Mevlüt Koç Konuşma
Değerli misafirler, sizleri selâmların en güzeli olan Allah’ın selâmıyla selâmlıyorum. Hoşgeldiniz. Değerli misafirler, insanın çok sayıda tanıdığı, sevdiği, arkadaşı olabilir, ama çok sayıda dostu olmaz. Dost dediğin bir, bilemedin iki kişidir. Bugün ben de bu kimliğimle; Salih Mirzabeyoğlu’nun kadim dost olarak andığı o bir iki kişiden biri olarak karşınızdayım. Oluşunu zirvede tamamlayan iki büyük insanı; Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nu anmak için bir araya gelmiş bulunuyoruz. Anmak dedim, bunu biraz açmak isterim. An hem zaman hem hatırlama, yâd etme anlamındadır, en saf ve has hali de dildeki zikirdir. Dolayısıyla, mutlak olana açlık duyan insan, onu ancak anda yakalayabileceğinin ve hislerde bulabileceğinin şuuru içinde olmalı ve “Külli Akıl”a ait melekelere ünsiyet kesb etmeye bakmalıdır. Çünkü hakikat cüz’i değil, “Külli Akıl”ın emrindedir. Ne zaman Salih Mirzabeyoğlu hakkında konuşmam icab etse, aklıma ilk gelen söz, Kleist’in; “bilmem ki, anlatılması imkânsız insan ben hakkında sana ne söyleyeyim”, sözü oluyor. Kendimi anlatılması imkânsız olanı anlatmanın çaresizliği içinde ezilmiş hissediyorum. Yine aynı duygular içindeyim, bu yükü taşıyamazsam da bağışlayacağınızı umuyorum. Değerli misafirler bir hadis-i şerifte; “dünya müm’inin ne güzel bineğidir, onunla güzelliklere ulaşır, kötülüklerden uzaklaşır,” buyuruluyor. Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu, Hakk’tan anlık bir parıltı halinde yayılan zarafet ve asaletleriyle, bineğimiz olan bu dünyayı güzelleştiren iki güzel insan, kurtarıcı fikirleriyle bizi bütünleyen ve selamete erdiren bir kurtarıcı, hayat ve sanatlarıyla bizleri Hakk’a ulaştıran bir köprüdür. Değerli misafirler, selâmet, emin ve emniyette olma gibi anlamlarının yanında bütün olma anlamına da gelir, selâmete erdirenler de bizleri tamamlayan, bütünleyen bütünleyicilerdir. Dolayısıyla, Allah’ın kendisine halife olarak yarattığı insan bütünlüğe değer vermeli, hislerinde bütünlük aramalı, bütünün düzeni için çaba sarf etmelidir. Zira âlem bir bütün ve üzerindeki tüm varlıklar da Hakk’ın kendisine mahsus tecellilerinin mazharı olarak bu bütünün parçaları, parçalar istidatları nisbetinde, varoluşa ait tüm keyfiyetleri içinde barındıran tecelli nurunu kabul ederek birbirine bağlanır ve eşsiz bir âhenk oluştururlar. Her bir parça diğerinin işareti konumundadır, aynı istikamete ve aynı gayeye doğru akarlar. Ne var ki, yaratılış gayesi hilâfına sürdürülen hayatlar ve hadlere riayet etmeden tabiata yapılan keyfi müdahaleler neticesinde tabii olandan kopuş ve yapay olanda artış fazlalaştıkça, parçaları birbirine bağlayan bağ da kopmakta, güzellik kaybolmakta, bütünlük bozulmaktadır. Böyle bir girizgâh yapmak, ”bütün”ün önemini vurgulamak ihtiyacı hissettim, çünkü, bir araya gelmemize vesile olan iki büyük insanın ömrü, Mutlak’la bağı olan bütüncül bir yapı ortaya koymak ve bunun gerekliliğini anlatmakla geçti.
Değerli misafirler, her asrın bir yenileyicisi olduğu gibi, her çağın zihni temelini oluşturan, tüm entelektüel hareketlerin aradığı ve ulaşmak istediği bir de “ müdir fikir” vardır. Bu fikrin öneminin o çağın insanları tarafından kavranıp kavranmamasının veya daha sonraki nesiller tarafından kavranacak olmasının bir önemi yoktur. Yine de o asrın “yönlendirici ilke”si o fikirdir. Tıpkı jeodezik olaylarda, tabiatta biriken gerilimin tek tek nesnelerin içinden geçerek, temas ettiği her şeyi etkilemesinde olduğu gibi, çağının yönlendirici ilkesi olan bu fikir de, hayatın farklı alanlarında, “kendinden zuhur” halinde, farklı görüntüler altında ortaya çıkarak, hayatın tümü üzerinde belirleyici olur. Aslında her çağın zihni temelini oluşturan yönlendirici ilke kutsal bir niteliğe büründürülmek zorundadır. Çünkü hayatı düzenleyen temel değerler bilime değil, dine aittir. Dolayısıyla din dışı alanın düzenlenebilmesi için, bu ilkenin yine kutsal bir alanda söylenmesi zaruridir. Bu manada, evreni yeniden yaratmaya soyunan modern kültürün gayri ilahiliği de Allah’a uzanan çağdaş yoldan başka bir şey değildir.
Değerli misafirler, Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu, artık yüce ruhlar doğuramaz olmuş bir millete Hakk’ın bir armağanıydı. Köklerinden koparılmış bir topluma yeni bir ruh, yeni bir kimlik vermek ve yeni bir hafıza inşa edebilmek için bilinenin üstünde ve ötesinde büyük acılar yaşadılar . Ülke olarak, bugün onların mazinin bereketli toprakları üzerine ektiği tohumun meyvelerini topluyoruz. Başımızda İslâm’la barışık bir iktidar varsa bunda en büyük pay bu insanlarındır. Sağcısı, solcusuyla gelmiş geçmiş tüm iktidarların sadece oy deposu gözüyle baktığı, hep çevrede tutulmuş, görgüsüz bir kitle gözüyle bakılmış bir halk, 15 Temmuz’da sokakta kurduğu iktidarla, ilk defa irade benim diyorsa, kazandığı güven, bu insanların ödediği bedel sayesindedir.
Peki, bu iki büyük insan hakkında neler biliyoruz , onlarla ilgili neler söyleyebiliriz? Belki pek çok şey, belki de tüm söyleyeceklerimiz sadece teferruata dair şeylerdir , ama netice itibariyle pek az şey. Peki bu kadar az bilgiyle onların ruhuna, kimliğine, kişiliğine dair bir tasvir yapabilir miyiz? Zannetmem. Çok şükür ki elimizde, her biri adeta Müslümanların ruhlarına verilmiş bir arınma ve yenilenme emri olan eserleri var… Onların ruhunu bulabileceğimiz ve söylediklerini anlayabildiğimiz nisbetde, ulaştıkları mânâların derinliklerine onlarla birlikte dalabileceğimiz yer de burası. Bu da inanmayı, istemeyi, uygulamayı, bilhassa sevgiyi gerektirir . Dolayısıyla, onlara bağlılık ve sevgi iddiasında olan her insan sahih ve samimi olmalıdır. Şayet, bu iki büyük insanın sevgisi ve eserlerinin gücüyle kuşatıldığı halde, hala tüm kazanç ve zenginliğinin bu kuşatılmışlıktan kaynaklandığını göremeyecek kadar körse insan, bir an önce onlardan uzaklaşmalıdır. Çünkü, uşak olmaya özenen basit ve devşirme ruhların, cesaret timsâli bu insanların yanında hiçbir zaman yeri olmadı.
Nasıl ki, Necip Fazıl’ın hayatında aradığı, neredesin diye hasretle beklediği bir “genç adam” varsa, Salih Mirzabeyoğlu’nun hayatında da “işte aradığım insan” dediği bir “Büyük Sanatkâr” vardır. Her ikisi de genç yaşlarında “kurtarıcı”larını tanımış, onların talebesi olmuş, nihayetinde, “her ruh temaşa ettiği şeydir, ona dönüşür” doğrusuna misal, kurtarıcılarının elinde insanlığa yol gösteren birer “kılavuz yıldız”a dönüşmüşlerdir. Dolayısıyla, tekâmül etmiş bir ruhun penceresi olan göz için, fikri aristokrasinin bu güzide iki insanına ait birkaç sayfa bir şey okumak , “bütün”e dair eşsiz bir hava soluması için yeterli olacaktır. Ancak, ruhunuz çorak ve tüm ruhî armonilerden de uzaksa, “Mutlak’ın peşinde” sürekli doğum sancıları çeken, sancılarını dindirecek ve eşyada düzeni temin edecek sihirli kelimeyi bulabilmek için dilin tüm imkânlarını kullanan bu dehaları tanıma şansınız da olmayacaktır.
Zira, insanın kendini bilmesi, kendini bildiği nispette Rabb’ini bilmesi ve dünyadaki hayatı Allah’a olan inancı kadardır. Ve fiillerde esas; sağlam bir yaratılışa dayanan imandır. Dolayısıyla, yakıtı hakikat ve marifet olan aşk ateşinde yanan insana bilmedikleri öğretilir, tarifi imkânsız şeyleri düşünüp konuşma gücü verilirken, inancı olmayan, sadece fizikî kavramlara sığınan insana kalacak olan ise; gaye mihrakında Allah ve sevgilisi olmayan her türlü varlık ve oluşu bekleyen hazin son gibi, başkalarının bilmediklerini biliyor olmanın trajik asaletinde boğulmak, yokluğun buz denizine açılmak olacaktır. Çünkü, inanç sadece inandım demek değildir, inanmanın yanında “zevken idraki” ve bu idrakten hâsıl olan zevkin ilmiyle amel etmeyi de gerektirir. Onun içindir ki, “Hakk’ın dili halkın dili, halkın dili Hakk’ın dili” denilmiştir. Salih Mirzabeyoğlu bu kafiledendi; inancı nisbetinde iddiaları da büyük, dili Hakk’ın dili olmuş, ilahî kavramlarla konuşan bir insandı. İnsanlar arasında yaşasa da kelâmın sırlarına ermiş, melekleşmiş bir ruhtu. Ruhunun taşındığı âlemlerde şahit olduğu güzellikleri, duyduğu ve anlatılması imkânsız sözleri kendi içinde kavrasa da bunları dillendirmesine izin olmadığını gördü, o da bunların izini eserlerinde sürdü. Çok sık kullandığımız kavramlar hakkında aslında ne kadar az şey bildiğimizi gösteren “Ölüm Odası” isimli eseri bunun en bariz delilidir. Lâkin, hâlden hareketle düşünen bir “Büyük Sanatkâr”ın ruhundan yansıyan ve tüm eserleri gibi, her harfinin arasında, her kelimesinin altında bir hakikati barındıran bu eseri anlamak, zamandan hareketle düşünen ortalama insan için imkânsız denecek kadar zordur. Zevkine varabilmek için, latifin kesifte seyrinin izini sürmek, aralarında hiçbir bağ yokmuş gibi duran kelimelerin, nasıl da eşsiz bir âhenk ve bütünlük içinde birbirine sarılarak aynı istikamete ve aynı gayeye doğru aktıklarını görmek gerekir.
Değerli misafirler, tarihte, yaşarken kıymeti bilinmemiş, hak ettikleri değeri görmemiş, sürülmüş, “yargılı” yahut yargısız infazlarla hayatlarına el konulmuş insanları düşünmek son derece üzücüdür, insan kendini çaresizliğin ezilmişliği içinde hisseder. Bu insanlar sonradan göklere çıkarılacak, okullarda ders kitaplarında zorunlu olarak okutulacak olsalar da bu gerçeklik değişmez. Oysa insandan murad; dehanın ta kendisidir. Ve dünya tarihi, Peygamberlerin ve onların varisi konumundaki âlimlerin ve eserlerinin tarihidir. Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu da bu kafilenin büyüklerindendir. Yürüdükleri yolda büyük acılar ve çileler çekmişlerdir. Lakin unutmamak gerekir ki, “ Büyük acılar büyük arınmadır” ve “Çile çekmemiş kimsede hayır yoktur.”
Geçmişte olduğu gibi bugün de hayatlarının ve her biri eşsiz bir zevkin ürünü olan eserlerinin arınma ve yenilenme yolunda her zamankinden daha güçlü bir çağrı olduğuna; anlatılması, aktarılması, okunması, sindirilmesi, satır satır izlerinin sürülmesi gerektiğine inanıyorum. Toplumu yeniden üretecek genlere kodlanması gereken bilginin bu bilgi olduğuna da inanıyorum. Zira “kurtarıcı fikir” bu eserlerde ve “kurtuluş yolu” bu fikrin taşlarıyla döşeli. Onların fikrî dokunuşları insanın mutlu ve samimi olduğu tek andır, artık hiçbirimiz onları tanımadan önceki biz değiliz, sevenleri olarak bu anların değerini bilmemiz gerekir.
Sözlerime son verirken, “Fikir aristokrasisi”nin bu iki güzide insanını hasret, minnet ve saygıyla anıyorum, Allah’tan gani gani rahmet diliyorum. Mekanları cennet olsun.
Aylık Dergisi 177. Sayı Haziran 2019