Sopa ve yalan dolu hamasetle ayakta duran modern Pers devleti İran, bir ayı aşkın zamandır iç çatışmalarla sallanıyor. Zahirde hadise şu: Şeriatın tesettür emrini çiğneyen bir kadın, polis tarafından gözaltına alınmış ve ölmüş. Darp edildiği için öldüğü söyleniyor. Pers devletinin resmî kaynakları darp edilmemiş de kalp krizinden ölmüş diyor. Sonrasında ise sert bir isyan rüzgârının ülkeyi sardığına şahit olduk. Bunların içinde başörtülerini çıkarıp yakanlar görüldü. Şimdi bir tarafta şeriattan rahatsız olan halk kesimlerinin dış güçler yani emperyalistler tarafından kışkırtılarak İran’ın çökertilmek istendiğini söyleyenlerle, malum din düşmanı kesimlerin İslâm dinine saldırıp laikliğin önemi ve gerekliliği hakkında gevelemelerini dinliyoruz. Asıl konuşması gereken kesim yani entelijansiyamız ise bunca yıl mücadelesi yapılmış ve Müslüman halk için şiar haline gelmiş olan başörtüsünü savunmakla, bunun için zor kullanma fikrinin kendi kof yüreklerinde sebep olduğu dehşet arasında bocalıyor ve net bir şey söyleyemiyor. Eğer gerekeni söylemiş olan varsa haberdar olmadığım için özür dilerim.
Bu hadisede esas olan, dış güçlerin kışkırtmalarına alet olmuş İranlı şeriat düşmanları değil, temelden bozuk itikad üzerine şeriat inşa edilemeyeceği gerçeğidir. Bu yüzdendir ki İran halkı, Engizisyon dönemindeki Katolikler gibi, bir türlü inanmadığı şeylere inanmış gibi davranma ikiyüzlülüğü içinde kişilik bölünmesine dûçar olmuş ruh hastası bir toplum durumundadır. Sahabe düşmanlığından ibaret, içi baştan sona palavra ve çelişki dolu şia inancı ve Pers ulusçuluğu temeli üzerine Sünni mezheplerden kopyaladıkları ve içine pek çok bâtıl ve haramı ekleyerek uyguladıkları şeriattan hayır gelir miydi? Tarih bilgisi zayıf olanlar için Engizisyon ve Katolik benzetmesi yetersiz geldiyse, Türkiye’de Kemalist yalan ve zorbalık altında bir asırdır hep beraber nasıl bir bunalım yaşadığımıza baksın. Üstad Necip Fazıl’ın “bir gün bu gidişten çatlarsa yürek / dile vurdukları perçinden gelir.” diye ifade ettiği, hakikatlerin dile getirilemediği ortam manzarası ve o ortamda yaşayan insanların korkunç durumu… İran’da da benzer durum vardır; derin ve romantik Fars milletinin Şah İsmail’den beri içine düşüp çıkamadığı şia kuyusunun Humeyni sayesinde derinleşmesi yüzünden buhran da derinleşmiştir. Zamanımızda insanların her türlü bilgiye ulaşabilme imkânının olması ve kolay avutulamaz hale gelmesi sebebiyle şia mollalarının uydurduğu efsane ve masallar da eskisi gibi işe yaramıyor.
İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu Humeyni’nin yaptığı İran Devrimi için “Fars illerinde bir zulüm idaresini misilsiz bir perçinleşme hareketiyle yıkarken, din ve dünya anlayışı bakımından daha büyük bir zulme yol açan bir güdümün İslâmî hamle yerine geçmek istediği bugün…” diyor. “Vay ne güzel söylemiş” diyerek kaba güzelleme yapmadan kıymet hükmü üzerinden devam edelim. Din ve dünya anlayışı bakımından daha büyük bir zulüm; bu, İran’ın en güçlü sosyal gerçekliğidir. Bu zulmün esası da Şiiliktir, yani bozuk itikad. Bir tarafında gayet abartılı ve mazoşist tarzda yas törenlerinin yer aldığı güya ehli beyt muhabbeti, diğer tarafında gayet katı şekilde sahabe nefreti üzerine kurulmuş bu inancın benzeri dünyada yok. Yeşilçam filmlerinde “seviyorum ulan” diye kendini paralayan aşık sahnelerinde bile görmediğimiz bir absürtlükle kendini kesip biçen, ufacık çocuğunun kafasında bıçakla kesik açıp “ya Hüseyin” diye feryad eden, böylece kendini sevgi ve acı çelişkisi içinde inanmadığı duygunun istiğrakına zorla gömen insanlar… Ve nasıl oluyorsa bunlar sürekli sahabeye olan nefretlerini yataktan kalkıp tekrar uykuya yatana değin dile getirirken, aşure ayinlerindeki kanlı sevgi gösterilerini yılda sadece bir kez gösteriyorlar. O kanlı ayinlerde duygularının ne kadar sahte olduğu buradan belli oluyor. Gerçekten kendini paralayacak kadar sevgi ve acı duyan insanın sakinleşmesi mümkün değildir. Hadi sakinleştiyse her yıl periyodik olarak o vecde tekrar gömülmesi ancak sahtekârlıktır. İran halkı bir taraftan bu sahte sevgi ve acı ayinleri içinde yuvarlanırken diğer taraftan da sürekli belli kişilere nefretlerini ifade etmekle uğraşır. Böyle acayip inanç olabilir mi? Dediğim gibi gerçekten de dünya tarihinde bunun benzeri görülmemiştir; sürekli nefrete dayalı, severken de acı çekmeye mahkûm eden bir inanç. Belki de Katolik mezhebindeki doğuştan günahkâr olma inancı ve kendini çarmıha gerdirme ritüellerini kopyalamışlardır, orasını bilemem ama bu inanç ortamında yaşayan insanların ruh sağlığının yerinde olmayacağı açıktır.
Üstüne bir de İslâm gelince yok olan Pers İmparatorluğu hayali üzerinden körüklenen Pers ulusçuluğunu ekleyelim. Bin yıllık Mecusî Pers İmparatorluğu’nun Müslüman Araplar karşısında yenilgisi sayesinde İslâmlaşan ama İslâm adı altında İslâm dışı bir inanç geliştirip sahabelere ve onların şahsında Araplara nefret kusan şii İran halkı, Hz. Ömer tarafından dedelerinin katledildiğini söyler durur. Müslümanlara karşı savaşmış kafir dedeleri için kendilerini İslâm’la tanıştıranlara nefret duymaları karşısında vicdanlarının bu çelişkiyi gömerek yoluna devam etmesi onların aklını çatlatmıyorsa bizim aklımız çatlıyor.
İnsanlar hayata önce inanarak başlar. İnanç, güneş ışığı altında eşyanın renginin ortaya çıkması gibi insanların dünyaya bakışında esastır. İnsan ve toplum meseleleri de inanç güneşinin ışığı altında renklenir, her inanç için farklı anlamlar ve tarifler meydana gelir. Eğer inanç arızalıysa onun vereceği renk de asılla ters olur. O yüzden İslâm dışındaki dinler ya dünyaya dair kapsamlı emirleri olmayıp fertlerin iç bünyesinde vehmî kalmıştır ya da Hıristiyanlık gibi sürekli değiştirilerek laiklik ve sekülerlik anlayışıyla tahrif kere tahrife uğratılmıştır. İslâm dini ise Hak din olduğu için insan fıtratı bu dinin getirdikleriyle daima mutabık kalmıştır. Gerek diğer dinlerin gerekse insan imalâtı dünya görüşlerinin esastan arızalı olmasından dolayı bunlar dünyaya ne getirdiyse mutlaka toplumlarda bunalıma sebep olmuştur. Hıristiyanlığın Avrupa’da yaşattıkları ve komünizmin uygulayıcılar eliyle çöpe atılması bunun en bariz örnekleridir. Günümüzde yaşanan buhranı söylemeye bile gerek yok.
Buna karşı İslâm dini Hak din olması hasebiyle, Ehli Sünnet ve-l Cemaat anlayışıyla nesiller boyunca doğru anlaşılıp doğru anlatılmıştır. Dinin kendi üstünlüğü sayesinde inananlarında billurlaşan bu anlayışın benzeri hiçbir din ve dünya görüşünün bağlılarınca geliştirilememiştir. Çünkü onların esasları İslâm gibi doğru olmadığından buna yol muhaldi. İslâm dairesi içinde doğru yol olan Ehli Sünnet dışı kollar bid’at yolları olarak türemiştir. Şia mezhebinin de dahil olduğu sapık yollar itikad esasları açısından bozuk olduklarından o sakat temel üzerine şeriat binası kurmaları mümkün değildi. En başta sahabeye düşmanlıklarından dolayı vârid olan ne varsa çoğunu inkâr etmek durumundaydılar. O yüzden pek çok meselede boşluk doğması kaçınılmazdı ve öyle de oldu. Akıllarıyla veya yalanlarıyla buraları doldurmalıydılar. Bir taraftan da muhkem Sünnî mezheplerden hırsızlık yapmaktan çekinmediler. Bu halleriyle kendi yanlışlıklarını ve Sünnî akidesinin doğruluğunu tersinden teslim ettiler. Tarihin belli dönemlerinde bazı bölgelerde hâkimiyet kurmuş Batınîler (yedi imamcı-İsmailî) ve Caferîlerde durum böyle oldu; ya haramı helali birbirine karıştırdılar ya da Sünnî mezheplerden kopyalama yoluna gittiler. Temelle binanın farklı olmasından dolayı da tutunamadılar. Kuzey Afrika’da İsmailî Fatımî Devleti’nin uzun süren varlığına ve resmî telkinlerine rağmen halk Sünnî olarak kaldı. İran’da Şah İsmail’in koyu zulmü sayesinde tutunabilen Şiilik, bütün İslâm ümmeti içinde pis bir çıbanbaşı olarak kalmaktan öteye gidemedi.
Bu çıbanbaşının Humeyni eliyle tekrar canlandırılması Batının işine geldi. Güya İslâm Devrimi olmuştu ama bozuk şia itikadı üzerine kurulan yeni rejimin bütün dünyada hem İslâmî rejim isteyen Müslümanların hem de İslâm’ı tanımak isteyen insanların zihnini bulandıracağı ve en başta İslâm’ın aleyhine olacağı açıktı. Türkiye’yi FETÖ eliyle ılıman İslâm devletine dönüştürme planı nasıl Batılı emperyalistlerin emellerine muvafıksa İran’daki adı İslâm olan devletin varlığı da aynıydı. Bu esastan çarpık rejim sayesinde topyekûn İran halkı deli gömleği giydi. Irak savaşı boyunca arkaya atılan problemler, sahte İsrail düşmanlığı ve sanki yerden bitip İran’ı ele geçirecek El kaide ve şimdi de IŞİD korkusu körüklenerek gizlenmeye çalışılıyor. Her devlet, düşmanlarına karşı kamuoyunu canlı tutar, ama halkını yönetemeyen ve sopa zoruyla ayakta duran rejimler sürekli düşman varlığına veya korkusuna muhtaçtır. Arjantinli yazar Julio Cortazar’ın bir hikayesinde geçen bir ülkede otorite sahiplerinin var olmayan timsahlarla korkuttuğu halkın bu timsahların varlığına inanmamasından doğan çelişki gibi, 40 yıldır sürekli dış düşman korkusuyla rejime sadık kalması istenen halk artık bıkmış durumda. Gelinen noktada halkın İran düşmanlarından çok mevcut İran rejiminden korktuğu ve artık korkmaktan bıkmaya başladığı anlaşılıyor. Baştan sona hastalıklı ve mazoşist sevgi, acı, nefret duyguları üzerine kurulu batıl itikad ve şimdi de korkudan beslenen ulusçuluk girdabında İran bir tımarhanedir ve İran halkı ruh hastasıdır. İran Devrimi tecrübesinin bütün dünya nazarında sonucu bundan ibarettir. En kötüsü ise, pek çokları tarafından bu durumun sebebinin İslâm zannedilmesidir.
Şüphesiz İslâm düşmanı olanlar da var İran’da ve bunlar isyan dalgası içinde yer almaktadır. Onların varlığı İran içinde yıllardan beri sürekli tekrarlanan isyan halinin esas sebebi olarak görülemez. Kendi içinde iyi kötü bir tutarlılık barındıran hiçbir rejimde bu derece halk muhalefeti görülemez, görülmemiştir de. Esas sebep, bozuk itikad temeli üzerine şeriat inşa etmeye kalkışmaktır. Türkiye’de hem laik hem de Müslüman olmanın nasıl bir bunalım kaynağı olduğuna şahidiz. İran’da Pers ulusçuluğuyla sentezlenmiş şia itikadı üzerine şeriat (!) uydurmak da bundan farklı değildir. Oradaki manzaraya bakarak şeriat düşmanlığı yapan İranlılar aramak veya laikliğin yüceliğine dair palavralar atmak yerine asıl problemin bu çarpıklık olduğunu görmek daha yerinde olur.