm’ın doğru yol anlayışı olan Ehli Sünnet inancına da düşman olmuş ve İslâm’ı bozmak adına reformist ve Selefî çizgiyi himaye etmiştir. Cumhuriyet rejimi, Din Eğitimi Genel Müdürlüğü, İlahiyat ve Diyanet Teşkilâtı vasıtasıyla “peygambersiz İslâm” diyebileceğimiz bu Modernist-Selefî çizgiyi desteklemiştir. Bu sapık cereyan son yıllarda kan kaybetmiş, sünnet vurgusu tekrar öne çıkmış ancak bu kadroların ağzında yine de ruhsuz bir şekilde anılmaya devam etmiştir.

Müslüman Anadolu ahalisinde Türküyle-Kürdüyle peygamber sevgisi çok derindedir ve ruha işleyici şekildedir. Vahdettin İnce’nin 25.11.2018 tarihli Star Pazar Eki’ndeki yazısı Kürt illerinde çocukluğundan beri okulda ve evde Peygamber sevgisinin nasıl gönüllere işlendiğini duygu dolu ifadelerle anlatır. Yazının Kürtçe başlığındaki ifadeler Peygamber sevgisini niteliyor: Ya Ronahiya Çavan (Ey Gözlerin Aydınlığı, Işığı, Nuru).

Hz. Peygamber sevgisi gözlerimizin ışığıdır. O ışık olmazsa Kur’an’a nasıl bakarız, baksak bile Kur’an’ı nasıl anlarız? Zaten iman ve aşk temeli olmadan Allah’ı nasıl tanır, nasıl bilir, nasıl severiz? Aslında bilgi olarak bazı şeyleri bilebiliriz, hatta aklederek bu bilgilerimizi ilerletebilir, kariyer yapıp kitap dahi yazabiliriz. Ancak İslâm bu değildir. Allah ve Resûlü bizden gönlümüzü ister, ruhumuzla O’na katılmamızı, ona şahidlik etmemizi, bilgimizle de bunu ilerletmemizi ister. Onun için Allah, kuluna şah damarından daha yakındır. İnsandan murad ise Allah’ın “Sevgilim” dediği Hz. Peygamberdir. Kur’an İslâm’ı gibi söylemlere başvuranlar, Allah Resûlü’nü aradan çıkardıkları gibi Yaşar Nuri Öztürk gibi “deist-Peygamber tanımaz yaradancı” olarak da cehennem çukurunu boylama tehlikesi içine girerler. Bu kişiler zihinleri ve gönülleri ifsad edip, kendi imansızlıklarını da etrafa bulaştırmaya çalışırlar.

Aslında imandan nasipsiz olduğu gibi bir o kadar da cüce akıllı olan bu “mezhepsiz” kişilerin Müslüman halk nezdinde bir meşruiyeti yoktur. Ancak Batı menşeli mevcut rejimin yine Batı’dan gelme rasyonalizm-akliyecilik’i ile örtüşerek, Selefî ve Şiî propagandanın da etkinliğini kullanarak yapma bir gündem oluşturmaktadırlar. Bu açıdan, Türkiye’deki Şiiler ve Selefiler, dünyanın diğer kısımlarında birbirlerine karşı aldıkları pozisyonun aksine, birliktedirler. Şiiler, Selefîlerin Ehl-i Sünnet karşıtlıklarıyla paralellik kurarken, Selefîler ise esasta Şiiliğe karşı olmalarına rağmen onların Ehl-i Sünnet düşmanlıklarıyla birleşerek bir şer ittifakı içinde kol kola giderler. Öbür reformist-modernist kafalar da bu koroya iştirak ederler ve ortalığı çirkef kaplar. Fakat hepsi sahte ve samimiyetsizdir. Geçerlilikleri ve esasen kalıcılıkları da yoktur. Kemalistlerin ve hükümet çevrelerinin üstü örtülü veya açıktan verdiği destekle de kafa karışıklığını sürdürmekteler. Zira Atatürkçülerin, liberal ve solcuların akıllarında, İslâm’ı ve onun mutlak ve muazzez ölçülerini polemik masasına yatırıp tartıştırmak, böylece İslâm’ı sıradanlaştırıp bir köşeye atmak yatmaktadır. Bunu gerçek Müslümanlarla yapamayacakları için, kullanışlı alet mevkiindeki mezhepsizleri ön plana çıkarmakta, gerçek Müslümanları da baskı altına alarak veya tecrid ederek susturmaya çalışmaktadırlar. Bu kadar mezhepsizin televizyonlarda boy göstermesinin sebebi budur. Bizler İslâm’ın hiç bir emrinin selim akla aykırı olmadığını biliriz. Selim akıl, kendi ötesinin varlığını kabul eder ve bilemeyeceğini de teslim eder. Bu gerçekten de akıl dışı bir iddiadır. Dinimizin hikmet kaynağı olan bâtın yolu ve onun kahramanlarını inkâr etmenin hazin sonu, ruhsuz bir İslâm ve tekfirci bir zihniyettir. İbn Teymiyyeci ve Vehhabî zihniyette görüldüğü gibi.

Allah Resûlü’nün bir güneş gibi doğacağı ve İslâm’ın tekrar dirileceği çağımızda asıl mesele “hangi İslâm anlayışı” olup, buradan da BD-İBDA İslâma Muhatap Anlayışı’nın kuşanılması zaruretine varırız. Ölçüleri, ölçülerin istediği tarzda anlamak demek olan “ölçülendirme ölçüleri” bizim İslâm’a sahih bakışımızdır. İBDA diyalektiği çağımızda İslâm’ın sosyal, siyasî ve fikrî meselelere bakışı demek olan “ölçülendirme ölçüleri”dir; mânâmızın yürümesi için gereken anlayış mihrakıdır. İslâm’ın kendisi demek olan Ehli Sünnet vel Cemaat çizgisinin çağımızda eklenen halkası ve yürüyen hali ancak, böyle bir dünya görüşü, sistemli ve tutarlı bir bakış açısı ile mümkündür. Aksi takdirde ya eşya ve hadiselerden uzak seyirci kalır ya da sapkın fikir ve cereyanlara kapılır gideriz.

Kuru akılcılığın (Selefilik-Vehhabîlik) bir başka boyutu olan Haricîlik üzerinde de duralım. Müminlerin halifesi ve dört büyük sahabîden biri olan Hz. Ali’yi, Hz. Muaviye ile arasındaki ihtilafta hakem kabul etti diye küfürle itham eden Haricîler, “hüküm sadece Allah’a aittir” ayetini anlamından koparan ve şablon gibi anlayan donmuş kafa yapısına misaldir. 

Bu zahirci ve yobaz kafa (Hariciler) daha sonra birbirlerini küfürle itham etmiş, namaz kılmaktan alınlarında nasır çıkmasına ve bir Hıristiyan’ın tek hurmasına el uzatmayacak kadar dürüstlük göstermelerine rağmen, Hz. Ali’ye kafir demeyen sahâbiyi dere kenarına getirip katletmekten çekinmemişlerdir. Hz. Ali, Nahçevan’da Haricileri kılıçtan geçirmiş ancak köklerini kurutamamıştır. Hatta Hz. Ali Efendimiz kör bir vecd içindeki Haricî bir fedaî tarafından şehid edilmiştir. Bizdeki Selefîler “bize Kur’an yeter!” anlayışında Haricîlerle paralel olurken, daldan dala atlayarak birbirini çelen yorumlar yapar ve geleneğe küfrederken ortaya da bir şey koyamazlar. Akıl bataklığında debelenip durur ve bol bol kafa karıştırırlar. Mevcut dinî eğitim de mezhepsiz-selefî anlayışı teşvik eder. “Modern Selefîlik” bütün anlamsızlığına rağmen kolay yayılır. “Kur’an’da mezhepler var mı?” gibi ucuz söylemlerle ucuz taraftarlar toplar.

Osmanlı yönetiminde, cemiyet vazifelerini aşk ve şevk üzere yapmak için Müslüman şöyle teşvik edilir: “Göreyim seni, Muhammed ümmeti hizmetidir. Bir hoşça görülsün!” Dinî şenliklerden biri de Allah Resûlü’nün sevgisinin nişanesi olarak Mevlid Kandilleri idi. Büyük coşku ile sabahlara kadar camiler dolar taşardı. Peygamber aşkı bu topraklarda çok derinlerdedir.

Müslümanın gerek dışa, gerek içe dönük bütün vazifeleri iman ve aşk temeli üzerindedir. İç dünyasında Allah’ın tecelli mekânı olan kalbini temiz tutma ve tasfiye ile meşgul iken, dış dünyasında da bu hâl üzeredir. Tasavvufun geniş mânâsı da budur zaten. Ruhu ve ruhaniyeti kabul etmemenin neticesi ise, “rasyonalizm” veya Üstad’ın Selefî-mezhepsiz çizgiyi nitelemesinde olduğu gibi “İslâm materyalizmi” denilen bir çıkmazdır. Selefî-Vehhabî Suud idaresinin sahabî kabirlerini dozerlerle dümdüz etmesi misalinde ise Allah’a ulaştıran vesile (peygamber de vesiledir) inkârcılığı görülür. 

İç oluş olmadan dış oluşa geçilemez. En küçük çapta olsa bile dış oluşa geçemeyen herhangi bir kişi iç oluştan bahsedemez. Ancak kendi nefsinde tekamül dikizlemekten ibaret kalır. 

Aşk ve imansız ne Kur’an, ne sünnet, ne de İslâm olur. İslâm dini içine girilip onunla yanılacak-ısınılacak bir inanç sistemidir. Aşksız meşk olmaz ve aşkı örselemek ise cinayet olur. İmansız ve aşksız ağızlarla dinden bahsetmek ve onu akıl tartışmalarına kurban etmek, dine suikast mânâsına gelir. Gizli inançsızların “Müslümanlığı”na dikkat diyoruz. Zira şüpheli kalb cennete giremez. 

Allah’ın “Sevgilim-Habibim” hitabına eren ve kainat yüzü suyu hürmetine yaratılan Allah Resûlü, bizi Allah’a ulaştıran misilsiz ve vazgeçilmez bir köprüdür. Resûlü ve O’nun sünnetini atlayarak Allah’a ulaşmaya kalkanlar Sırat köprüsünden geçemeyenler zümresinden olabilir. Allah bizi böyle yanlış yollardan korusun. Bu sebepten dolayı BD-İBDA külliyatında “Allah ve Resûlü” vurgusu birbirinden ayrılmaz bir şekilde olup, “Sevgilisinin Sevgilisi” olma hedefi aşikardır. Her şeyden önce ihlas ve iman temelinde olan bu ideoloji, Allah ve Resûlü’nün rahmet bulutlarını çağımızda yağdırmayı (cemiyete nakşetmeyi) amaç edinir. 

Doğru aksiyon tavrı (amel vecibesi) olarak şunu belirtelim ki, bazı tesbit ve tahlillerde bulunurken sadece şikâyetten ibaret kalmak yanlıştır. Olumsuzun karşısında doğru yol çizgisini işaret ederken o yolun aksiyonu üzerinde de olmak gerekir. Kısaca, şikâyet veya birbirine söyleyerek tatminden öte cemiyete dair plan, program ve icra içinde bulunulmalıdır.


Baran Dergisi 621. Sayı

06.12.2018