Bugün dünya radikal dönüşümlere gebe… Batı, birkaç asırlık hâkimiyet devresinde, kendisi dışındaki hiçbir zihniyetin söz hakkı kullanmasına müsaade etmeyerek, -“ifâde özgürlüğü”nün nasıl bir palavra olduğu malum- bugünlere kadar geldi. Ancak kendi içinde bulunduğu vaziyetin sorgulanmasını engelleyip tekâmülün önünü kesmiş ve işi birkaç sermaye grubunun menfaati merkezine taşıyarak sonunu bizzat kendisi hazırlamıştır… Erdoğan’ın Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanına karşı takındığı tavra İslâm dünyasının gösterdiği teveccüh, coğrafyamızda birikmiş enerjinin ne kadar büyük olduğunu ve patlayacak yer aradığını göstermektedir. Lafı fazla uzatmadan söyleyelim ki, bu enerji birikimi artık kontrollü boşaltılacak ya da kendi içinde sönümlendirilecek düzeyi çoktan aşmıştır. Bu mânâda diyoruz ki, Batıya, şimdiden geçmiş olsun!
Tarih Muhasebemiz
Üstad Necib Fazıl, bundan tam 40 yıl evvel “Millî Gençlik Gecesi”nde verdiği konferansta gençlere şöyle hitap ediyordu:
“Devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk iki buçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hâkimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını Allah’ın, Kur’ân’ında ‘belhüm adal’ dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da İşgâl ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle Türkü madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören… Bu devreleri yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi… Beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik…”
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Yavuz Sultan Selim Han’a kadar bu millet, “Nizam-ı Âlem: İlay-ı Kelimetullah” için aşk ve vecd ile canını dişine katarak, adeta beşer üstü bir gayretle, nefsine bir paye bırakmaksızın çalışmıştır. Bu süreçte nizam, İslâm’a Muhatab Anlayış’ın ışığında aydınlatılan “adalet, hak, hukuk” gibi kavramlar üzerinde bina edilmiştir.
Kanunî dönemi itibariyle ise bu iki buçuk asırda ele edilen maddî ve manevî sermaye tüketilmeye başlanmıştır. Devlet, kaba softa ve ham yobaz elinde zamanın ruhunu yakalamaktan uzak kalmıştır. Tarihçiler tarafından “Pax Ottomana-Osmanlı Düzeni” olarak addedilen bu süreçte Müslümanlar rehavete kapılmış; Batı ise Müslümanların kurmuş olduğu bu hegemonyadan doğan rahatsızlığı faydaya tahvil ederek fikir, ilim ve sanatta gelişimler göstermiştir. Osmanlı, dünya düzeninde paradigmayı şekillendiren değerlerin belirleyicisi olma niteliğini kaybetmeye başlamıştır.
Avrupa’da zuhur eden Rönesans, Fransız İhtilâli ve Sanayi İnkılabı, Batının bugün hâlen yürürlükte olan nizamının temel paradigmalarının şekillenmesinde kilometre taşları olmuştur. Hâkimiyet, yavaş yavaş bu paradigmalara dayanan Batı’nın eline geçmiştir. Osmanlı’nın periferisindeki bölgelere müdahale etme kabiliyetini kaybetmesiyle, Batı, otorite boşluğunun doğduğu sahalara hâkim olmaya ve sömürgecilik çarkını döndürmeye başlamıştır. Batı’nın ilerlemesine mukabil Osmanlı’nın güç kaybı yaşaması, “güneşi astarının cebinde kaybeden” Osmanlı’yı, Batı’ya karşı mukavemeti Batı’da aramaya sevk etmiştir. Sonrası mâlum: Maymunvâri Batı taklitçiliği ve ruh kökünden koparılan bir toplum. Osmanlı ise adeta bir ceset…
Üstad’ın, bölüm başında yaptığı bu tarih muhasebesi sadece Müslüman Türk milletinin tarihi değil, son 700 yıllık dünya tarihinin bir muhasebesidir. Ne zaman ki Müslümanlar hâkimiyeti kaybetmiştir, işte o zaman Batı paradigmayı önce hümanizm/tanrı-insan anlayışına, ardından da bu anlayışın klasik ahlâkî değerler üzerine boca edilmesinden doğan Batı insanının menfaat birliğine istinad etmiştir.
Batı’nın Hâkimiyeti ve Çıkmazı
Dönemin şartlarına göre değerlendirildiğinde, Batı’da Ortaçağ’ın ardından filizlenen ve uluslararası sistemin şekillenmesine ön ayak olan fikirlerin ortaya çıkışının temel sebebi Kilise ve feodalitenin içtimâî hayat üzerindeki baskısını bertaraf etme arzusudur. Kilisenin kendi çıkarları doğrultusunda vazettiği kaideleri Tanrı buyruğu olarak sunması, Batı adamını “Kilisenin vazettiği Tanrıyı öldürmeye” yöneltmiştir. Batı, paganlıktan gelen aslına rücu ederek insan ruhunun ihtiyaçlarını maddî şeylerle tatmin çabasına girişmiştir. Bu tarih itibariyle meydana getirilen paradigmaların anahtar kelimeleri hep madde ve haz merkezli olmuştur.
Sanayi inkılabı ile baş gösteren sömürgecilik döneminde Batı için anahtar kelime “yönetme hakkı”dır. Üçüncü dünya ülkelerinin maddî imkânları sömürülerek Avrupa’nın belli kesimlerinde refah toplumunun ilk nüvesi meydana getirilmiş, sömürülen ülkelere ise açlık, sefalet ve çatışma hediye edilmiştir. Tüketim ekonomisinin temel taşlarının bu dönemde döşendiğini görmekteyiz. Bu sürecin neticesi iki büyük dünya savaşıdır. Birinci savaş sonrasında belirsizliğin had safhada olduğu sistemde taşlar ikinci büyük savaş ile yerine oturtulmuştur. Soğuk Savaş olarak adlandırdığımız II. Dünya Savaşı sonrası süreçte paradigma ABD tarafından “özgürlük, refah, demokrasi” mefhumları üzerine bina edilmeye çalışılmış, Sovyetler ise benzer şekilde “refah, eşitlik ve sosyal adalet”i farklı bir bakış açısından vazetmiştir. Soğuk Savaş, Sovyetlerin dağılması ve ABD’nin sisteme tek başına hâkim olmaya başlaması ile son bulmuştur.
Baba Bush’un 1991’de ekran karşısına çıkıp ilan ettiği “Yeni Dünya Düzeni”nin anahtar fikirlerini ise çok tartışılan “Tarihin Sonu” tezinde Fukuyama ortaya koymuştur. “Tarihin Sonu” tezine göre, Batı’nın taptığı liberal ideoloji, en büyük düşmanları olan faşizm ve komünizmin ortadan kalkmasının akabinde dünyanın tek hâkimi pozisyonuna gelmiştir. Artık hiçbir ideoloji ve fikir liberalizme karşı çıkamayacak yahut çıksa bile karşısında duramayacaktır. Ekonomik alanda liberalizm, siyaset alanında demokrasi ve kültürel alanda çokulusluluk esastır. Batı’nın muasır kuruluşları, Batı anlayışı ve değerlerini küreselleşme ile birlikte tüm dünyaya yayacak ve dünyada tek bir anlayış hâkim olacaktır.
Fakat evdeki hesap çarşıya uymamıştır. İnsan ve toplum meselelerini nefsanî olana irca ederek çözüme kavuşturmaya çalışan Batı, Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezinde ve Baba Bush’un “Yeni Dünya Düzeni” tasvirinde belirttikleri gibi tek hâkim konumunda kalamamıştır. Liberalizmin üzerine kurulduğu materyalist yaklaşımın insanların ruhunu doyuramadığı anlaşılmıştır. “Çıkar” merkezli ideolojiler, belli sermaye grublarından öte, insanların ihtiyaçlarını karşılamak noktasında aciz kalmıştır.
Müslümanların “Dirilişi”
Sovyetlerin çözülmeye başlamasıyla 1980 sonrası İslâmcı hareketler yükselişe geçti. Dünya genelinde İslâmcı hareketlerin yükselişini önlemek adına Batı yanlısı rejimler Müslümanlara baskı yaparken, Batı ise yükselen değer İslâm’ı kendi dümen suyuna katabilmek için “ılımlı İslâm” gibi projeleri devreye soktu.
Türkiye’de 28 Şubat adı altında Müslümanları topyekûn ortadan kaldırmak için kollar sıvandı. Batı tarafından Kemalistler eliyle yapılan bu operasyon hiç umulmadık bir şekilde sekteye uğradı. “Beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen” İbda hem Batı’nın, hem de işbirlikçilerin oyununu 1999’da bozdu ve Müslümanların küfre ve hempasına karşı nasıl bir tavır sergilemesi gerektiğini gösterdi. “Değersizlik” üzerine kurulu uluslararası sisteme, siyasî, iktisadî, içtimaî ve ferdî sahada yeni değerlerin yüklenmeye, yani paradigmanın İslâm üzerine şekillenmeye başlamasının miladı bu tarihtir diyebiliriz.
1999 sonrasında ABD ve Batı hızla güç kaybetmeye başladı. 11 Eylül saldırıları ve akabinde ABD’nin Irak ve Afganistan’da batağa saplanması, sona doğru giden yolda önemli duraklardır. Batı’nın düşüşünün doğurduğu otorite boşluğu, Müslümanların özgüven kazanmasını sağladı.
Müslümanlar dünyayı yeniden anlamlandıracak bir anlayış peşindeyken, başta Anadolu olmak üzere, Büyük Doğu coğrafyasının etrafında bir araya geleceği tek fikrin yalnızca “Mutlak Fikir” olması mukadderdir. Fikir düzeni oluşturulmuş, sıra tatbike gelmiştir. İşte, bu tatbikattan taraf olanlar, Anadolu’dan başlayarak kıtalar çapındaki dava taşını gediğine koyacak olanlardır.
“Yeni Dünya Düzeni”ni tesis edecek olanlardır!
Dipnotlar:
*Paradigma: Paradigma, kısaca herhangi bir alanda yerleşik yazılı ve yazılı olmayan tüm kurallar ve uygulamaların bütününe verilen bir isimdir. Paradigma bir başka deyişle bir modelin, bir bakış açısının, kavrayış ve anlayışın adıdır. Bir paradigma, uzun süren deneyimler ve başarısı kanıtlanmış süreçleri içerisinde barındırabilir. Bu, söz konusu paradigmanın her zaman başarılı olacağı anlamına gelmez. Yeni bir paradigma eskisini geçersiz kılacak şekilde tüm kalıpları yıkarak kendi kurallarını koyduğunda artık eskisi için başarılı olabilecek bir zemin kalmamıştır.
Baran Dergisi 451. Sayı
Baran Dergisi 451. Sayı