“Mutlak Fikir”den neş’et etmeyen sistemlerle düzen aradığımızda, bulacağınız düzen sahte bir düzendir. Çünkü “bilgi tek, çokluk bilinendedir”. Modern aklın bilgisi ise toksik, aynı zamanda kalabalık, kalabalığı nisbetinde de keyfiyet bakımından fakirdir.

Kendi zırvalarına inanan, bilinmeyeni var olmayanla karıştırmaya meyyâl şarlatanlardan değilseniz; form sezgisiyle formlardan düşünceye ilerleyebildiğiniz nisbetde mânâlar tecelliye gelecek, eşyaya dâir bilgiyi önceleyen bu bakış, özne nesne bütünlüğünü temin ettiği nisbette size tam bir tanıma sağlayacaktır. Zira hayatın kökeni sırdır. Ve “âlemde her bir şey, Hakk’ın kendisine mahsus tecellilerinin mazharı” olması hasebiyle gerçekleşmeden önce mümkün olma özelliğiyle vardır; ve bu şeyler bir yerlerden bize bakıyor olabilir. Lâkin bizler, bedahetlerle yaptığımız işlerin bilgisini ve tecrübeyle edindiğimiz bilgiyi hafife aldığımız, hatta bilgi olarak kabul etmediğimiz için, bu şeylerin izharı (görmemiz, keşfetmemiz, kullanmamız, geliştirmemiz) yüzlerce, hatta binlerce yıllık bir gecikmeyle gerçekleşebilir. Ve sanılanın aksine tüm teknolojik gelişmelere rağmen bu süre modern zamanlarda daha da uzamıştır. Dolayısıyla teknolojiye duyulan büyük heyecan, aydınlanma ve liberal demokrasinin değerleriyle kurumlarının reddine dayanan “tepkisel modernizm”, mutlak mânâda mantık dışı değildir. Zira insan olarak bizim misyonumuz, Hakk’ı, âlemin Rabb’i olarak tanımaktır. Ve âlemde her bir şey, o şeyin, Hakk’ın hangi ilâhî isminin hükmü altında bulunduğunu gösteren bir işarettir. İşaretten işaret edilene yönelebildiğimiz nisbetde eşyanın hükümleri kaybolur ve Hakk’ı halkta tanırız. Dolayısıyla “büyük sanatkârlar” eşyada Hakk’tan başkasını görmez. Halkın aklı ise gözündedir... Sonsuzluk ve ifâde edilmezliği estetik bir ifâdeye kavuşturamadığı için çokluktan birliğe ulaşamaz.  Sadece eşyanın hükümlerini görür ve onlara inanır.

“Bir şeyin aynı, aynı olduğu şeyden başkadır” tezi, İbda Diyalektiğinin temel tezlerindendir. Ve bir şeyle o şeyin farklı fonksiyonlarının yanlış korelasyonuyla varılan tümleştirme sorununa dikkat çeker. Fakat neyi bilmediğini de bilmeyen teorisyenler, kendi ürettikleri modeller ve sistemlerle ender vuku bulan, dolayısıyla izinin sürülmesi zor olan ve tarihin büyük kısmını şekillendiren sıradışı hadiseleri öngörebilecekleri, sonuçlarını tüm uzantılarıyla kuşatabilecekleri zannı içinde hareket ederler ki, bu bir illüzyondur. Böyle bir hata sırf beklenmedik olduğu için gerçekleşen ve hayatlarımız üzerinde büyük bir etkisi olan sıradışı hadiseleri görmemizi engeller. Oysa hayat, hafızamızda tecelli ettiği biçimden çok daha karmaşık, insanın hayatla ve çevreyle ünsiyeti de Darwinci teorinin tezlerinden çok daha esrarlı bir şeydir. Fakat kalbimiz ve beynimiz duygulardan çok sayılarla-çizelgelerle dolu, zihnimiz ise tarihi düz ve çizgisel bir şeye dönüştürme eğiliminde olduğu için hadiselere “sır idraki” ve “meçhûle hürmet tavrı” içinde bakamayız. Bu da eşya ve hadiselerin görünmeyen mantığını alt-üst ederek, bizi nadir görülen hadiselere karşı savunmasız bırakır. Dolayısıyla “Mutlak Fikir”den neş’et etmeyen sistemlerle düzen aradığımızda, bulacağınız düzen sahte bir düzendir. Çünkü “bilgi tek, çokluk bilinendedir”. Modern aklın bilgisi ise toksik, aynı zamanda kalabalık, kalabalığı nisbetinde de keyfiyet bakımından fakirdir. En basit bir vakıayı doğrulamak bile, zarurî biçimde birbirini davet eden bir sürü teyide ve bunların sonsuz-sınırsız bir zeminde birikimine bağlıdır. Ve ne yazık ki bu zemin eşyayı değil, eşya hakkında söylenenleri bilmenin zeminidir ve dedikodudan ibarettir. Dolayısıyla, hakikati arayan için gerekli olan; doğru düşünceyi, doğru düşünce faaliyetiyle sonsuza kadar kesiştiren düzenleyici kodları temin edecek “Bütün Fikir”dir. Bu olmadığı zaman eşyadaki sır da sonsuza kadar saklı kalır.

İnsan yapımı, modern olarak yapılandırılmış, mâlik mülküne sahip çıkmasın da her şeyin kontrolü bizde olsun anlayışı içinde özellikle karmaşık bir hâle getirilmiş sistemler, tahmin edilebilirliği azaltan, hatta tamamen ortadan kaldıran yapılardır. Birbirilerine olan karşılıklı bağlılıkları ve bağımlılıkları sebebiyle de katlanarak çoğalan, kontrol edilemeyen tepki silsilesi doğurmaya meyyâl sistemlerdir. Dolayısıyla bu tür sistemlerle düzen aradığınızda, bulacağınız şey düzensizliktir. Zira karmaşık bir dünyada sebep kavramının kendisi bile şüpheli, hatta tesbit edilemez ve tanımlanamazdır. Bu tarz bir anlayışla hadiselere yanaşan şuur, gerçekle uyduruk istikrar arasındaki farkı anlayamaz, işlerin nasıl yürüdüğünü bilemez. Yaygın kanaat teknolojik bilgi arttıkça öngörü dünyamızın da genişleyeceği yönünde olsa da, paradoksal biçimde, teknolojik bilgi arttıkça sıradışı hadiseler de o nisbetde öngörülemez bir hâle gelmektedir. Sun’î olandaki artış ve tabiî olandan kopuş fazlalaştıkça karmaşıklık artmakta, resmî yapıların büyüklüğü ve bunların tâbi oldukları katı yasal düzenlemeler de ister istemez kendi içinde gayrî resmî ve düzensiz yapılar üretmektedir.

Türk toplumu, iki yüzyıldır kendisine doğru diye belletilen yanlışların açmazı ve yersiz korkularının ezikliği içinde yaşadı. Sanki suçluymuş gibi kendisini hep savunma ihtiyacı içinde hissetti. Giderek de hakikat arayışından koptu. Geçmişin tümüyle red ve inkârına dayanan bu süreç, ne yazık ki arkasında kendi değerlerine en azılı düşmanlarımızdan daha kudurganca düşman edilmiş milyonlarca “kurban” bıraktı. Fakat Türkiye’nin artık modernin bir başka boyutunu oluşturan, ya da postmodern bir oluşum hâlinde tezahür eden kof ideolojilere, içi boş birlikteliklere tahammülü yok! Dahası, sömürgeciliği yeni zamanlara uyarlayarak hâkimiyetini sürdürmeye çalışan Batı merkezli politikalara hiç tahammülü yok! Zira tarihin merkezi giderek Doğu’ya kayıyor ve bunama emareleri gösteren Avrupa ise artık yaşlı ve hasta… Yeni yollar, yeni metodlar arayışı içinde olsa da sanatı, edebiyatı, bilim ve düşünce dünyası dengesini tümden yitirmiş vaziyette. “Batı modeli” Türkiye, Rusya, Çin gibi imparatorluk geçmişi olan ülkelerde tutmadı ve yenilgiye uğradı. Bu hâliyle de, âdeta çekip gittiğinin ve giderken de yerini yeni bir sisteme bırakmakta olduğunun haberini veriyor. Lâkin çöküş süreci uzadıkça dünyaya verdiği zarar da artıyor tabiî...

Büyük bir hesaplaşma yaşanıyor. Ve dünya olağanüstü hadiselere gebe! Bu hadiseleri kestiremediğimiz zaman, tarihin seyrini de kestiremeyiz. İşin vahim tarafı, hadiseleri doğru okuyabilecek, krizleri yönetecek, çözüm üretecek, kitleleri peşinden sürükleyecek karizmatik lider de yok! Aslında krizlerin kaynağında da bu var. Dünya malî ve siyasî güçleri arasındaki parçalanmayı fırsat bilen Global Çete, bu yokluktan da istifade ederek güç dengeleriyle istediği gibi oynuyor. Haçlı-Siyonist ittifakın Türkiye’yi ve İslâm dünyasını teslim alma girişimiyse büyüyerek ve genişleyerek devam ediyor. 15 Temmuz, elbette ülkeyi işgale hazırlamaya yönelik bir darbe teşebbüsüydü. Ama bundan da öte, Afganî’ye; “Dinin kafasını ancak dinin kılıcıyla koparırız” diyen Muhammed Abduh’un bu gayesiyle örtüşen ve tümüyle İslâm’a yönelik şeytanî bir plândı. Dolayısıyla içinden geçmekte olduğumuz süreç, hem Türkiye hem de İslâm dünyası için bir varlık-yokluk mücadelesi sürecidir. Mukavemet etmek, dayanıklı olmak yetmez! Bizi direnişten dirilişe geçirecek, zehri şifaya, dezavantajları avantaja dönüştürecek bir bünyeye ihtiyacımız var. Çareyi sadece ekonomi-teknoloji ekseninde aramak, eğitimin amacını yalnız ekonomik büyümeye endekslemek yanlış olur. Zira insanın değişmediği bir yerde hiçbir şeyi değiştiremezsiniz. Dolayısıyla, bugün sahip olduğumuzdan başka-farklı bir eğitim sistemi elzemdir. Maddî taşıyıcılar üzerinden toplumun genel fikir çerçevesine kendi dünya görüşümüzü yerleştirecek yeni kültür politikaları, yeni kurumlar, yeni kurallar ve yeni davranış alışkanlıkları edinmemiz gerekir. Aksi takdirde kendi değerlerine sahip çıkacak, bunları yükseltecek ve kalıcı kılacak nesiller yetiştirmemiz oldukça zor.

Aylık Dergisi 153. Sayı Haziran 2017