Geriye doğru dönüp son iki asırlık zaman dilimine baktığımızda, başta İngilizler ve Yahudiler olmak üzere Müslümanlara kast eder mahiyette son derece hassas stratejiler belirlendiğini ve bunların büyük birçoğunun da son derece muvaffakiyetle uygulandığı, öyle sanıyoruz ki kimse inkâr etmez. İnkâr kabul etmeyecek bir diğer husus ise İngiliz ve Yahudi eliyle yenilgiye uğratılan Türkiye başta olmak üzere Müslümanlar toplumların yaşadığı travmadır. Birinci Dünya Savaşı süresince sahada ve masada yaşanan mağlubiyetlerden daha ağır olan, bize kalırsa bu travmanın sebeb olduğu zihinlerdeki mağlubiyettir.

İnsan, eşya ve hadiseleri teshir etmek üzere Allah’ın halifesi olarak yaradılmışken, Müslümanların bir kesiminin kendi itikadlarının dışına çıkmak bahasına, cereyan eden her hadisenin arkasında fail olarak bir Batılı devleti yahut Yahudi’yi aramaya başlamış olması zaten başlı başına kesin bir mağlubiyet, kayıtsız şartsız bir teslimiyet değildir de nedir? Burada bahsettiğimiz hususu izah etmek üzere, şimdi, size cereyan eden bir hadise ile alâkalı olarak ortaya konan farklı farklı iddialardan misâl verelim.

Muhtelif Senaryolar

11 Eylül’de El-Kaide’nin Amerika Birleşik Devletleri’nin askerî ve ticarî üstünlüğünün sembolleri olan Pentagon ve İkiz Kuleleri hedef alan saldırılarından sonra ortaya pek çok iddia atıldı. Ne hikmetse bu teorilerde hadisenin nasıl yaşandığı noktasında farklılıklar olsa da, ortaya konan ana fikir, yâni Amerika’nın kendi kendisini vurduğu iddiası hep sabit kaldı. İşin daha da vahim tarafı, Ergenekon İddianamelerini okuyanların hatırlayacağı üzere, o dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin önemli kademelerinde görev alan yüksek rütbeli subayların kendi tuttukları notlara ve aralarındaki görüşmelerin çözümlerine bakıldığında da görüleceği üzere, devlet bürokrasisi bile Amerika’nın vurulduktan sonra imajını korumak için piyasaya sürdüğü yalan rüzgârına kendisini kaptırmışlardı. Burada Ergenekon’da yargılanan rütbeli subaylar ile istihbaratçıların zihinlerindeki çarpıklığı resmetmekten maksadımız, onlar ve dünyanın geri kalanındaki Batıcı benzerlerinin, kademeleri ve görevleri ne olursa olsun efendilerine olan sarsılmaz imanlarını tesbittir.

Amerika’yı vuranın El-Kaide değil de Amerika olduğuna dair birkaç teoriye burada yer verecek olursak:

- Saldırıyı ABD’nin Arap ülkeleri ile savaşmasını isteyen İsrail yaptı. Bu teoriyi savunanlar saldırı günü Dünya Ticaret Merkezi’nde çalışan 4 bin Yahudi’nin İsrail gizli servisi MOSSAD tarafından işe gitmemeleri yönünde uyarıldığını iddia etmişti.

- İkiz kuleler kontrollü patlama yöntemiyle yıkıldı. Bu teoriyi savunanlar 10 saniye süren çökmeyi kulelerin birinde 56 dakika, diğerinde de 102 dakika süren yangınla kıyaslıyor. Ayrıca çökme öncesi duyulan patlama seslerine ve alt katlardaki şiddetli enkaz püskürmelerine dikkat çekiyor.

- Boeing 757 tipi yolcu uçağı Pentagon binasına çarpmadı. Bunun yerine bir füze, küçük bir uçak ya da insansız hava aracıyla saldırı yapıldı. Ancak saldırıda Amerikan Havayolları’na ait 77 sefer sayılı uçuşundaki yolcu uçağının kullanıldığını doğrulayan kanıtların artması üzerine bu kez komplo teorisyenleri uçağın karmaşık manevrasını öne sürerek saldırının El Kaide üyeleri tarafından değil Pentagon’un kendisi tarafından yapıldığını iddia etmeye başladı.

Bu İddialar Ya Doğruysa!

Farz edelim ki, Amerika Birleşik Devletleri, Pentagon ile İkiz Kuleler’i Afganistan ve Irak işgallerine bahane üretebilmek için kendisi vurdu. Aslına bakacak olursanız, bize kalırsa Amerika için tüm ihtimaller içinde en kötü senaryo bu olurdu. Dünyada hangi devlet yahut millet, iki ülkeyi işgâl edebilmek için önce kendisine ve kurduğu düzene ait en mühim sembolleri vuran, sonra da bu bahaneyle işgâl ettiği yerlerden ayağında terlik savaşan adamlardan kaçmak için doğru düzgün bir tahliye planı bile yapamayan bir ülkeyi kaale alır ki. Velev ki bu iddialar doğruysa ve Amerika’yı kendi kendisi vurmuşsa, bize kalırsa bu bir marifet değil, müntehasından bakıldığında neticeleriyle beraber onlar için açık seçik bir rezalettir. Düşünsenize, önce kendinizi kendi topraklarınızda vuruyorsunuz, sonra gidip birde işgâl etmeye kalktığınız yerde dünyanın sopasını yiyor, sonrada oradan kaçıp geri dönmeye kalkarken de sizinle işbirliği yapanlar başta olmak üzere herkesi yüzüstü bırakıp, kaçıyorsunuz.

2001 senesinde zihinlerinde “Amerika’yı Amerika’dan başka kimse vuramaz” çarpıklığından dolayı pek çokları Amerika’ya bu saldırı vesileyle bile bir kez daha iman tazelemiş olabilirler; fakat şu saatten sonra hâlâ Amerika ile iş tutmaya kalkan, Amerika’ya güvenen kimseler ya uyuşturucu madde müptelâlarıdır yahut ona iman ettiklerinden, kendilerini onun bir parçası, oraya ait gördüklerinden başka çaresi olmadığı için Amerika ile iş tutmaya devam etmek zorunda kalanlardır.

Amerika’nın Asıl Oyununu Açıklayalım

Ortada bir plan, bir strateji varsa, bunun arkasında, göğe bağırsak gibi uzanan yüksek katlı plazaların son derece modern şekilde döşenmiş, aynı ölçüde ruhsuz ofislerinde oturan, eli tabletli, takım elbiseli kimseler mi vardır yoksa dağlarda yaşamak zorunda bırakılmış, kafasında sarık, üzerinde cübbe, elinde AK-47’si, mağaradan bozma karargâhtaki kimseler mi?

Amerikan sineması, ortada bir plan yahut strateji varsa, bunun arkasındakinin yukarıdaki seçeneklerden birincisi, yâni plazadaki kimse olduğunda son derece ısrarcı. Hem zaten mağarada yaşayan, kafasında sarık, elinde AK-47 olan, hele hele bir de Müslüman olan birisi kim, plan yapmak, strateji geliştirmek kim.(!)

Diyorlar ya, “bunlar hep Ameriganın oyunları” diye, işte, Amerika’nın asıl oyunu Afganistan’da yaşadığı kaskatı hezimete kadar tam da buydu.

Resme Düzünden Bakalım

O kadar çok komplo teorisi ortaya atıldı ve bunlar hakkında o kadar çok konuşuldu ki, iş bir noktadan sonra çığırından çıktı ve kimse hakikati göremez oldu. Şimdi, biz, 11 Eylül’ün neden, niçin ve nasılının hakikatlerini, üzerine boca edilen yalan külünden kurtarıp, şöyle bütün hakikati ve ihtişamıyla resmedelim istiyoruz.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin Afganistan’da almış olduğu mağlubiyet, Müslümanların kafasında bir ışık yanmasına vesile oldu. Müslümanlar, modern silahlarla yapılan savaşta, asimetrik dengeyi zayıf görünen kuvvet lehine çevirebilecek saha, zemin ve demografik şartlar oluştuğu takdirde, karşı tarafın gücü ne olursa olsun girişilen savaşı zaferle neticelendirebileceklerini SSCB vesilesiyle bizzat tecrübe etmiş oldular. SSCB’nin, Afganistan’da yaşadığı mağlubiyet ile Müslümanların zihnine bu fikrin aşılanmasına vesile olmasından birkaç sene sonra tarih sahnesinden çekilmesiyle tek süper güç olarak kalan Amerika Birleşik Devletleri, kendisine düşman olarak Müslümanları seçmek gafletinde bulundu. Müslüman ülkeler üzerinde çeşitli projeler hazırlamaya (FETÖ, Arab Baharı, vs…) ve bunları yürürlüğe koymaya başlayan Amerika’yı yenebilmenin tek yolu, onu da SSCB’ye ve hatta daha öncesinde üzerinde güneş batmayan imparatorluk diye nam salmış Birleşik Krallığın da mezaristanı olan Afganistan’a çekmekten geçiyordu. Evet, savaşın nerede ve nasıl kazanılacağı belliydi belli olmasına ama Amerika’nın nasıl Afganistan’a çekileceği meçhuldü. Şehid Usame Bin Ladin’in dikkat çekici Türkiye ziyaretlerinde kiminle görüştüğü belli olmamakla beraber, dergimiz yazarlarından Carlos’un anlatımlarından biliyoruz ki, Amerika’yı Afganistan’a çekebilmek için taktik olarak Amerika’yı, Amerika’da şiddetle vurmak üzerinde çokça konuşulmuş ve bunun yolu olarak da yolcu uçaklarının kullanılacağı bir saldırı fikri 1990’lı yıllarda benimsenmişti. Usame Bin Ladin, elindeki imkânları bu uğurda seferber ederek, Amerika’yı Amerika’da, hem de en önemli sembollerinden vurmak suretiyle, belirlenen planda üzerine düşen vazifeyi yerine getirdi. Üstad Necib Fazıl’ın tabiriyle ahmak fil Amerika, bu saldırı sonrasında almış olduğu Afganistan’ı işgâl kararıyla, hele ki bir de bu saldırıyı Batı nezdinde meşrulaştırmak için kullandığı “Haçlı Seferi” tabiriyle beklenenden de büyük bir arzu ve iştiyakla kendisine kurulan tuzağa doğru adeta koşmaya başladı...

Sonrasında yaşananlar ise malûm... Dünyada tek süper güç olarak kalmak imkânına kavuşan Amerika Birleşik Devletleri’nin, stratejik bir hata yapmak suretiyle Müslümanları düşman seçmesinin bedelini hem kendisinin ve hem de kurmuş olduğu dünya düzeni paydaşlarının nasıl ödediğini ve ödemekte olduğunu büyük bir zevkle izliyoruz.

Demek ki neymiş, Hollywood’un iddia ettiğin aksine, kafasında sarık, elinde AK-47, mağarada karargâh kurup, cihad eden adamlar, o plazalardaki adamlardan daha büyük stratejiler geliştirebiliyor ve bunları aynı zamanda büyük bir maharetle tatbik ederek, bir süper gücü perişan edip, kurmuş olduğu düzen ile beraber yerin dibine geçirebiliyorlarmış.

Ama siz, sayın kuyrukçular, Amerika’yı Amerika’dan başka kimsenin vurmayacağı palavrasına, Afganistan’dan kaçan kuyrukçuların Amerikan uçağının iniş takımlarına sarıldığı gibi sımsıkı sarılın ve sakın bırakmayın ve bizi, sizin bu acınası hallerinizi seyirden mahrum etmeyiniz lütfen.

***

11 Eylül 2001 günü Amerika’da İkiz Kulelerin ve Pentagon’un vurulması ve akabinde bugüne dek yaşananlar, Üstad Necib Fazıl’ın müjdesini verdiği kıtalar çapında beklenen inkılabın, kıtalar çapındaki ihtilâl sürecinde son derece ehemmiyetli bir merhaledir ve belirlenen stratejinin bu safhası büyük bir zaferle neticelenmiştir. Yazımızın başında demiştik ya, Müslümanların sahada yaşadıkları mağlubiyetlerden daha beteri zihinlerinde yaşadıkları mağlubiyet travması olmuştur diye, işte, İkiz Kulelerle başlayan ve elde edilen zaferler beraber Amerika’nın Afganistan’dan tası tarağı bile toplayamadan kaçması neticesinde nihayet bu travma atlatılmıştır.

Zihinlerdeki çarpıklık ortadan kalktıktan, moral ve motivasyon yeniden sağlandıktan ve inisiyatif bir kez daha inananların eline geçtikten sonra, Müslümanlar ile zafer arasında kısmetten başka engel yoktur!

Zaman gergefine, merkezden muhite ve muhitten merkeze işlenen Büyük Doğu motifi şimdiden belirmeye başlamıştır.

Baran Dergisi 765.Sayı