Empirizmin en büyük özelliği imana taalluk eden “peşin fikir” hikmetinden olabildiğince uzak durmak ve tecrübe üzerinden elde edilen kuru bilgiyi ise şeksiz ve şüphesiz bir şekilde kabul etmektir. Daha evvel söylendiği üzere, empiristler ruhçuluğun en önemli argümanlarından biri olan sezgiye açık ruhî veya keşfî bilgiyi kökten reddetmişlerdir. Diğer bir ifadeyle de ruhçuluğun delili olarak okunabilecek keşif veya sezgiye açık bilgiyi “temel kabul” hâlinde reddetmişlerdir. Empiristler, bilginin sadece tecrübe üzerinden elde edilmesi gerektiğine o kadar çok inanmışlardır ki, inançlarının Tanrısını dahi yeryüzünde görmeyi arzulamışlardır. Tecrübe üzerinden inandıkları Tanrıyı yeryüzünde görmek hevesine kapılmışlardır. Yeryüzü Tanrısı olmak hevesi üzerinden topyekûn dünyaya nizamat vermeye çalışan empirizmin kibirli çocukları, dünden bugüne bütün güçlerini tecrübe üzerinden tedarik etmişlerdir, denilebilir. Yine denilebilir ki, Empiristler, bir takım ruhî hadiseleri teknik veya teknolojik buluşlar üzerinden maddileştirmenin hesabı içerisinde olmuşlardır. İBDA Mimarı’nın, Hazret-i Ali (K.A.V)’nin, “Tecrübe, fayda ile birlikte ayrı bir ilimdir” sözüne sıkça vurgu yapmasını hatırlamanın tam yeri. “Telegramcı köpekler” olarak da tavsif edebileceğimiz “Deccal Komitesi”nin, diğer bir ifadeyle de “belhümadal” güruhun kendisine biçtiği en büyük misyonun, “eşref-i mahluk” olarak görülmesi gereken insanoğlunu hadım etmek olduğunu da söyleyelim. 

Empiristler, her ne kadar sezgiye açık ruhî veya keşfî bilgiyi “temel kabul” hâlinde kökten reddetseler de, aslında inkârı mümkün olmayan ruhî veya keşfî bilgiyi içgüdü üzerinden kısmen de olsa kabul etmek zorunda kalmışlardır. “Nefsin de bir hakikati var” çerçevesinde düşünüldüğünde, nefsin mukabil kutbu olan ruhun zorunluluk çerçevesinde kabulü, varolmak, daha doğrusu var görünebilmek veya var kalabilmek için de bir zorunluluk olduğu anlaşılmıştır. Doğuştan var olan, diğer bir ifadeyle de insanoğlunun temel faaliyetlerinden olarak beliren duygu, düşünce ve iradî faaliyetler, tecrübe dışı olmasına rağmen “zorunluluk” çerçevesinde inkârı mümkün olmayan gerçekliklerdir.

Bilmek gerekir ki, ruh sezer ve bulur, akıl ise bulunanı zabteder veya belirli bir şekle sokar. Bu anlamda insanın bütün temel faaliyetlerinin kaynağı sezgide, diğer bir ifadeyle de ruhî keşiftedir. İbn Arabi Hazretlerinin dediği veçhile, “keşfi olmayanın bilgisi de yoktur.”(1) İster duygu, ister düşünce, isterse iradî olarak anlam kazansın, fark etmez.

Empiristler, özellikle de İngiliz kültürüyle hemhâl olmuş empiristler, bilginin elde edilmesinde metod olarak, -meselâ sağlam veriler elde etmeye yardımcı olduğundan-, tümdengelim metodu yerine daha ziyade tümevarım metodunu kullanmışlardır. Eşya ve hadiseleri değerlendirmede ise determinist(2) yaklaşım tarzını benimsemişlerdir. Bu çerçeveden olarak, “Nedensellik ilkesi” çerçevesinde anlam kazanan “X, Y’nin nedenidir” önermesi, empirik görüş açısından oldukça önem arz eder. Empirik görüş açısından X’in ortaya çıkması Y’nin ortaya çıkması ile doğrudan alakalıdır. Bu arada hemen şunu da söylemekte fayda var: Deney veya gözlem üzerinden mânâlandırılan eşya ve hadiseler, “her an değişen ve gelişen eşya hadiseler” çerçevesinde yeni bir değerlendirmeye tâbi tutulacak olursa, meselâ “her şey olmadan önce olma özelliği ile vardır” düsturu gereğince, yani eşya ve hadiselerin “imkânlar alemi”ndeki seyri bakımından, “olabilirlik”, diğer bir ifadeyle de “ihtimaller hesabı”na göre her an yeni bir değerlendirmeyi tabi tutulması bir zorunluluk olarak karşımıza çıkar. Meselâ ormana atılan bir sigara yangın çıkarır ama bu demek değildir ki ormana atılan her bir sigara illa ki bir yangın çıkarır. Demek ki muhtemel bir yangının ortaya çıkabilmesi için dahi, her defasında “gerekli olan” başka faktörlerin de devreye girmesi gerekir. Gerçi empirik düşünce bu tür olabilirliklerin üstesinden gelebilmek için kendince çareyi gözlem metoduna atıf yapmakta bulmaktadır, ayrı mesele.

Empirizmde, -epistemolojik literatürde-, a priori(3) bilgiye, diğer bir ifadeyle de “temel kabul” olarak kendisini teklif eden herhangi bir önbilgiye yer yoktur. A priorik bilgi, diğer bir ifadeyle de tecrübeden bağımsız yalnızca aklın kendisi ile elde edilen bilgi yerine a posteriori, yani tecrübe ile elde edilen bilgi -tecrübî bilgi- vardır. Empirik düşüncede a priorik bilgi, yine tecrübe neticesinde, meselâ sadece tedai çerçevesinde doğada hüküm süren düzene uygunlukla elde edilen bir bilgi olarak değerlendirilmektedir. Temelde gerekli olan genel-zorunlu bilgi, realite alanında değil, cebir, geometri, aritmetik gibi alanlar ile ilgili bir bilgidir ve dar bir alana habsedilmiştir. Bilginin kuşatıcılığı mânâsına “gerçeklerin sebebi” (matter of facts) alanının bilgisi ise, genel-zorunlu olan bir bilgi değildir. Çünkü bu tür bilgiler tecrübe üzerinden alışkanlığa, diğer bir ifadeyle de benzetmelere dayanmaktadır diye düşünülür.

Ne kadar çok tekrar edilse yine de azdır: Empirizmin dünya algısı veya tasavvuru, yani eşya ve hadiseler hakkındaki tüm bilgi dağarcığı duyu merkezlidir. Dünyaya, “her an değişen ve gelişen eşya ve hadiseler”e bakışları veya kâinat tasavvurları, eski Yunan kültürünün üç büyük kafa adamından biri olan Aristoteles’e kadar gider. Aristoteles’in, “Zihinde bulunan hiçbir şey yoktur ki daha önce duyularla bulunmuş olmasın” meşhur sözü, Empirizmin en temel dayanak noktalarından biri, hatta başlıcası olarak kabul edilir. Bu görüş aslında, “İnsanlar idealar dünyasında edindikleri fikirleriyle doğarlar” sözünün sahibi Eflâtun’a karşı bir eleştiri olarak da okunabilir. Tam da bu noktada, modern dünyada Empirizmin babası olarak kabul edilen John Locke’un Aristoteles’den yana tavır almasını yerli yerince değerlendirmek gerekiyor. Aslında J. Locke’un temel duruşu, -Üstad Necip Fazıl tarafından, “birbirinin yanlışını ortaya çıkarmanın mektebi” olarak da tarif edilen felsefenin temel misyonuna da uygun olarak-, tıpkı Eflâtun gibi bir rasyonalist olan Descartes’ın kökten eleştirisini yapmaktır. Denilebilir ki, dünden bugüne Kıta Avrupası, iki temel görüş üzerinden kendisini şekillendirmiştir. Bunlardan biri Rasyonalizm, diğeri ise Empirizmdir. Bu iki görüşten biri (Rasyonalizm) Eflâtun üzerinden Rene Descartes’a (Fransa), diğeri ise (Empirizm), Aristoteles üzerinden John Locke’a (İngiltere) dayandırılırsa yeridir. Halihazırda Empirizm, Rasyonalizmi gölgede bırakmış gibi gözüküyor, ama her ikisinin de hakikat payı olduğu gerçeğinden veya düşüncesinden hareketle denilebilir ki, yeni zaman ve mekânda her an değişen ve gelişen eşya ve hadiselerin üstesinden gelebilmek, onlara tasarruf edebilmek ve hattı zatında onları verimlendirebilmek için her iki görüşü tek bir potada cem eden yeni bir ruh ve fikir sistemine ihtiyaç vardır. “Gerekeni gerektiği yerde gerektiği kadar yapmak” şiarı icabı, zaman ve mekân hususiyeti çerçevesinde bazen a priori ve bazen de a posteriori bilgileri kullanmanın yanı sıra, tümevarım ve tümdengelim metodlarını da kullanmayı kendisinde bünyeleştiren “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”, “yeni insan yeni nizam” çerçevesinde örgüleştirdiği dil ve diyalektiğini “İBDA Diyalektiği” olarak topyekûn dünyaya teklif ederken, bunun aynı zamanda “21. Yüzyıl Diyalektiği” olduğuna da ayrıca vurgu yapmaktadır. “Mehdî Diyalektiği” olarak da okunabilecek “Büyük Doğu- İBDA ruh ve fikir sistemi”ne kayıtsızlık, sadece ülkemiz veya İslam alemi için değil, topyekûn insanlık için büyük bir kayıptır. 
Bilindiği üzere, modern dünyada Empirizm düşüncesi üç adamın omuzlarında derinlik kazanmıştır. Bunlardan ilki John Locke, diğeri George Berkeley, bir diğeri ise David Hume’dur… 

John Locke (1632-1704), epistemoloji veya bilgi mevzuundaki tüm görüşlerini “İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme” (An Essay Concerning Human Understanding) isimli eserinde tartışmaya açmıştır. Sözkonusu eserinde Locke, insan bilgisinin alanını ve ulaşabileceği yerleri, dolayısıyla da bilinemeyecek mevzuları dahi araştırmıştır. Böylece bilginin kaynağı mevzuunu, kesinlik temellerini ve yayılımını ortaya koymayı, insanların bir bilgiyi doğru saymalarındaki inanç ve delilleri ele alarak, yanlışa düşmek ve şüpheye yol açan sebeblerin nedenleri bulmayı amaçlamıştır.(4)

Locke’a göre insandaki anlama yeteneğinin önceden verilmiş hiçbir içeriği yoktur. Ruhun içinde bulunanların hepsinin, bütün tasarımlar, düşünceler, vs.’in bütün kaynağı tecrübelerdir. Locke, “zihinde bulunan hiçbir şey yoktur ki duyularda bulunmasın” diyerek tecrübeye olan inancını daha da derinleştirmiştir. Bu çerçeveden olarak, Locke, yeni doğmuş bir çocuğun zihnini boş beyaz bir levhaya (tabula rasa) benzetmiştir. Locke’a göre bu boş beyaz levha yaşadıkça tecrübe ve gözlemler üzerinden doldurulur. Locke’a göre her yeni doğmuş çocuk bütün öğrendiklerini duyuları vasıtasıyla algılayarak öğrenir. Daha evvel ki yazılarımızda bu mevzuya yeteri kadar değinilmişti.

John Locke’a göre insanoğlunun bütün bilgi, görgü, kültür ve irfan yemişleri temelde iki kaynaktan türemiştir. Bunlardan ilki duyum, diğeri ise düşünce temellidir. Locke’un duyumdan kasdı, İBDA Mimarı’nın “zahiri idrak edici kuvvetler”(5) olarak tavsif buyurduğu dokunma, koklama, tatma, görme ve işitme gibi duyulardan ibarettir. Duyumdan gelen bilgiler Locke tarafından, “tekil ve somut idealar” olarak ifade edilir. Meselâ sarı, sıcak, sert, yuvarlak vs. gibi bilgiler duyum merkezli kaynaktan gelen bilgilerdir. İBDA Mimarı’nın “batını idrak edici kuvvetler”(6) diye tavsif buyurduğu düşünce temelli bilgiler ise, Locke tarafından “düşünme, inanma, kuşkulanma gibi zihnin değişik işlevleri ile gelişen idealar” olarak ifade edilmiştir ki, “batını idrak edici kuvvetler” sırasıyla, sureti idrak eden “hiss-i müşterek”, hayâl kuvveti olarak beliren “kuvve-i hayâliyye”, cüz’i mânâların idrakine yarayan kuvvet olarak beliren “kuvve-i vehmiyye”, tekrardan hatırlatmayı sağlayan “kuvve-i hafıza” ve en nihayet “kuvve-i tahayyül”den ibarettir.   

Aslında John Locke’un bütün kavgası veya çabası, “peşin fikir” olarak kabul gören skolastik düşüncenin ürettiği bâtınî bilgiye karşı esaslı bir duruş sergilemektir. Diğer bir ifadeyle de skolastik düşünce üzerinden ruhî veya keşfi bilgiye yataklık eden metafizik düşünceye karşı akla mutabık bir düşünce sistematiği geliştirmektir. Bu duruşun arka palanında kuvvetle muhtemel, Hıristiyan dünyanın, dolayısıyla da Batı dünyasının idrak kanallarına ot tıkayan skolastik düşünceye karşı esaslı bir karşı duruş söz konusudur. Locke’a göre skolastik düşüncenin taşıyıcısı konumunda olan metafizik düşünce, insanın tabiata açılan bütün pencerelerini kapatmıştır. İnsanı içine kapanık bir yaratık hâline getiren skolastik metafizik düşünce, aslında tecrübe ve gözleme dayalı felsefî düşünceden insanı uzak tutmakla “doğru düşünce”ye en büyük zararı vermiştir. Deney ve gözleme yer vermeyen her bir felsefî düşünce, insanoğlunu her defasında “doğru düşünce”den daha bir uzaklaştırmaktadır, denilebilir. Locke’un bu çıkışı, felsefe tarihinde metafizik düşünceye karşı büyük bir başkaldırı olarak değerlendirilmiş ve büyük aydınlama döneminin temeli olarak kabul edilmiştir. “Doğru düşünce”nin açık adresini gösterebilmek imkânından mahrum olmanın insanoğlunu ne hallere düşürdüğünü bugünkü gelinen noktadan süzmek pekala mümkündür. Skolastik düşüncenin bağnazlıklarını metafizik düşünceye karşı oluş üzerinden izah etmeye çalışan ve felsefî sistemini bunun üzerine bina eden John Locke, Descartes’ın Tanrıyı dışarda bırakan Kartezyen duruşunun rasyonel bakışını haklı olarak kritik ederken, “doğrunun yanlışta kullanılması” gibi bir yanlışa da düşmekten kendisini kurtaramamıştır. Dahası, “doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz” hikmeti üzerinden bizzat hesaba çekilmeyi bekler bir duruma düşmüştür. David Hume üzerinden Emanuel Kant’a, Emanuel Kant üzerinden de G. W. Friedrich Hegel’e devredilen “doğru düşünce” arayışı, Hegel’de “Mutlak Fikrin Gerekliliği” bir ihtiyaç olarak kendisini göstermiş ve yine bizzat Hegel tarafından “Mutlak Fikrin Kuruculuğu”na yeltenme sözkonusu olmuştur. Fakat Hegel tarafından “Mutlak Fikrin Kurulamazlığı” anlaşılınca, beyhude bir davranış olarak, kul iradesi üzerinden yeni bir Tanrı tarifi yapılmaya çalışılmıştır. Halbuki, Allah, ancak ve ancak Peygamberlerin haber verdiği “Mutlak Ölçüler” çerçevesinde anlaşılabilir, bilinebilir ve de tarif edilebilir. “Peygamberlik nuru”na yapışmadan değil Allah, Allah’ın yarattıkları, diğer bir ifadeyle de topyekûn varlığın akla hitab eden veçhesi dahi kâmil mânâda anlaşılamaz, bilinemez, dolayısıyla da tarif edilemez. Hegel’in tarifini yapmak istediği Tanrı, insan aklının putlaştırdığı bir simülasyondan başka bir şey değildir. Allah’ın tarifini akıl çerçevesinde merak edenler, Hegel’in “tez, antitez ve sentez” döngüsünün de hakikatini mündemiç olarak, İBDA Diyalektiği tarafından baştacı edilen İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin “Ötenin ötesinde…” başlayıp da, “ne ki o zannedilir ona perdedir” şeklinde biten tarifine baksınlar!.. Bütün bir Batı felsefe dünyasını kendi muhtevası içerisinde kritik eden Niçe, “Tanrı öldü!” derken, kimbilir, “Ölümsüz Tanrı”nın yerini ikame edilmek istenen “Ölümlü Tanrı”nın varlığına ironik bir göndermede bulunuyordu. Yani John Locke’un örgüleştirdiği düşünce sistematiği gereği, inanılan, daha doğrusu icad edilen bir Tanrının gözlem, deney veya tecrübeye tabi kılındığı bir noktaya evrilen bir düşünce dünyasını kritik ediyordu da, gereği gibi anlaşılamadı! İBDA Mimarı’nın örgüleştirdiği “21. Yüzyıl Diyalektiği: İBDA Diyalektiği” ve onun mottolaştırdığı “Mutlak Fikrin Gerekliliği” hakikati o gün Batı felsefesi dünyası tarafından anlaşılamadı, bugün de hem Batı ve hem de Doğu dünyası tarafından hala gereği gibi anlaşılabilmiş değildir. Hâliyle, “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” hakikati de…

George Berkeley (1685-1753), Locke’un “insan ancak bilincinin içinde olup biteni bilir” düşüncesini kendisine başlangıç noktası kabul etmiş ve hemen ardından da, “kendi başına var olan bir dış dünyanın olamayacağı” sonucuna varmıştır. Ona göre, nesne bakımından “olmak” algılanmak demektir. Özne bakımından ise “olmak” algılamak anlamına geliyordu. Buradaki algılama anındaki durum bir bütün olarak ele alınmaktadır. Ona göre ağaçlar ya da kitaplar “onları algılayacak hiç kimse olmaksızın” imgelenirse, durum bütünü ile değerlendirilmemiş olurdu. Nesneler ancak algılanabilir olma durumu ile imgelenebileceğine göre, algılayan “yok sayılmış” demektir. Berkeley için dış dünya algılardan oluştuğundan kavramların bu algılar dışında ayrı bir gerçeklikleri yoktur. Bu durumda algılayan ve algılanan olmak üzere iki terimli bir ilişki söz konusudur. Üçüncü bir terim yani, nesnenin algılayan ve algılanan arasına giren bir idea’sı yoktur. Halbuki, bilen ve bilinen arasındaki ilişkide olmazsa olmaz keyfiyetini haiz bir “Işık” unsuru vardır ki bu mevzu, İBDA Mimarı tarafından “İBDA Diyalektiği”nin merkezine yerleştirilmiştir. 

David Hume (1711-1776), kendisi İskoç Aydınlanmasının en önemli kafa adamı olmasına rağmen İngiliz empiristlerinin en ünlü ve de en etkilisi olarak bilinir. Bunun iki sebebinin olduğu üzerinde durulur ki birinci sebeb, empirizmi geliştirerek mantıkî sonuçlarına ulaştırmıştır. İkinci sebeb ise, böyle yapmakla empirizmi neredeyse yerle bir etmiştir. “İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme” adlı eserinde idrak veya anlayışımızın hedeflerinin neler olduğunu ve nelerle uğraşmaması gerektiğini ortaya koymuştur.
David Hume’un epistemolojik anlayışı deneyci ve şüpheci olarak nitelenir. Berkeley ve Locke’dan etkilendiği sabit olan Hume’a göre bilginin malzemesi ikiye ayrılır. Birincisi ruhun içindeki izlenimler, diğeri ise idea’lardır. Meselâ izlenim, belli bir nesnenin duyulara verilme anındaki algı içeriğidir. İdea’lar ise izlenimlerin anımsanması ile sonradan çıkarılırlar. İzlenimler özgün, idea’lar ise bunların az ya da çok soluklaşmış kopyalarıdır. Bütün idea’ların yani düşüncelerin gereçleri izlenimlerdir. Anlık birtakım fiiller ile düşünceleri oluşturur. Buradan hareketle denilebilir ki, insan bildiklerinin toplamıdır. Diğer bir ifadeyle de “tabula rasa”ya kaydettiklerinin! 

“İnsanın anladığı şey üzerinde tasarruf hakkı vardır” buyuran İBDA Mimarı’na rahmet!
 
Dipnotlar
1-http://www.barandergisi.net/bilginin-kaynagi-sezgi-makale,1608.html
2-Sebep kavramının metafizik, kozmoloji, epistemoloji ve ahlâk lerini içine alacak şekilde bir zorunluluk fikri çerçevesinde yorumlanışından doğan determinizm fikri, felsefe tarihi boyunca canlılığını korumuş en belirgin tartışma konularından biri olup İslâm düşünce tarihinde genel olarak illiyyet, Batı felsefesinde de causalité terimiyle ifade edilen sebeplilik fikriyle yakından ilgilidir. Ancak determinizm, sebebin sonucu zorunlu olarak belirlediği veya gerektirdiği, yani sebep ile sonuç arasındaki bağın zorunlu olduğu düşüncesine dayanmakta ve bu düşünce her hadisenin bir sebebi olduğu şeklinde ifade edilen illiyyet fikrini bir ilke haline getirmektedir. Latince determinatio (tayin, belirleme) kelimesinden Batı dillerine geçen determinizmin klasik İslâm düşüncesinde teknik karşılığı olmamakla birlikte bu modern terimin muhtevası, İslâm düşünce geleneğinde sebep ve illet kavramları etrafında gelişen tartışmalarda ifadesini bulmuştur. Osmanlı Türkçesi’nde determinizm yerine, onun belirttiği zorunluluk fikrini vurgulayacak şekilde îcâbiyye, vücûbiyye, zarûriyye kelimeleri kullanılmıştır (İsmail Fenni, “déterminisme” md.). Günümüz Arapçası’nda ise determinizm karşılığında hatmiyye terimi kullanılmaktadır. Bu terim tamamıyla moderndir ve klasik terminolojide yer almamaktadır (Cemîl Salîbâ, I, 14, 442-443). (https://islamansiklopedisi.org.tr/determinizm)
3-İngilizceden çevrilmiştir-Latince cümleleri a priori ve posteriori, felsefe tarihindeki en etkili eserlerden biri olan Immanuel Kant'ın Saf Aklın Eleştirisi tarafından popüler hale getirilen felsefi terimlerdir. Antik Yunan felsefesinde, hiçbir deneye dayanmayan bilgiyi tanımlamak için kullanılan apriori kavramı, Skolastiklerce geliştirilmiş, Alman düşünür Immanuel Kant’ın sisteminde önem kazanmıştır. Her iki terimi de ortaya atan XIV. Yüzyıl skolastiklerinden Albert le Grande de Saxe’tır.
4-http://www.ozyazilim.com/ozgur/marmara/arastirma/amprizmaycin.htm
5-Salih Mirzabeyoğlu, Sefine -Suver-i Hayâl âlemi-, İBDA yayınları, İstanbul,2003, sh. 132.
6-Salih Mirzabeyoğlu, a.g.e., sh. 243.

Baran Dergisi 665. Sayı