Yakın döneme kadar Kürt milletinin büyük bir kısmında kavmiyetçilik söz konusu değildi. Taki Fransız ihtilali ile birlikte tüm ülkelere hızlıca nüfuz eden “ulusçuluk” hastalığı –geçte olsa- Kürt milletine de nüfuz edinceye kadar. Osmanlıya bağlı bazı  Balkan ülkelerinde ve birkaç Asya ülkesinde 1850’ler itibari ile baş gösteren bu hastalık ancak 1950’ler civarında, elle tutulur gözle görülür bir şekilde Kürtlere sirayet etmeye başlamıştı. Dün Türk’ten, Kürd’e düşmanlık etmesini isteyenler bugün aynısını Kürt’ten istemekte ve Kürd’ü, Türk’e karşı kışkırtmaktadır. Elbette bunda baş aktör ve sorumlu Yahudi ve Batı’dan başkası değildir. Kürt kendi tarihine, geçmişine baktığında ve yine aynı Kürt bugün dosdoğru yaşamın nasıl oluşturulacağına dair samimi bir iç muhasebe geçirdiğinde görecektir ki bu ikisinden başka düşmanı yoktur. Ve en öncelikli ve baş düşmanı bu emperyalist sömürgeci unsurlardır.
 Fransız ihtilali ile başlayan kavmiyetçilik 19.yy’da bir hayli etkin olmuş özellikle Osmanlı coğrafyasında irili-ufaklı sayısız kavim merkezli devletlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Osmanlı yönetiminin dağılmasını sağlayan bu anlayış Devleti Ali’ye altında onlarca farklı inanç ve kavmi ayrıştırmayı amaçlamış ve daha ötesinde ümmeti parçalamayı esas almıştır. Bu gayelerinde başarısız oldukları da söylenemez, nihayetinde bugün Osmanlı Milletlerinin yaşadığı coğrafyaya baktığımızda hem yüzlerce irili ufaklı devlet görmekte hemde bir veba gibi bitmek tükenmek bilmeyen problemler yumağı ile karşılaşmaktayız.
Kürt ulusal hareketleri zaman zaman Kürt Milletinin “Ümmet Şuuru”na atıfta bulunarak onu dışlamaya, çözmeye ve geriliğin sebebi olarak lanse etmeye kalkışmışlardır. Oysa bu durum ırkçı-kavmiyetçi hastalığın batıcılıkla terkibi ile ortaya çıkan trajedik bir durumdu. Benzer bir süreci Kemalizm psikolocyası etrafında örgütlenen aydın sürüsüde yaşamıştı.
Irkçılığın dünya çapında yükselişe geçtiği 1930’lu yıllarda Türk milliyetçiliğinin de şiarı “kemalizm istibdadı, tek ulus, tek adam, tek bayrak, tek parti” idi. 1933′ten sonra İstanbul Üniversitesi olan Darülfünun’da kurulan ilk bölüm antropoloji bölümüydü. Gaye ırkçı Kemalist anlayışa bilgi ve detay oluşturmak.  Bu mana çerçevesinde 1932′de Afet İnan, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Samih Rıfat, Sadri Maksudi Arsal, Reşit Galip, Yusuf Akçura ve Şemseddin Günaltay gibi ‘bilim adamları’ tarafından geliştirilen Türk Tarih Tezi’nin ana teması, dünya yüzündeki tüm medeniyetlerin yaratıcısının Türkler olduğunu ispatlamaya yönelik bir girişimdi. Türk ırkını, ikinci sınıf bir ırk olarak gören Batılı ve batıcıların tahrik ettiği savunmacı bir psikolojinin ürünü olan tez sözde Türk’ü hak ettiği yere oturtmak davası güdüyordu. Oysa Batı karşısında ruhlarında barındırdıkları kompleksi bir türlü aşamayan Cumhuriyet dönemi aydınları bunu psikolojik anlamda bir saldırganlığa dönüştürerek bir nevi Batının kendine yaptığını oda Kürde yaparak kendini tatmin gayesi gütmüştür.
Devamla…1935’li ve sonraki yıllar. Türkiye’de yaşayan herkesin Türk olduğu, kendilerine “Kürt” diyen insanların asıllarının da Türk olduğu, bunların da Orta Asya’dan gelen Oğuz boylarından biri olduğu, “Kürtçe” denen dilin aslının da Türk dili olduğu, sadece bir “şive” olduğu, ilkel bir dil olduğu söyleniyor, iddia ediliyor; ders kitaplarında, basın yayında harıl harıl bu işleniyordu. Öte yandan Kürtlere, Kürtçe’ye, Kürdistan’a ilişkin araştırmalara ve incelemelere karşı çok yoğun bir baskı uygulanıyor, bu istikamette beyanlar, yazılar, hareketler inanılmaz derecelere varan ceza ve yaptırımlara uğruyordu. Elbette biz sadece Siyonist Batıcı Rejim’in Kürd’e bakan yönünü aldık, ancak bunun kat kat ötesi Müslümanlara ve onların kültürüne yapılmıştır. Nihayetinde Kürtler Müslüman olmaları hasebi ile bu acıyı daha sert ve katlamalı hissetmiştir. Salt dini değil, örfü değil, aynı zamanda kimliğide inkâr edilmekte olduğundan acısının şiddeti daha fazla idi. Bu ise Kürdler için oldukça ağırdır; nihayetinde Batıyla uzlaşmış, yeni rejimle işbirliğine yanaşmış bir çok Kürt hiçbir sıkıntı çekmezken Müslüman Kürdler oldukça şiddetli bir çile’nin kapısına bırakılmışlardı. Ehli Sünnet Ve’l Cemaat anlayışına bağlı İslami Hayat süren bu insanlar, dinlerine ve inançlarına oldukça bağlıydılar. Ama medreseleri kapatılmış, camileri ahırlara çevrilmiş, başına şapka dayatılmış, latin alfabesi nedeniyle geçmişle bağı koparılmış vs.  Bu sebeple; dikkat edildiğinde de görülecektir ki 1950’ye kadar vuku bulan isyanların tamamına yakınının öncülüğünü İslam endişeli şahsiyetler-önderler yapmıştır. Şeyh Ubeydullah Nehri, Şeyh Abdulkadir, Şeyh Said vs.
Zaman zaman duymaktayız “Hain Kürtler”! Sahi sormak lazım değil mi? Kürt neye-kime ihanet etti? Osmanlı’ya mı? İslam’a mı? Bin yıllık kardeşlik duygusu Ümmet Şuuruna mı? Sahi neye ihanet etti? Elbette kimse yaptığından masum değil ama bilinen bir atasözüdür “ne ekersen onu biçersin” Etki tepki meselesi…
Bir misal; Dr. İsmail Beşikçi'nin Esmer Dergisi'nin Ağustos 2007 tarihli sayısında yayınlanmış konu ile ilgi yazısından alıntı ile meselenin gerçek yüzüne işaret etmek istedik: "Zr. Frech, İttihat ve Terakki döneminde devlet tarafından Kürtlerle ilgili olarak yapılan ilk yayının yazarıdır. Kürtler: Tarihi ve İçtimai Tetkikat kitabı 1918'de Osmanlı Muhacirin Müdüriyet-i Umumisi (Osmanlı Göçmen İşleri Genel Müdürlüğü) tarafından yayınlanmıştı. Kitabı, Almanca'dan Türkçe'ye çevirenin Habil Adem olduğu belirtiliyordu. Bu kitap Kürtlerin aslının Türk olduğunu, Kürtçe diye bağımsız bir dilin olmadığını anlatmaya gayret ediyordu.  Frech'in Kürtleri çok yakından ilgilendiren bir kitabı daha vardı. Beynelmilel “sulü't Temsil, îskan-ı Muhacirin (Uluslararası Asimilasyon Yöntemleri, Göçmenlerin Yerleştirilmesi). Bu kitap da 1918'de yayımlanmıştı. Kitapta, yazar Dr. Frech için Prusya Müstemleke nezareti (Sömürge Bakanlığı) memurlarından Jrech şeklinde bir tanıtım da var. Çevirmen olarak yine Habil Adem gösteriliyor. Daha sonraki incelemelerle anlaşılmıştır ki, Dr. Frech denen kişi, gerçek adı Naci İsmail (Pelister) olan Osmanlı Milli Emniyet görevlisi, Arnavut kökenli bir İttihatçıdır. Çevirmen olarak görülen Habil Adem de bizzat kendisidir. Yazdıklarının daha inandırıcı olmasını istediğinden Alman adı olan Frech'i kullanmaktadır. İttihat ve Terakki döneminde Osmanlı toplumunda ve devlet katında Almanların çok büyük bir etkinliğinin ve itibarının var olduğu bilinmektedir. Pelister'in çete ilişkilerini Abidin Nesimi şöyle belirtiyor: “Habil Adem'in, (Naci İsrail Pelister) on-onbeş kişilik bir maiyeti vardı. Bunları beslerdi ve özel işlerinle kullanırdı. Genel olarak tertiplerinde, (düzenlediği oyunlarda) kendi görünmez, bu maiyeti görünürdü.”(M. Şahin-Y. Akyol, "Habil Adem Ya da Nam-ı diğer Naci İsmail Pelister Hakkında", Toplumsal Tarih, Sayı 11, 1994)
Ancak aynı dönemlerde Kürdoloji çalışmaları adı altında Batı’da Kürtleri Türklerden ayrıştıracak Sosyolojik içerikli yayınlar hazırlanıyordu. Türkleri öven yabancı “aydın”lar nasıl Türkler tarafından yere göğe sığdırılmamış ise aynı his ve duyguları Kürtleri öven Yahudi ve Batılı “aydın”lar içinde Kürtler yapıyordu. İtalyan Garzoni ve Polonyalı A. D. Jaba bu hususta en dikkat çeciki olanlardır. Garzoni bölgenin İtalyanlar tarafından ele geçirilmesinin sosyolojik ve kültürel altyapısını hazırlarken Jaba Rusyanın bölge üzerindeki planlarının sosyo-kültürel alt yapısını hazırlamışlardı. Her iki ülkede malum olduğu üzere 1.Dünya savaşı sonrası Kürtlerin yaşadığı bölgeleri işgale kalkışmış, onbinlerce Kürt’ü şehid etmiş onların vatanlarını topraklarını yağmalamış ve edindikleri kültür-dil ilede Kürtlerle yakınlık kurmaya, ideolojik değişime zorlamaya çalışmışlardır.
Sözü fazla uzatmayalım ve yiğit Kürt halkı ve önderleri Batı’ya, Yahudi’ye ve İran’a karşı uyanık olmalı ve kendini diriltici nefesin KÜRT-TÜRK-ARAP ittifakından doğacak İslâm Devlet Şuuru olacağını bilmeli ve bunun için mücadele etmelidir.


Baran Dergisi, 241. Sayı