Üstad Necib Fazıl’ın “dil” konusundaki hassasiyetini biliyoruz. “Uydurukça” dediği “öztürkçe” denilen garabeti nasıl tenkid ettiğini de. Şimdi herkes, “Necib Fazıl’ın paltosundan çıktık” filan diyor ya, o nokta biraz sıkıntılı gibi geliyor bana. Çünkü Üstad’ın en hassas olduğu, üzerinde ısrarla durduğu “dil davası”, ne yazık ki, “paltodan çıktık” diyen edebiyatçısından, şairine, kimsenin umurunda değil gibi görünüyor.
“Öykü” kelimesinin “hikâye” kelimesi yerine ikame edilmeye çalışılması bilhassa dikkat çekici noktalara ulaşmış bulunuyor. Kaba-saba bir tutuculuk filan gibi görülebilir bu, fakat “öykü” kelimesinin hiçbir kökenden gelmeyen, “uydurukça” bir kelime olması benden başka kimseyi rahatsız etmiyor mu? Özellikle edebiyatçıların hangi kesimden olursa olsun “öykü” deyip durması?
“Öykü” kelimesi 1930’lu yıllarda ilk defa kullanılmaya başlanmış. Nurullah Ataç 1940'lı yıllarda "öykü" kelimesini devamlı kullanmış ve bu kelimenin dilimize yerleşmesinde önemli rol oynamış.
Önceleri bu konuda epey tartışma da yaşanmış. Kimisi, “öykü”nün “çağdaş” edebî bir türe, hikâyenin ise eski bir edebî türe işaret ettiğini söylemiş. Kimisi “öykü”nün kısa hikâye anlamında kullanıldığını, uzun hikâyelere “hikâye” denildiğini ifade etmeye çalışmış. Meselâ Ömer Lekesiz bu konuda şöyle yazmış:
“Hikâyenin nesnesi hikâyedir. Öyküde ise nesne edebîliktir. Hikâyeyle yazınsal anlamdaki çabayı ayırmak için öykü tanımını zorunlu olarak kullanıyoruz.”
Şimdi yukardaki cümledeki “edebîlik” ve “yazınsal” kelimelerinin aynı anlamda kullanıldığını, bunun da nasıl bir çorba olduğunu izaha hacet yok sanırız. Edebî olan “öykü”, edebî olmayan “hikâye”?
Gariblik şurada ki, “hikâye” kelimesi, lügatte, "anlatmak, ifade etmek, aktarmak, tekrarlamak; benzemek, taklit etmek" gibi birçok anlama gelirken, yerine ikâme edilen “öykü” kelimesi ise “tasarlamaya ya da gözleme dayanan bir olay anlatarak okuyucuda ilgi ve beğeni uyandıran ve çoğu kez ancak birkaç sayfa tutan yazın türü.” diye açıklanıyor. (Buradaki “yazın” kelimesinin “edebiyat” gibi muhteşem bir kelime yerine kullanıldığını da belirtelim.)
“Öykü” kelimesinin “öykünme” kelimesinden (Denizli ağzında kullanılan bir kelime imiş?) türetildiği söylenir ki, “öykünme” kelimesi de “taklit etme” anlamına gelir. Bu da Sevan Nişanyan’ın “tahminidir”. Oysa bu kelime “köksüz”dür. Yukarıda belirttiğimiz üzere, dilimizdeki Arabça ve Farsça kelimeleri temizleme gayesi ile “hikâye” yerine “uydurulmuştur”. Nitekim “öykü” kelimesinin Türkçe kelime ekleri ve kelime türetme kurallarına da aykırı olduğuna dikkat çekilmiştir. 
Bir diğer görüş de şöyledir ki, bizce akıllara zarar:
“Bir alacaklınızın karşısına geçip, borcunuzu neden ödeyemediğinizi “arsamı satmıştım, senin paranı da ayırmıştım ama adam annesini alıp yanıma ağlayarak geldi ve parasını geri istedi o yüzden sana olan borcumu ödemekte geciktim” diye bir anlatımda bulunduğunuzda, alacaklı “anlattığınız hikâyenizi” ilgiyle dinlerse bu bir öyküdür. Ancak karşınızdaki alacaklı sizi dinleyip; “Kes lan hikâyeyi, borcunu ne zaman ödeyeceksin?” diye sorarsa maalesef bu bir hikâye olur.”
Oysa, halkın dilinde dolaşan bir kelimenin, o dile mâlolduğunu savunuyorduk ya?.. “Hikâye anlatma” diyen adam, “öykü anlatma” diyemeyeceği göre? Sen halkın dilindeki “hikâye” kelimesinin binbir tedai ve ilhamını bir kenara bırakıp, “öykü” gibi kısır bir kelimeyi, edebî bir türe isim olarak verirken, amacın, o kelimeyi halkın “kullanmaması” mıdır? Yâni halkın dilindeki kelimeyi elinin tersiyle itip, aydınlarla halk arasına bir sınır çizmek midir? “Yaşayan dil”e ne oldu o vakit?
Osmanlıca’yı ve Osmanlı edebiyat dilini ağır ve ağdalı, zor öğrenilen, halk tarafından bilinmeyen vesaire diye tedavülden kaldıranlar, yeni bir “ağdalı dil” oluşturarak, yine aydınlar ve halk arasında bir uçurum oluşturmuş olmuyorlar mı? Öyle ya, “özdek” dersen “madde”ye, “öykü” dersen “hikâye”ye, “yazın” dersen “edebiyata”, kim anlar senin dilinden? Oysa “bana hikâye anlatma” diyen adam, hikâyenin “anlamlarını” gayet iyi bilmektedir.
Salih Mirzabeyoğlu’nun “Berzah” isimli eserinde, tam da bu mevzuya denk düşen bir uyarısını okuyalım da, neden “öykü” olmaz, niçin “hikaye”dir, biraz daha anlamış olalım:
«“Türkçe ile ilim olmuyor” veya “olmaz!” derler… Hem doğru, hem değil: Ama bizim söyleyeceklerimiz, öyle de, böyle de, onların demek istedikleriyle aynı değil. Malûm olduğu üzere. Hayyam “pesimist-bedbin” bir şahsiyettir; ama çerçöp işlerin bedbini değil, o bir meczuptur. Sayfanın hem ön, hem de görünmeyen arka yüzünü okumayı bilenler, ondaki müthiş hikmetleri görürler. Allah için şöyle diyor: “Gözle hiç kimse göremez dediler yüzünü / Göz bizim gözümüzse, sahi mümkünü yok!”… Diyeceğim o ki, “Türkçe sizin konuştuğunuzsa, sahi mümkünü yok!”… İşin bir yanı, aslında en önemli yanı bu. Rastgele “sel, sal” ekleriyle, aklına estiği yerde kelime uydurarak, hiçbir maletme ve yakıştırma çilesi çekmeksizin, hangi lisandan öğrendiysen onu hazırlop kullanarak, olması gereken bir şehir nizamına göre, kanalizasyonu yok, su şebekesi yok, yolu yok, ışığı yok derme çatma gecekondu manzarası lisân ve onun ilim ve fikir manzarasıyla hiçbir bediî verimin olmayacağı açık. İmam-ı Gazâlî Hazretleri, “iştikak ilmi, bütün ilimlerin temelidir!” der. Bunu olsun anlıyor musun? İştikâkın olmadığı yerde, neyi nerde nereye bağlayıp sistemleştireceksin? İştikaktan önce, ne kadar molozlaşmış görünse de hâlâ yaşar Türkçe’yi bile yakıştırıp kullanamıyorsun. Karga diliyle sanat olur mu, fikir olur mu, ilim olur mu? “Misâl” yerine “örneğin”, “cevab” yerine çaput vezninde “yanıt” derken, bunların iştikak alâkası içinde neler kaybettiğini biliyor musun? Evvelâ, lisânın hafızasına yüklü binlerce yıllık bir bilgi birikimini kaybettiğini, bu yüzden pek çok şeyi “yeni” niyetine Batı kültürünün döküntüsü yolundan öğrendiğini? Üstad veya ben, ne olursa olsun birşeyi anlatırken, nasıl asıl ve tahakkümümüz altına alarak aslîleştirdiğimizi? Burada, kuru kuru lisân bilmek ve iştikaktan bahsetmediğim de anlaşılıyor. 20 sene önce, “uyduruk Türkçe” yanlısı uyduruk adamlara mukabil, “Yaşayan Türkçe” tekerlemecisi uyduruk adamlar için, “Türkçe mesele konuşarak yaşar!” demiştim. Yoka basit hayvanî ve nebatî ihtiyaçlar çerçevesinde konuşacaksan, öyle desen ne olur, böyle desen ne olur. Keyfiyet bu olduktan sonra, lûgat hafızı olmanın sana ne yararı var?» (*)
Velhasıl, hikâye yerine “öykü” demenin, ne edebî, ne bediî, ne etimolojik, ne psikolojik, hiçbir anlamı yoktur. Piyasadaki edebiyat dergilerinin “öykü”leri bu sebeble “hikâye”dir, “bana hikâye anlatma” anlamında! “Karga diliyle sanat olmayacağı” ortada…
 
* Salih Mirzabeyoğlu, BERZAH - Bütün Dalların Birleştiği Kök’e-, İbda Yay., İstanbul 2006, s. 95-96
 
 
 Baran Dergisi 459. Sayı