Bir şeye değerini veren, bağlı olduğu mihraktır. İki farklı insanın görünüşte birbirine benzeyen davranışları, mahiyet açısından birbirine taban tabana zıt olabilir. Romanlarda ve filmlerde, okurun veya seyircinin alakasını toplamak maksadıyla da olsa çokça kullanılan bir temadır bu durum. Belki basit bir misal olacak ama vaziyeti çok iyi izah ettiğinden kullanmadan edemeyeceğim: Bir çocuğu kandırıp suiistimal etmek isteyen bir adamın o çocuğa çikolata vermesiyle o çocuğu sevdiği için ya da iyilik etmek için bir adamın çikolata vermesi arasında görünüşte davranış açısından hiçbir fark yoktur. Ancak mahiyetlerine baktığımızda birbirlerinin tam zıddı olduğunu derhal kabul ederiz. O yüzden sadece tezahürü esas alan doktrinlerin hızla açmaza düşüp amiyâne tabirle dağılmaları mukadder olmaktadır. Müslüman görünümlü ama tasavvuf düşmanı, Müslüman ama maneviyatı reddeden (!) ekoller de bu dağılması mukadder doktrinlerin arasındadır. İleride konumuzla ilgisi miktarınca eğilmek üzere şimdilik bu meseleyi bir kenara bırakalım.
Bir hadisenin, bir oluş veya yok oluşun metafizik ciheti izah edilmediğinde, ona teksif edilen ruhî motivasyonun bir süre sonra kaybedilmesi kaçınılmaz hale geliyor. Tarifi gereği oluş, ancak noksanlıkla mümkündür ve noksanlıkla malul oluş dünyası, yani biz dâhil bütün kâinat, tekâmülün hasrı içindedir. En küçük zerreden en büyük yıldıza kadar bütün kâinat eksiğini gidermeye çalışıyor; bütün yaratılmışlar, eksikliklerini yok edip mutlaklığa erişmek için devinip duruyorlar. Bütün varlık, yaratıcısının hasreti ile O’na doğru akıyor. 
Her ne kadar oluşun mânâsı müsbet yönde ise de, İbda Hikemiyatı’nın işaret ettiği “her vasfın zıddını içinde barındırdığı hakikatine” nisbeten, menfiliği de içermektedir. Tabiat sürekli oluş hâlindedir, ancak menfilik cihetinde bir oluşu ancak tüm kâinata anlam kazandıran insanoğlunda görebiliriz. Tabiatın mücessem haldeki metafizik ciheti de diyebileceğimiz insan, Allah’ın bu kâinat için koyduğu oluş kanununun, üzerinde müsbet ve menfi yönlerde işleyebildiği tek canlıdır. 
Müsbet yöndeki oluşa tekâmül diyoruz. Menfi için kullandığımız kelimeler ise muhtelif: Alçalma, zillet vs. Ancak bunlardan en hoş olanı, oluş sürecine de işaret etmesi bakımından, Üstad’a ait “tersine tekâmül” tabiri. Velhasıl kelam, kâinatta aslolan tekâmül, menfi ya da müsbet… O yüzden, tarihi de içine alacak şekilde eşya ve hadiselere bakarken daima meselenin özünü yakalama gayreti içinde olmaz, mevzuları nisbet edildikleri mihraklara istinaden ele almazsak, yanıltıcı neticelere varırız. Bizim, vakıf başlığı altında bu kurumların tarihî gelişimini incelemeye çalıştığımız bu yazı dizisinde izlediğimiz usul, işte bu: İnsanlık macerasını ve içtimâî tekâmülü vakıf özelinde takib etmek…
İbda Hikemiyatı’nın söylediği “sûret olmadan mânâların ebediyen tecelliye gelemeyeceği” hakikati, sûrete, tezahüre hak ettiği payeyi vermektedir. Suret ile mânâ arasında, cisim ile mahiyeti arasında doğrudan bir münasebet mevcuttur. Hülasa nasıl insan ruhu bedenle görünür hale geliyor, yani ruh insan olmak için bedene ihtiyaç duyuyorsa, bir insan topluluğu da cemiyet olmak için kural ve kurumlara ihtiyaç duyuyor.
Ruh ile beden, zıtlık içinde birlik halini aksettiren en güzel örnek. İbda Mimarı’nın söylediklerinden anladığımız kadarıyla her ikisinin kesişme noktasında ruhun bir tezahürü olarak “nefs” oluşuyor ve bu yönüyle nefs bir denge hâli oluyor. Bedene yakın noktada denge kurulursa nefs süflîleşirken, ruha yaklaştıkça ulvî bir mahiyet kazanmaya başlıyor. Dediğim gibi, anladığımız kadarıyla böyle. Tekâmül de bu dengenin sürekli yenilenmesinde yatıyor; ruh ve beden tenakuzu, kendine her daim yeni denge noktaları arıyor, aşağıda ya da yukarıda… 
Cemiyetin özünü ferdî hakikat oluşturur. Cemiyetlerin görünüşleri zaman ve zemine göre değişiklikler arz etse de, ferdde ruhun sabit olmasından dolayı, özü değişmiyor. Kiminde basit bir şekilde tezahür eden idarî bir yapı veya içtimaî bir müessese, diğerinde daha karmaşık bir görünüme kavuşabiliyor. Ancak icrâ ettikleri faaliyetler, hatta çoğu zaman organizasyon şemaları birbirleriyle benzeşiyorlar. Bu durum ilk insandan beri böyle... Aksini ileri sürenlerin tezleri, yani her şeyin sıfırdan ihtiyaçlara göre geliştiği tezi, varlık teorisi açısından metafizik bir mahiyete büründüğünden kendisiyle çelişir bir hale geliyor ve bu yüzden “tel maşa” bir görüntü veriyor. Ayrıca iç ve dış gözlemlerimiz bize hep aksini söylüyor.
Cemiyetin omurgasını teşkil eden kurumlar kategorisinde en mühim mevkii işgal edenlerden birisi, vakıf veya benzeri hayır kurumlarının oluşturduğu kategoridir. Vakıf, bir organizasyon olarak, tarih boyunca muhtelif şekiller almıştır. Hatta göçebe topluluklardaki zor durumda bulunan üyelere yardıma matuf örf ve gelenekleri bile vakıf kurumunun hasrı içinde düşünebiliriz. (Bu konuyu eski Türklerde vakıf meselesini ele aldığımızda irdelemiştik.) Çok değişik renk ve biçimlerdeki bu organizasyonların kaynağının ferdlerdeki inanç ve iyilik etme arzusu olduğunu, bütün bir cemiyetin aslında bu esaslar üzerinde kaim bulunduğunu çok kere ifade ettik; yani tüm cemiyet gibi, onu oluşturan kurumlar da varlıklarını ferdlerin maneviyatlarına borçlular. Tabii burada yanlış anlaşılmasın, maneviyat derken insan ilişkilerinin değerler üzerinden yürüdüğünü, bu değerlerin şu veya bu görünümde olmasının ehemmiyeti bulunmadığını ve değerlerin muhatabının da kişinin manevî ciheti olduğunu söylüyoruz. Yoksa “üstün manevî değerleri” ya da “manevî olmaya layık değerleri” kast etmiyoruz. Bu noktada değerleri tesbit eden bilgi açısından bir sabit değer zorunluluğunun ortaya çıktığı ve bunun kaynağının da kendini “yaratmaktan” aciz tabiat ya da insan olamayacağı aşikâr... Sabit değeri doğuran bilginin kaynağında, son tahlilde, her şeyden aşkın eşi bulunmayan bir Mutlak Varlık’ın bulunması zaruridir. Sadece sosyoloji yolu ile bile rahatlıkla bu neticeye varabiliyoruz. Hülasa, ferdin zihnen ve ruhen, cemiyetin de manen şekillenmesini sağlayan Mutlak Varlık’tan gönderilmiş bilgidir. 
Bu bilgi ulaştırılması işi, mutlak mânâda peygamberler vasıtasıyla, izafî olarak da her ferdin içine doğan sezgi yoluyla olmaktadır. Ancak sabit değerlerin, fıtratı gereği sürekli oluş ve yeni denge noktaları tesisi peşinde olan ferd ve cemiyetin keşmekeş içindeki manevî cihetinde karışıp kaybolmaması için “tebliğ”, yani mutlak sabitlerin birebir ferdlere bildirilmesi şarttır ve işte peygamberler de buna memur örnek insanlardır. Tebliğ edilen bu mutlak fikrin bize görünen kurallar bütünü din adını alır. İnsan, Mutlak Varlık’tan gelen din ve onun ruha sirayet edici hâli ahlâkı kabullenmek üzere yaratıldığından, yani bir dini kabullenip onu tatbikin ön şartı olan inanç hissi ile mücehhez bir şekilde yaratıldığından, dinsiz olamıyor. İbda Mimarı’nın söylediği “herkesin mutlakı var, ama bizimki konuşuyor” sözü bunun ifadesidir. Elinde doğrusu yok ise, o ihtiyacı görecek bir aletin icadı peşinde koşuyor. İcad ettiği ihtiyacını görmeyince de yenisinin arayışına giriyor. Dinler tarihi üzerine kaleme alınmış eserler, bunların onlarca misaliyle doludur. 
Meseleyi fazla uzatmamak adına, tüm bunlardan sonra diyoruz ki, madem görünen-görünmeyen her şeyin yaratıcısı Mutlak Varlık’tır, o hâlde doğru-iyi-güzel biçiminde tezahür eden sabit değerleri yaratıp bize miyar olması için peygamberleri vasıtasıyla gönderen de O’dur. Bilginin ve dolayısıyla din ve ahlâkın kaynağı O’dur. Bu yüzden, Allah Teâlâ tarafından gönderilen ve hayatın nasıl yaşanacağına dair ahlâkî esasları belirleyen kaidelerin insanoğluna fıtraten en uygun kurallar manzumesi olduğuna kuşku yoktur. Ahlâk, ancak Mutlak Fikir ile mutabık ise insanda tam karşılığını bulmaktadır. Nerede ve hangi zaman diliminde olursa olsun eğer gerçekten işleyen bir ahlâk düzeni varsa, onun arkasında nebevî tesiri aramak gerekir. 
Mevzumuz vakıf olduğundan, tüm tahlillerimizin merkezinde bu kurumun bulunduğu açık… İbda Fikriyatı’nda ifade edilen “her şeyin her şeyle alakası vardır” hikmeti, bize bu çalışmamızda yön gösteren ışık hükmündedir. Her şeyin her şey ile o kadar alakası vardır ki, sadece vakıf kurumunun tarihte bir memleketteki vaziyetine bakarak, o memleketin o zaman dilimindeki fikrî, iktisadî, siyasî ve elbette dinî tahlilini rahatlıkla yapabiliriz. Aynı şeyi eğitim, mimarî, hukuk düzeni vs. için de söyleyebiliriz. Bir ülkede vakıf kurumu veya benzeri hayır kurumları yerle yeksan ise, o ülkede geri kalan içtimaî şubelerde de ciddi bir hastalık vardır; bu kaçınılmaz. Yani vakıf meselesine eğilirken mevzumuzun bu kadar dallanıp budaklanması çok tabiidir ve ilgilisi bunu takdir edecektir.
Meselelerin özünü yakalama, teferruatla uğraşırken bile o özü arama metodunu benimseyerek başladığımız bu incelememizde gele gele vakıf kurumunun zirve noktasını teşkil eden İslâmî vakıflara geldik. Sayısız üstün hasletlerinin arasında tüm insanlık için “mutlak model ferd” ve “ideal cemiyet ve devletin bânisi” olarak gönderilmek bulunan Resûlullah Efendimiz’in (SAV) vakıf kurumunu mükemmelen tesis eden ilk kişi olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Büyük İslâm medeniyetinin kurucusu Hz. Peygamber (SAV), ileride bu medeniyetin motoru vazifesini üstlenecek kurumun temellerini atmış, ilk vakfı da kendi tesis etmişti. 
Yazı dizimizin başlarında, İslâm öncesi Arabistan’ında müşrikler arasında da vakfın bilindiğini, hatta hac ibadetinin ifasında hacılara hizmet veren bazı yapıların, zemzem dağıtımının, hacıların karınlarının doyurulmasının kısmen vakıf eliyle yürütüldüğünü söylemiştik. Ancak bunlar artık iyilik etmek için değil de, Araplar arasında itibar kazanmak ve şan-şöhret elde etmek maksadıyla yapılan faaliyetler haline gelmişlerdi. Elbette bu işleri tamamen iyilik etmek amacıyla yapanlar yok değildi, ancak genel görünüm bu haldeydi. Zaten bir cemiyette yozlaşma ilk elden böylesi müesseselerde kendini göstermeye başlar; çünkü bu tarz kurumlar, ne kadar denetlenirse denetlensinler, vicdanlı insanların elinde olmadıkça gerçek işlevlerini kaybeder, başka gayelere hizmet etmeye başlarlar. İslâmî vakıflarda bulunan en başından ebedilik niyetiyle tesis olunmaları, müstakil bir hükmî şahsiyet taşımaları, mutlak dokunulmaz olmaları, tamamen kamu yararı gözetmeleri (yani kişiye özel bir vakıf kurulamaması) gibi temel hususiyetlerden, İslâm öncesi Mekke’sinde mevcut vakıf benzeri yapılar ya şeklen ya da mahiyet itibariyle mahrumdular. Bu açıdan bakıldığında, Hz. Peygamber (SAV)’ın kurduğu vakfa şeklen ve mahiyet itibariyle benzeyen bir kuruma o devir için hiçbir coğrafyada rastlanılmamaktaydı. İlginçtir, Peygamberimize (SAV) nübüvvetin geldiği dönemin Ortadoğu’sunda vakıf benzeri tesisler bir süredir ortadan kalkmışlar ya da maksadlarından sapmışlardı. Asıl kuruluş gayeleriyle o günkü görünüm ve işlevleri arasındaki makas kapatılamayacak derecede açılmıştı. Elbette, her “asıl”a sahtesi musallat; ancak o dönem öyle bir fotoğraf veriyordu ki, sahteler sanki asılların yerini almışlardı. Kısacası, Peygamber Efendimiz (SAV), nicedir aslından koparılmış olan bu kurumu artık kıyamete kadar değişmeyecek bir şekil ve mahiyet ile yenilemiş ve aslî rotasına yerleştirmiştir. Ancak ondan sonradır ki, bütün İslâm ülkeleri bu kurumun muhtelif şekilleriyle donanmış, orada da kalmamış, en batıdan en doğuya kadar bütün dünyanın örnek aldığı bir kurum hüviyetini kazanmıştır. Ne var ki, ne bu ülkelerde ne de tarihin hiçbir devrinde İslâm medeniyetinde icra ettiği rolü üstlenmemiştir. 


Baran Dergisi 459. Sayı