Sosyal medyanın git gide konvansiyonel medyanın yerini aldığından ve insanların haber alma özgürlüğünün arttığından bahsediliyor. Sosyal medyada, kayıtsız kalınamayacak derecede gündem olmuş bir hadise söz konusu olduğunda, evet, bu iddianın haklılık payı var. Fakat bunun dışında, herkesin kendi benzerini takib ettiği bir listenin konsantre gündemi, takibçilerini dar bir gerçeklik seviyesine mahkûm ediyor. Kafasını bu alandan çıkarıp dışarıya bakamayanlar, bütün dünyayı bu dar çevre içinde idrak etmeye başlıyor ve gerçeklikle olan bağları git gide zayıflıyor. Algıda seçicilik denen vaziyet…
Türkiye’de kutuplaşmadan falan bahsediyorlar ya, bu dar çevre içindeki gerçeklikten kopuk idrak her iki kesim için de geçerli. Bir kulak düşünün ki, dinlediği müziği seslendiren enstrümanlardan bazılarını işitmiyor ve o besteyi işittiği kadarından ibaret biliyor yahut bir göz düşünün ki, kimi renkleri görmüyor ve çevrenin gördüğü renklerden ibaret olduğunu iddia ediyor.
Her iki kesim de gerçek dünyadan kopuk, takib ettiği listeyi meydana getiren tiplerin ürettiği fantezi dünyası içinde yaşıyor. Ve her iki kesim de kendi sınırlı gerçekliğinin objektif ve realist olduğunu iddia ediyor.
Bu şartlar altında iyi, doğru ve güzel ölçütlerinin tayin edicisi de listelerde takib edilen kişiler ve zümreler oluyor. Onların menfaatine uygun gördükleri her şey iyi, doğru, güzel; fakat karşı tarafta gördükleri birbirinin aynısı şeyler kötü, yanlış ve çirkin. Bunun bir ideolojisi, ahlâkı, vicdanı da yok. Taraflar, kendilerinden yana gördükleri kişi ve müesseseleri kutsuyor ve onları “lâ-yüs’el” (sorgulanamaz) addediyor. Bu sapkın anlayışın neticesi olarak iş bir müddet sonra tartışılan konuların bağlamından çıkıyor ve sözlü her türlü dalaşmanın taraflarca kendi “kutsal”ına dil uzatıldığı şeklinde idrak edildiği bir iklim doğuruyor.
Son yıllarda bunun benzeri onlarca hadiseye şahitlik ettik. Bir partide çalışan kadının istismar edilmesine karşı taraf kıyameti kopartırken, aynı hadise kendi partisinde olduğunda görmezden geliyor. Belediyelerdeki yolsuzluk işleri sürekli karşı taraf partili belediyelerde yaşanıyor. Yalnız seyirci konumundaki vatandaş nazarında da değil, gazetecisinden aydınına, siyasetçisine dek zihniyet hep bu şekilde işliyor. Bunun adı holiganlık.
Siyasetçiler umumiyetle ufku dar tipler oldukları için bu manzaradan memnunlar. İdraki iğdiş edilmiş, sorgulamayan, anlamayan ve harekete geçmeyen kitleler işlerine geliyor. Bu tip seçmeni icraata gerek kalmaksızın rahatlıkla konsolide edebiliyorlar. Bugün illâki bu taraflardan birine hizmet eden medya da bu çamura su taşımakla meşgul; sorgulayan, anlama çilesine talib olan okur ve izleyici onların da işine gelmiyor tabiî. Çünkü öyle olsa takib edilmek için ortaya iş ve eser koymak icab edecek. Ne gerek var ki, karşı tarafa biraz da allı pullu döşedin mi, tamamdır. Aidiyet iddia ettikleri tarafın “kutsal”larını hiçbir kayda ve şarta bağlı olmadan yalayıp, karşı tarafın “kutsal”larını da aynı şekilde taşlayıp, bir takım haşeratın “aydın”ı olmak varken, fikirle, hakikatle kim uğraşası? Gün içinde yüzlerce gazete, haber kanalı ve haber sitesinde binlerce haber yapılıyor, içinde eline aldığı meseleyi baştan sona bütünleyip sunabilen tek bir yayın organı bile yok. Varsa yoksa “karşı taraf şunu yaptı”, “bunu etti” seviyesinde magazincilik.
Yine siyasetçilerden başlayarak aydın, gazeteci ve sanatçılara kadar herkesin müştereken söylediği tek şey, yalan. Yalan söylüyorlar; hiç utanmadan, sıkılmadan, yüzü kızarmadan... Bunu da bir sistematiğe dökmüşler. Sekiz dokuz tane doğrunun arasına birkaç yalanı sıkıştırdılar mı, karşı taraftan gelen itirazları da o doğrular ile boğuyorlar, “yoksa sen bunları mı yalanlıyorsun?” diye.
Bu ülkede sabah birileri kalkıyor ve cereyan eden hadise her ne olursa olsun başlıyor karşı tarafı şerefsizlik, haysiyetsizlik, yalancılık, sahtekârlık, hırsızlık, namussuzluk ve ahlâksızlıkla suçlamaya. Akşama kadar karşılıklı olarak bu iş sürüyor ve herkes yatağına gidip öküz gibi uyuyabiliyor. Hani bizim millet için diyorlar ya “balık hafızalı” diye. İşte tam da bu sebeble. Hadisenin künhünü elden kaçırıp, sabahtan akşama kadar karşı tarafa sövünce, ertesi gün de vakıayı değil, sövüp saydıklarını hatırlıyorlar tabiî. Suçun suç olmaktan çıkma noktası tam da buralarda bir yerde geziyor. Herkes bir şeyler iddia ediyor, bir şeyler isnat ediyor; fakat yargıya yansıyan bir tek dava yok? Yâni ortada işlenmiş bir sürü suç var; fakat suçlu yok. Bu mümkün mü? Herkes hırsız, yağmacı, talancı, terörist; fakat ne bir suç duyurusu ne bir soruşturma ne de açılmış bir dava yok? Nasıl oluyor bu iş? İşin acayibi, bu sözlere muhatab olanların açtığı iftira davaları da yok. Demek ki bu vaziyetten alan da razı satan da razı.
Üstad Necib Fazıl, “lâf yalama oldu” demişti seneler evvel. O zaman lâf yalama idi, bugün ise o lâfları eden ağızlar hep birden yalama oldu.
İdraklerin İğdiş Edilmesi
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu der ki, “Kemalizm’in asıl buğz edilmesi gereken tarafı, ne İslâm karşıtlığı, ne dış yüz devrimleri, sadece idrakleri iğdiş etmiş olmasıdır…”
İdrak; kavramak, tasarlamak, anlamaktan müteşekkil dinamik bir süreç, cevelan ve bunun neticesi olarak da şuur seviyesinde ve gerçeklik seviyesinde meydana gelen değişimin vasıtası.
İnkılâblar adı altında dil ve hafızamızın değiştirilmesiyle beraber şuur seviyemiz ve gerçeklik seviyemizin de tahrib edilmesi neticesi binlerce yıllık irfanın çöpe atılması; ve onun yerine sabitleri olmayan, sabitleri olmadığı için de idrak sürecinin tartışma safhasından bir türlü çıkamadığı ve bu sebeble de bir şuur seviyesi ile gerçeklik seviyesi belirtmeyen bir anlayışa mahkûmiyetimiz. Bu yalnız bir anlayışsızlık hâli değil, bir milletin fikir ve aksiyondan yana hadım edilmesidir.
Demokrasiyi bu bakımdan ele alacaksak; demokrasi, şuur seviyesi ile beraber gerçeklik seviyesini statik kılmanın rejimidir diyebiliriz.
Eşya ve hadiseler dinamizmini sürdürürken, bunlar karşısında konuşmaktan öte bir idrak seviyesi belirtemeyen insanlığın hâli nice olur? İnsan, eşya ve hadiseleri teshir etmekle mükellef olarak Allah’ın halifesi olarak yaratılmıştı. Dünyanın bugün geldiği noktada, doğudan batıya dek baktığımızda gördüğümüz, eşya ve hadiseler tarafından burnundan halkalanmış bir insanlık değil mi? Ama demokrasi var. Özgürüz. Tabiî, idrak sürecini tamama erdirip şuur seviyesi ve gerçeklik seviyesini değiştirmediğin, hâsılı her gün “Gordion Düğümü”nün üzerine düğüm atmakta hürüz; fakat düğümü çözecek aksiyona girişmekte hür değiliz.
HDP önünde oturan anneleri misâl verelim. Çocukları HDP aracılığıyla PKK tarafından dağa götürülmüş kadınlar, evlâtlarını istiyorlar. Böyle bir durumda yapılması gereken, kadınların çocuklarını bulup, annelerine teslim etmektir, değil mi? Peki Türkiye’de ne yapılıyor? Bir yandan hiç durmadan annelerin Diyarbakır HDP önünde oturduğu konuşulurken, hadise popülerleştikçe, tutan yakaladığını götürüp kadınların yanına oturtuyor. Böyle bir durumda, annelerin orada oturduğunu konuşmak yahut gidip yanlarına oturmak diye bir maksat olabilir mi? Çocukları kaçıranları bulup yargı önüne çıkartmak ve kayıpları bulup getirip analarına teslim etmektir maksat. Buna karşılık memlekette bu işlerden sorumlu bakan bile gidiyor, kadınların yanına oturup, vaziyeti protesto ediyor. Bu vaziyet şuursuzluk/bilinçsizlik hâlini ne de güzel resmediyor değil mi? Kimse neyi neden ve niçin yaptığının şuurunda değil. Herkes bir şey olsun da demokratik demokratik onu konuşalım diye bekliyor.
Şuursuzluğun hâkim olduğu iklimde, bu işin nereye varacağını da şimdiden söyleyelim; hiç durmadan bu işi konuşacaklar, gidip orada fotoğraflar çektirecekler, affedersiniz b.kunu çıkartana kadar uğraşacak ve kadınların haklı talebini de yalama edip, gündeme yeni bir madde girdiğinde, yani üzerine üşüşecek yeni bir leş bulduklarında, günlerdir, belki bundan sonrasında aylardır çiğnedikleri bu hadiseyi tükürüp atacaklar. Bu yalnız Ak Parti için de geçerli değil, karşı taraf da bu işin böyle olduğunu bildiğinden, koroya katılmaktan hiç çekinmiyor, o da hiç utanmadan aynı vaziyetten veryansın edebiliyor.
Tek bir misâlde bile kaç tane saçmalık bir arada. Bu örnekleri günümüz Türkiye’si ve dünyasında sonsuza kadar çoğaltabiliriz.
***
Müşterek bir hafızası ve idraki, bunun neticesi olarak dinamik bir şuur seviyesi ve gerçekliği, tüm bunlarla beraber de ortak bir aksiyonu olmayan topluluklardan millet falan olmaz, olsa olsa insan sürüsü olur. En basit bakımdan, birlikte sevinmeyen, üzülmeyen, öfkelenmeyen topluluklar yok olmaya mahkûmdur.
Biz, bu ülkedeki insanları millet yapmak için, bu sürüyü yok etmeye memur ve mecburuz; fakat bu yok edişten kastı doğru anlamak gerek, biz toplum düşmanı değiliz. Bir topluluğun ortak bir anlayış kesbetmesi yeniden millet olması anlamına gelir ki, bu ândan itibaren ondan önceki insicamsız topluluk yok olmuş demektir.
İllâ ki o gün gelecek ve üzerine kaç düğüm atarsanız atın, Gordion Düğümü’nü kesip atacağız.
Baran Dergisi 662. Sayı
İnsan Sürüsü
Ömer Emre Akcebe
Yorumlar
Trend Haberler
Türk solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Kassam'dan şehadet operasyonu: İsrailli teröristlerin arasına sızıp pimi çekti!
Kemalistler putlarına sahip çıkıyor! Yine 5816, yine hukuksuzluk, yine ceza
15. Dergi Günleri "Bi' Dünya Dergi" Taksim'de düzenlendi
“Türkiye’nin Kobani’ye operasyonu yakın”
Abdullah Çiftçi: Türkiye birçok bölgede önemli bir aktör haline geldi