Kültür-sanat meselesi kitlelerin ruhî ve tersinden nefsî açlığını doldurmak için kullanılacak en elverişli alan olduğu için, ya “oluktan kir akacak ya nur” ve kitleler bu oluklardan akan şeyin hangisi gür ise ondan nemalanacaktır.
Kültürsüzlük kültürüyle yok edilen milletler mi demeliyiz yoksa?
Hayata dair her iş ve oluş, kendisine yer açabilmek için kendisinden önce o yeri dolduran unsurları tasfiye etmek zorundadır. Fikir, ideoloji, ticaret, kültür, sanat, aşk, sevgi… Adına ne derseniz deyin, en ulvi oluştan, en süfli belirişe, doğru veya yanlış, hak veya batıl fark etmeden böyledir bu.
Ticarete atılırsınız, hiç var olmamış bir sektörde hiç icat edilmemiş bir ürününüz yoksa -ki bunun için bile bir ihtiyaç oluşturma hazırlığı gerekmektedir- gireceğiniz alanda sizden önce piyasa oluşturmuş rakiplerinizden pay kapabilmek için birçok strateji uygularsınız.
Kültür, estetik, sanat ve edebiyat alanı da aynı ticari piyasa gibi, kim ele geçirdiyse “piyasa”yı onun tahakkümünden kurtarmanız, hâkimiyet alanından arta kalan yer dışında iş yapmanız pek mümkün değildir.
Hele ki, oryantalizmin, kültür-sanat meselesini askeri tahakkümden bile daha önemli görerek silah haline getirdiği ve bu alanı küresel çapta kurum, kuruluş ve kişiler eliyle kuşattığı bir zamanda işiniz çok zordur.
Senin sınırlarını çizmediğin, çerçevesini oluşturmadığın her alanı başkası doldurur. Şahsiyetli bireyler oluşturmak için önce şahsiyetin tanımını yapman, şahsiyeti manalandırman ve şahsiyetli duruşa kıymet vermen gerektiği gibi, kültür alanında da önce kültürün tanımını yapman, sınırını belirlemen gerekir.
Kültür-sanat meselesi kitlelerin ruhî ve tersinden nefsî açlığını doldurmak için kullanılacak en elverişli alan olduğu için, ya “oluktan kir akacak ya nur” ve kitleler bu oluklardan akan şeyin hangisi gür ise ondan nemalanacaktır.
Bugün maalesef insanlık kir akan oluklardan beslendiği için bu kadar kirli bir ortamda yaşıyoruz.
Çerçevesini senin belirlemediğin hiçbir şey senin değildir.
“Kültür-irfan, yüzlerce yıllık birikimin, bilginin yaşantının insanlarda kalıplaşmış bir anlayışa dönmesidir. İnsan ve cemiyetin ruh köküyle olan bağını bilgi, anlayış ve estetik bir idrakle tezahür ettirmesidir kültür. Bir inanç sisteminin estetik anlayışının, hayatın her alanında kendi zaviyesine göre tezahürü de diyebiliriz. Bir memlekette hayat bulmuş “kültür sanat faaliyeti” o memleketin insanlarının inancından tezahür etmemişse, yani milletin ruhundan taşmayan, idrakinden yansımayan, yaşam tarzını tüttürmeyen hiçbir faaliyet, “kültür sanat faaliyeti” değildir. Başkalarının kullandığı elverişli bir idrak kapanıdır.
Kültür, zarafeti, anlayışı ve bünyeleşmiş estetik idrakini içinde barındırır. Zekâyı, aklı ve hâdiseleri kuşatan bir bakış açısını gösterir. Her milletin kendi inancına, tarihine, örfüne, geleneklerine dayanan bir kültürü vardır.”
Kültür-sanat alanı, özellikle maddeyi değil de ruhu merkeze koyan-koyması gereken Müslüman toplumlarda en hayati mesele olması gerekirken en az önem verilen mesele haline nasıl geldi?
Nasıl bu hale geldik?
Bin yıllık inanç ve kültürümüzü yok etmeliydiler ki yenisini dayatabilsinler!..
Yeni bir kültür anlayışı ve buna göre bir kültür iktidarı ihdas edebilmek için “eskiden var olanı” yok etmek gerekiyordu. Bunu ise Osmanlı’nın yıkılış sürecinde başlayan ve Cumhuriyetin kuruluşuyla devlet çapında devam ettiren Batılılaşma dayatmasıyla gerçekleştirdiler.
Bizde kültür iktidarı, Cemil Meriç’in, “Avrupa Tanzimat'tan beri aynı emelin kovalayıcısıdır: Türk aydınında mukaddesi öldürmek. Mukaddesi yani İslamiyet'i.” cümlesiyle ifade ettiği hakikat, Tanzimat ile şekil bulmuş, Osmanlı’nın yıkılış sürecine hizmet etmiş ve Cumhuriyetin kurucu unsurlarıyla birlikte iktidar olmuştur.
İktidar güç demektir. Yedi düvel ile savaştan çıkmış, erini erkeğini kaybetmiş, iktidarı rejimiyle birlikte değiştirilmiş Anadolu insanı hayatta kalma mücadelesi verirken, sistemin kurucuları, Batıcı zihniyetle yetişmiş tuzu kuru aydın ve sanatçı payesi verilmiş kişilerle devletin her bir köşe başını tutmuş ve kendi zihniyeti dışındaki kimseye hayat hakkı tanımamıştı.
Tiyatro, sinema, güzel sanatlar, edebiyat ve aklınıza gelebilecek her sahada geçmişi kötüleyen, Anadolu insanını ruh kökünden kopartmaya dönük çalışmalar yapan ve her şartta devlet gücüyle korunan, kollanan, desteklenen “yeni rejimin kültür inşacıları” sistemin ve gelecek nesillerin kültürel kodlarını oluşturmaya çalıştı.
İnancımızla birlikte kültür anlayışımızı da baskılarla yıkarak alan açtılar kendilerine.
Batı’yı “çağdaş ve medeniyetin mihrak noktası olarak gören” bu zihniyet, kendileri gibi düşünmeyen, istedikleri şekilde eserler vermeyen insanların, hukuk sopasıyla kafasını ezmekten ademe mahkûm etmeye, kumpaslarla itibar suikastından zindanlarda çürütmeye kadar her türlü zorbalığı kullanarak yaşam hakkı tanımadılar.
Siyasî sahada her on yılda bir yapılan darbeler, kültür sahasında devamlı gerçekleştiriliyordu. Hem devletin gücünü arkasına alan görevlilerce hem de güya “sivil görünümlü” çapsız ve kalitesiz aydın, sanatçı, yazar-çizer tarafından…
Hem sistemin kurucularının hoşuna gitmeyen siyasî, fikrî, edebî eserlerde sansür uygulandı ve bu çerçeveye giren yazar, çizer, sanatçı, siyasetçi kim varsa yıllarca hedefe konularak zulme maruz bırakıldılar. Düşünün, Kazım Karabekir gibi Cumhuriyetin kurucularından olan koskoca paşa bile bu baskıya maruz kalmıştı.
Bu çerçeveden bakınca o günden bugüne uzanan yazar, sanatçı, aydın vs. isimlerin meşruiyeti de sistemi kutsayıp kutsamamalarıyla alakalıdır. Meselâ edebiyat-şiir alanında eşcinsel lobinin onay vermediği hiçbir eser ve yazarına yol verilmediği, sinema tiyatro alanında belirli zihniyete sahip lobilerin onay vermediği kişilerin parlatılmadığı, akademik çevrede malum zihniyete boyun eğmeyenlerin akademik kariyerinin başlamadan bitirildiği birçok defa yazıldı, çizildi, konuşuldu ülkemizde.
Yıllarca Yeşilçam filmleriyle millete aşılanan anlayışın en belirgin noktası İslam’a düşmanlık, tarihini ve Müslüman yaşam tarzını tahkir etmesi değil miydi? Bugün Batıcılıkta, gayri ahlakî hayat tarzı ve eşcinsellik propagandasında öncülüğü yine o kuşağın temsilcileri yapmıyor mu?
Batılı bir yazarın “Kültürel bir çöl yaratılmışsa, orada her şey satılabilir. Çünkü çölde her şey mucize etkisi yapar.” sözü, neredeyse bir asırlık kültür faaliyetimizin neticesini izah eder mahiyettedir.
Yenilik arayışları ve genel konjonktürün dayatmasıyla yurt dışına eğitime giden-gönderilen öğrenciler, Batı’nın maddi terakki unsurlarını öğrenmek yerine yaşam tarzı ve ideolojik rüzgârına kapılarak geri dönmeye başladı. Batı devşirmesi siyasetçiler, eli kalem tutan yazarlar, Osmanlı topraklarının birçok noktasında komitacılığa bulaşmış askerlerin sesinin gür çıkmaya başladığı bir dönem düşünün. Tanzimat Fermanı ile bu zihniyet siyasi ve kültürel olarak belirli bir kalıba oturdu ve vücut buldu.
Tanzimat Fermanı ile yoğunlaşan Batılılaşma, belirli bir süreç içinde özellikle toplumun “muhalif aydın, sanatçı, siyasetçi ve asker” kesiminin sesini gür çıkartmasına sebep oldu. Batı tarafından her şekilde desteklenen bu muhalefetin karşısına, doğru şekilde çıkılmadığı için, bu siyasî muhalif dil ve söylem dalga dalga yayıldı. Yanlışı yanlış şekilde düzeltme çabası veya doğrunun sesinin gür çıkamaması durumu… Bugün yaşadıklarımıza ne kadar benziyor değil mi?
Bugün kültür iktidarını elinde tutan kesim, basit politik muhalefet diliyle kitleleri etkileyip kendisine uymayan politik unsurlara karşı olurken, aynı zamanda, hayat tarzını dayatarak rol model olma avantajını da gayet iyi şekilde kullanmaktadır.
Sanat nedir, sanatçı kimdir, bir milletin varoluş temelini oluşturan kültür nedir, nasıl yaşatılır, sen kimsin, kimin kültürünü yaşatıyorsun gibi sorular sormayı bırakın, soranların susturulduğu bir kültürel zemindeyiz…
Ne kadar acıdır ki, bu topraklara zihnî olarak hiçbir aidiyeti kalmamış, Batı kültürüyle yoğrulmuş ve kıblesi Batı olmuş okumuş kesimden kişiler, toplumun “aydın-sanatçı” rol modeli haline getirildi. Üstelik bu insanlar kendilerini ciddi ciddi aydın ve sanatçı olarak milletten üstün gördüler, rollerini iyi oynadılar, nesilleri etkilediler…
Beyoğlu’nun arka sokaklarında işret meclislerinde kanton okuyan, çoğu gayrimüslim (Osmanlı’da Müslümanlar bu tarz işlerde çalışamazdı) Cumhuriyetin kuruluşuyla sahne sanatlarında oyuncu sanatçı, şarkıcı, tiyatrocu vs. kadrosunu oluşturdu. Batı’da okumuş veya Batılıların ülkemizde açtığı okullardan mezun olmuş eğitimli kesim çoğunlukla devletin bürokrasisini teşkil etti. Cumhuriyetin kurucu unsurları da yönünü “Batı’nın muasır medeniyetine ulaşmak” olarak belirleyip eğitimden kültüre bütün müfredatı bu anlayışla çizince, mesele sadece zamana ve nesillerin bu zihniyetle yetişmesine kaldı.
Müslüman Anadolu insanı hayatta kalma mücadelesi verirken memleketin siyasî, askerî, iktisadî ve kültürel alanı, Batı hayat tarzını benimseyen, Doğulu olmaktan utanan, Anadolu insanını hakir gören ve bu insanların kültürünü, geleneğini, inancını, örfünü, töresini terakkiye mâni gören insanlarla doluydu.
Politik güç, iktidar ve kültürel iktidar birbiriyle eş güdümlü şekilde yürüyen süreçlerdir. Kendi anlayışına uygun kültür oluşturamayan iktidar, başkasının dayattığı kültürü empoze etmek zorunda kalır ki, bu da iktidarın, “sistemin ortaya koyduğu zihniyetin dışında hareket edemediğini gösterir.”
Kültür iktidarı meselesini kültür emperyalizmi ile birlikte okumazsak bir neticeye varamayız.
Kültür emperyalizmi, ülkeleri işgal etmenin en kolay, etkili ve kalıcı yoludur. Bir ülkenin sosyolojik yapısını, hayat tarzını, alışkanlıklarını, hayata ve hadiselere bakış açısını değiştirmek öncelikle kültür emperyalizmiyle olur.
Kendi kültüründen kopartılmış, alışkanlıkları değişmiş, “iyi-doğru-güzel anlayışı” tersine dönmüş milletlerin fiili işgali gereksiz masraftan öte bir şey değildir.
“Bir milleti yok etmek isterseniz, askeri istilâya lüzum yoktur. Ona tarihini unutturmak, dilini bozmak, dininden soğutmak ve dolayısıyla manevi değerlerini, ahlâkını soysuzlaştırmak kâfidir” diyor Peyami Safa. Batı bunu 20. yüzyılın başında, Cihan Harplerinin sonunda keşfetti. Sömürge politikalarını yeniden düzenledi ve ona göre bir sistem ortaya koyarak uygulamaya başladı.
Teoman Duralı Hoca’nın “Biyolojik emperyalizm kılıç artıkları bırakır. Kültür emperyalizmi siler süpürür.” sözünde karşılığını bulan bir hâl…
Emperyalist Batı’nın ülkemizde okul açma sebebi Batıcı zihniyete sahip, İslâm’a ve Müslüman Türk milletine düşman nesiller yetiştirmekti. Başarılı oldular. Osmanlının son dönemlerinde açılan Batı okullarında yetişen, Batı’ya okumaya giden ve zihnini Batı’ya satan aydınlar (!) eliyle yeni sistemi oluşturdular.
Kültür iktidarı nedir, kimdedir sorularını bu çerçeveden okumak işte bu yüzden gerekli.
Üstad Necip Fazıl'ın “Nesillere kahraman diye tanıtılanlar İslâm'dan tiksinmenin fikrî ve fiilî icracıları olmuştur.” dediği gibi, bir de bunları isimlerinin önlerine koydukları bir takım titrlerle aydın ve sanatçı diye pazarladılar bize...
Silsile halinde birbirlerine referans olarak ülkenin etkili kurum ve kuruluşlarındaki köşe başını tutan bu zihniyet maalesef kendilerine uygun belirli bir nüfusu da yetiştirdi.
Bu sadece bizim ülkemize mahsus değil. Emperyalistlerin fiili veya zihni işgaline uğramış bütün Müslüman ve mazlum coğrafyada “emperyalizmin çıkarını koruyan, onların yaşam tarzını pazarlayan, onlara kölelik yapmayı normal gören” belirli sayıda insan bulunmakta. Batı, bu nüfus ve etki gücünü, ülkelerin politik alanına müdahale edebilme kozu olarak iyi bir şekilde kullanıyor. Meselâ Lâtin Amerika’da yaşanan iktidar değişiklikleri, ülkemizde yaşanan darbeler, milletin sokaklara döküldüğü “kadife devrim” diye adlandırılan sosyal hareketler çoğunlukla emperyalist ülkelerin zihnen veya fiilen devşirdiği bu kişiler eliyle yönlendiriliyor.
Taşıyıcı-sirayet ettirici unsurlar!
Bu zamanda kalabalıklara iyi veya kötü bir şeyi empoze etmenin en verimli yolu kültür-sanat ve bilim alanıdır. Gerçek anlamıyla bilim insanları veya sanatçılardan ziyade, o maskeyi takanlar üzerinden, kalabalıkların zihin yapısı istenilen şekle getirilir. Siyasî ve askerî güç ise arkasındaki itekleyici güçtür. Nihai noktada kültür devrimi yapabilmek için siyasî devrim, siyasî devrim için ise güce ihtiyaç vardır. Bu gücü, kitleleri hangi düşünce kalıplarıyla yoğurmak isterseniz ona göre propaganda unsurlarıyla kullanırsınız.
Kitleleri bir şekilde etkileyebilecek sanatçıların, toplumda yazar-çizer, aydın, akademisyen vs. diye bilinen kişilerin, organize olmuş sivil toplum hareketleriyle yer aldığı bir eylem, Batının da desteğiyle kolayca kitleselleşebiliyor. Sonrasında ise istedikleri politik hamleyi yaptırabiliyorlar.
Bugün neredeyse dünyanın bütün ülkelerinde dayatılan LGBT sapkınlığının taşıyıcı unsurları da çoğunlukla “kültür-sanat” alanında boy gösterenlerdir. Para, güç ve lobi faaliyetiyle, önleri açılan sanat camiasının temsilcileri, küresel emperyalist şeytanların çerçevesini çizdiği “hayat tarzını” taşıyan, pazarlayan ve sevdiren aparatları haline gelmiştir. Bu şeytani plana alet olmak istemeyen inançlı, milli ve milletine bağlı gerçek sanatçıları ise “ademe mahkûm etme” politikasıyla yok eden, görünmez kılan bir sistem var ortada.
Kültürün toplumun derin kodlarında yaptığı tesir ve değişikliğin bir tarafı da kalabalık kitleleri tabiri caizse “kontrol etmek ve harekete geçirmek” için iyi bir manivela oluşudur.
Neticede ülkenin siyaset ve kültür alanında köşe başını tutan bu azınlık zihniyetin istemediği, onay vermediği kimse geçemesin diye ördüğü duvarda, ağır bedeller de ödeyen milletin alttan üste doğru yaptığı baskıyla gedik açıldı ve mesele başka bir noktaya doğru evirildi.
Politik olarak güçleri zayıfladı, millet bu zihniyetin önünü tıkadı, iktidarı almalarını engelledi. Fakat Ak Parti iktidarı, birçok noktada gerçekleştirdiği atılımı kültür-sanat alanında bir türlü gerçekleştiremedi, gerçekleştiremiyor.
Bugün artık mesele küresel çapta açığa çıktığı gibi, kültür-sanat camiasından akademik çevreye, politikacılardan sermaye sahiplerine, iktidarı ele geçirmek ve “hayat tarzını” belirlemek için yapılan mücadelede saflar çok net hale geldi.
Seçim döneminde, Ak Parti iktidarında meşhur ve zengin olmuş “sanatçı kılıklı” birçok soytarının milletin değerlerini de aşağılayarak nasıl taraf tuttuklarını görmediniz mi? Seçimlerde bir partiyi diğerine karşı destekleme yarışı değildi yapılan açıklamalar. Müslüman bir ülkede Müslüman halkın inancına, kültürüne, yaşam tarzına karşı Batı tandanslı bir zihniyetin gücü ele geçirmesi için içinde çokça hakaret ve aşağılama da olan propaganda vazifesiydi.
Ak Parti mevcut vesayet rejimine karşı olarak Anadolu insanının teveccühüyle iktidara geldi ve 21 yıl sonunda hâlâ bu desteği koruyarak gücü elinde tutuyor. Peki siyasi iktidar, mevcut rejimin vesayet anlayışına, emperyalizmin dayattığı yaşam tarzına, kültür iktidarını elinde tutan küçük ve azgın bir azınlığın, milletin inancına ahlakına kültür ve geleneklerine açtığı savaşa karşı olmasına rağmen kültür iktidarı nasıl oluyor da hâlâ bu azınlığın elindedir sorusu gelir karşımıza.
“Davasının merkezine estetik idrak ve anlayışını oturtamayan hiçbir hareket başarılı olamaz.” der Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu.
Estetik idrak nedir? Neye nispetle oluşur-oluşturulmalıdır? Hayatın tabiî akışına, tabiri caizse nasıl yedirilir? Önceki satırlarda, kültür iktidarı meselesini siyasî iktidar ile birlikte okumak gerektiğini belirtmiş “emperyalist dünya düzeninde, emperyalizmin yaşam tarzına uygun inşa edilmiş sistemin güdücüsü olanların, ellerindeki gücü bu sistemi yaşatmak için kullandığına” değinmiş ve kültür iktidarını ele geçirmenin yolu siyasî iktidarı ele geçirmekle açılıyor demiştik.
“Siyasi iktidarı -gücü- ele geçirmeden, kültürel iktidarı hâkim kılamayız.” cümlesinin üzerine şu soru da sorulmalı. Biz siyasi iktidarı ele geçirdik mi?
İşte bu noktada “sistemi değiştirmeyi hedeflemeyen hiçbir hareket gayesine eremez” sözü aklımıza gelir. Sadece mevcut düzende siyasî iktidarı ele geçirmek değil, sistem olarak yeni bir ruh ve anlayışı sistem çapında hâkim kılmadan, kültür iktidarını ele geçirmenin mümkün olamayacağı sonucuna ulaşırız.
Çünkü kültür, sistem çapında bir dünya görüşünün insana va’z ettiği hayat tarzında ortaya çıkar ve “nispet ettiği dünya görüşünün” eserlerini sunar. Batıcı bir sistemde, Batıcı bir hayat tarzı ve kültürüne göre yetişmiş zihinlerin vereceği eser, Batı kültürünün yansıması olacaktır.
Kendi inancına kültürüne gelenek ve örfüne göre hayatını şekillendiremeyen insanlar, başkasının dayattığı hayatın kültürünü yaşar. Son tecritte bütün kavga yaşam tarzı üzerinedir. Nasıl yaşayacağız, neye ve hangi ölçüye, hangi ahlâkî temele göre yaşayacağımızın kavgasıdır.
Bugün muhafazakâr kesim de dahil hayat tarzı, tüketim alışkanlıkları, meselelere bakış açısı ve aidiyet sorununun kaynağı, öncelikle kim olduğumuzu, neye nispetle nasıl bir hayat dizayn etmemiz gerektiğini ortaya koyamamanın neticesidir ki; diliyle Müslüman yaşantısıyla Batılı, kültürüyle Doğulu yaşantısıyla Batılı, zihniyle ise karma karışık bir hale getirdi bizi.
İktidar inanç, anlayış ve yaşam tarzı olarak bize uygun olsa dahi, sistem Batı dünya görüşüne göre olduğundan, neticede kültür alanında ortaya çıkan eserler o çerçevede olmakta ve nihayetinde vesayetçi rejimin yetiştirdiği, yolunu açtığı ve parlattığı “kültür temsilcileri” de bu yüzden hâlâ kültür iktidarını ellerinde tutabilmektedirler.
Bu kadar etkin siyasî ve ekonomik güce rağmen mevcut durumun hâlâ bu noktada oluşu, fikirsiz kadroların meselenin ehemmiyetini anlayamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Kültür meselesini kısır bir idrakle, kültürü turizmle bağlantılı kurumlar üzerinden yürütmek veya belediyelerin şiir geceleri düzenlemesiyle halledeceğini düşünen, daha da ötesine geçip sanatı değerlerimize düşman sanatçıları sahneye çıkarmakla eşdeğer gören sığ bakış açısına sahip yetkililerdir sebep…
Sistemi inşa eden zihniyet, kültürel iktidarı elinde tutarken Anadolu irfanına sahip, kendini yetiştirmiş; sanatta, edebiyatta, fikirde ve aksiyonda kendi inanç ve idealine uygun bir dünya hayali kuran insanlar mücadelelerine devam edip, dayatmalara karşı milleti ruhundan yakalamaya çabalıyor. Hâlâ bu gayret içindeler. Fakat nihayetinde mesele siyasî iktidarın “yeni bir ruh ve anlayışla yeni bir sistem inşa etmesine dayanır.”
Dışarıdan kuşatılmış bir ülke, içeriden kuşatılmış zihinler ve ruhumuzu tarumar etmeye çalışan ve maalesef “dayatılan ama makbul görülen hayat tarzımızla” derin bir handikap içerisinde sürdürüyoruz hayatımızı.
Kültür-sanat meselesi ruhumuzu kurşuna dizmek isteyen küresel emperyalistlerin kullandığı çok elverişli bir silahtır. Artık insanlarımızın, özellikle gençlerimizin bu silahın kurşunuyla vurularak ruhlarının yok edilmesine dur demeliyiz. Yeni bir anlayışla, yeni bir ahlâkî sistem ve kültür-sanat anlayışı inşa etmeden ne ülkemizin ne milletimizin geleceği aydınlık olur.
Aylık Baran Dergisi 17. Sayı Temmuz 2023