Fert ve toplum meselelerine çözüm getirmek yerine, bağlı olduğunu iddia ettiği mihrakın yalnız tabelasını asmak suretiyle hayat süren rejimler döneminin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı tarafından kendilerine biçilen misyon gereği, üzerine İslâm, Batı ve Komünizm tabelâları asılarak kurulan rejimler dönemi artık kapanmak üzere. Geçtiğimiz yüzyıldan kalma düzenin artık sürdürülmeyeceğinin Batı da şuurunda ve elindeki tüm imkânları seferber ederek, çeşitli tashihler yapıp yoluna devam edebilmenin telâşı içinde kıvranıyor; fakat elinde yeni bir düzen taslağı da bulunmadığı için, kendi koyduğu kurallardan başlayarak her şeyi çiğnemek bahasına konumunu muhafaza etmeye çabalıyor.

Bir cemiyet, nizâmı, aklı ve ahlâkıyla beraber bir bütün olarak hayatta kalabilir. Üstad Necib Fazıl’ın tesbiti üzere Batı adamı bu işi Roma nizamı, Yunan aklı ve Hristiyan ahlâkı olarak formüle etmiş vaziyette. Dikkat ediyorsanız belirleyici konumda bulunan üç faktör de kendi köklerinden geliyor. Oysaki Müslüman ve Doğulu toplumlar için böylesi bir ahenkten bahsedebilmek mümkün değil. Nizâm zaten yok. Akıl, Batı’dan gelen “sokma fikirlerle” işliyor. Ahlâk ise toplumuna göre aslını kaybetmiş, sureti üzerinden işliyor. Hâl böyle olduğu için de cemiyet, bir bütün olmaktan ziyade parçalara ayrılmış, herkesin kendi menfaatini gözettiği patlamaya hazır bir bombaya dönüşmüş vaziyette. İşler belli bir raddeyi aştığında, memleketin kapısına asılan tabelâda ne yazdığının da bir ehemmiyeti kalmıyor tabiî...

Son günlerde İran’da cereyan eden hadiselere de bu gözle bakmak gerek. İslâm’ın zaten sapık kollarından biri üzerine inşa edilen rejim, kendi milletinin meselelerine çözüm getirmek karşısında bile aciz kalmış vaziyette. Faizin alıp başını gittiği ülkede, bugün yaşanan kaosun ardında yatan temel saikin batık finans kuruluşları olması bile “İslâmî” olduğunu iddia eden ülkedeki tezadı resmetmeye yeter de artar herhâlde.

Sadece tabelâsında “İslâm” yazan İran’da sıkıntı yok. Tabelâsında “Batılı” yazan Türkiye de, tabelasında “Komünist” yazan Çin de aynı ahenksizlikten muztarib. Bu listeye Hindistan, Pakistan, Mısır gibi ülkeleri de ekleyerek düşünmek lazım.

Mevzuun bir diğer veçhesine dönecek olursak... Dünya çapında sosyal statüyü belirleyen faktör toprak sahibi olmaktı. Bir müddet sonra toprak sahibleri netleşip yerleşik bir düzen tesis edildikten sonra, kendisine sınıf arayanlar tarafından sosyal statünün karşılığı olarak maddî servet ikâme edildi. Bu değişim sürecinde statüler altüst oldu ve üst zengin sınıf değişti. İlerleyen zamanla servet dağılımının da gerçekleşmesi ve statik bir hâle bürünmesiyle beraber, 21. yüzyılda yeni bir sosyal statü arayışına girildi. Bu süreçte statüyü belirleyici faktörün yerine bir yenisi ikâme edilemediği için ara sınıflar doğdu. Ara sınıflar, çeşitlenen iletişim vasıtaları sayesinde kendilerinden üst sınıfların hayat tarzına özenmeye başladılar. Bunun neticesinde dar gelirli sınıfın içinden borçlanmak suretiyle orta sınıfa dâhil olan ve orta sınıfın içinden borçlanmak suretiyle zengin sınıfa dâhil olan şeklinde ara sınıflar teşekkül etti. Bunlar hakikaten servet sahibi olmasalar da, kendilerinden bir üst sınıfın sahib olduğu “şey”leri elde etmek suretiyle sınıf atladıklarına inanmaya başladılar. Bu finansmanı sağlayan zengin sınıf ise faiz geliri üzerinden servetine servet kattı. Ara sınıflar ise hakikaten bir üst sınıfa mensub olamadıkları gibi büyük bir borç yükünün de altında ezildikleriyle kaldılar.

İran özelinde konuşmaya devam edecek olursak... İran’ın iddiası bir İslâm devleti olduğu yönünde. Buna mukabil devlet ve millet, İslâm ideali etrafında temerküz etmiş, fert ve toplum meselelerine çözüm getiren sistemli bir fikir etrafında buluşmuş değil. Bunun tabiî neticesi olarak da iktidar ve serveti elinde tutan elit bir zümrenin, halkın geri kalanını sömürdüğü bir düzen işletilmekte; Şah dönemine göre farkı, tepedekilerin değişmesi. Tıpkı bizdeki elit zümrenin, batıcılık ve Kemalizm tabelası altında senelerce milletin iliğini kemiğini sömürdüğü gibi bir vaziyet hâkim İran’da. Aradaki tek fark ise onların bunu güya Şiîlik adına yapıyor olmaları. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun, “T.C. içinde yaşayan 3000 aile; hukuk da bunların çıkarına göre, ordu da, polis de... Kendi aralarındaki dalaşmalar bir yana, bunlar hukuk üstü imtiyazlı bir zümredir! Devlet, hukuk demektir ve hukukun olmadığı yerde devlet değil, çete vardır.” diye tarif ettiği düzenin farklı ülkelerde, başka başlıklar altındaki versiyonları bu gördüğümüz.

***

Hayatın sadece belli veçhelerini Batılı yahut İslâmî yapmakla meselelerin çözüme kavuşturulamayacağının artık anlaşılması gerekiyor; tıpkı -İbda Mimarı’nın mealen dediği gibi- nalbur dükkânına eczane tabelasını asmakla oranın eczane olmaması gibi… Ya bütün bir şekilde Batılısındır, ya değil. Ya samimiyetle Müslümansındır, ya değil. Tüm bu misâllere bakarak yarım oluşların başarısızlığa mahkûm olduğu tam mânâsıyla idrak edilmeli. Bu bakımdan İran’da cereyan eden hadiseler Türkiye için de büyük dersler ihtiva ediyor.

Ayrıca yazımızın girişinde ifâde ettiğimiz üzere dünya artık yeni bir statü kaynağı arayışında. Bu kaynağı kim ortaya koyar ve onun da içinde olduğu bir bütün hâlinde sistemli bir şekilde fert ve toplum meselelerine çözüm getirirse, yeni dünya düzenini de onun tesis etmesi kaçınılmaz.

Üstad Necib Fazıl’ın dediği gibi; “Dünya bir inkılâb bekliyor.” Ve bu devrimin, evvelâ yarım “devrim”leri devirmesi mecburiyeti de artık anlaşılıyordur herhâlde. 

Baran Dergisi 573. Sayı