İlhami Atalay yeniliği seven ve hep yeniyi arayan, köklerine de bağlı imanlı bir sanatçıdır. O, geleneği kuru kuruya taklit etmeyip, geleneğe de bağlı yeni bir sanat anlayışı ile kendini ortaya koymuş orijinal bir değerdir. Bu da belli bir zamanda olgunlaşan üslup demektir.
İlhami Atalay Resim Sergisi, AKM’de 5-22 Ocak 2023 tarihleri arasında gerçekleşti. Sergiyi son gün ziyaret etme imkânı buldum. İzlenimlerimi aktarıp, sanatçımızı tanıtacağım. Önce 33 tablonun kısa bir resmî geçidini daha sonra ise sanatçımızın bakış açısını vereceğim.
1948 doğumlu olan İlhami Atalay, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisini 1972’de birincilikle bitirmiş olup yurtdışında okuma bursu kazanmıştır. Başta Almanya olmak üzere Fransa, İspanya, İsviçre ve İngiltere’de beş yıl kadar sanat çalışmalarında bulunmuştur. Yurt içi ve yurt dışında birçok kişisel ve karma sergiler açmıştır. Resim sanatının sevilmesinde ve gelişmesinde katkılarından dolayı 2022 Necip Fazıl Saygı Ödülüne de layık görülmüştür.
1. 33 Tabloda Gezinti
İlk başta bizi karşılayan, iki gövdeli bir ağaçtan fışkıran bembeyaz çiçeklerle dolu tabloyu görünce, zâhir ve bâtın veya bela ve rahmet gibi zıtlar arasındaki denge kurulursa, her hâlükârda neticenin iyi olacağının anlatıldığını düşündüm. Ne isyan ne nankörlük! Peşinden tablonun isminin Zikir olduğunu fark edince, düşüncelerimin, bu isme muvafık düştüğünü anladım.
İkinci sıradaki eserin ismi Kaf Dağları. İlk başta bana denizdeki küçük bir maceramdan dolayı okyanus dalgaları gibi gelmişti. Allah’ın dağları yürüttüğü mealindeki âyete telmih ve İlhami Atalay’ın kurucusu olduğu Dinamizm grubunun anlayışıyla dağlara coşkun bir atmosfer verildiğini söyleyebilirim.
Üçüncü tablomuzun ismi Mavi Bahar. Beyaz-pembe tomurcuklar açmış bir ağaç dalı, olanca çekiciliği ile bize bakıyor. Sergiyi gezerken tanıştığım Üsküdar Üniversitesi tarih bölümünde okuyan Muhammed Oğuz, bu tablodaki çiçeği, Samuraylar’ın görmek, yetiştirmek ve elde etmek için bütün hayatlarını adadıkları bir çiçeğe benzettiğini söyledi. Bundan haberim yoktu, teşekkür ederek not aldım. Ayrıca kendimi tanıtarak, Aylık Baran’ın sitesinden ve Aylık Baran dergisinden bahsettim. Çok memnun oldu.
Dördüncü tablonun adı da (yanlış not almadıysam) Zikir; birbirine sarmaşık gibi sarılmış birkaç ağacın sarı-siyah çiçekleri o kadar yoğun ve tatlı idi ki bir an, “Cennette miyiz?” diye kendi kendime sordum. Kalblerin ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olacağı âyetini de bu minvalde hatırlatalım. Tabiî ki eserin isminin yönlendiriciliğini itiraf ederim.
Beşinci tablonun adı ise Safranbolu. Bir yamaca tatlı bir şekilde dizilmiş kiremit çatılı safran sarısı evler, cami ve minarelerle süslenmiş vaziyette. Altıncı tablonun adı ise Süleymaniye olup tepede cami ve onun altında dizilmiş evler, denizde ise kayıklar ve onların akisleri senkronize olmuş bir şekilde Mimar Sinan’ı ve payitahtı hatırlatıyor.
Yedinci tablo olan Dede Evi’nde ise bir köy evi ve müştemilatının görüntüsü yanında belki ondan da dikkat çekici olarak, evin önündeki avluda bir camdan yansımış gibi çocukların oynayan resimlerinin olması, bizlere daha çok hayal veriyor. El ele tutuşan çocuklar sanki başka âlemdeler. Aynı manzarayı evin çatısından gökyüzüne doğru bakınca da fark ettim. Bunun sebebi de sergiyi gezen bir annenin yanındaki çocuğa bu resmi izah ederken kulak misafiri olmam. Gökyüzünde çocuklarla birlikte dans eden nun, dal, he ve vav gibi harfleri de gördüm. Gökyüzünde çocuklarla birlikte yüzen harfler!..
Sekiz ile on üçüncü resimler köy hayatı ve kadınlarla ilgili. El işlemeleri, nakışlar, kilim desenleri vs. resimlerin içine serpiştirilmiş. On üçüncü tabloda, kilim desenleri üzerine oturmuş iki kadının ön planda ve sırttan verilen görüntüleri ile hem giysilerindeki renk ve desenler hem de dümdüz ovalar ve ufuksuz dağları, onların pozisyonundan seyretme imkânı veriyor. İyi düşünülmüş bir kompozisyon. Tablonun adı da Ufukların Ötesi. Bu resimde de fikir ve hislere uygun renk ve açıların uyumu dikkat çekiyor.
Hiçlik, Hiçlik Kızıl, Kartallar, Atmaca Gözü ve Tavaf tabloları karşımıza geliyor. İlhami Atalay’da tavaf ve zikir olgusu dikkat çekiyor. Âlemde her şey Allah’ı zikir hâlinde ve tavaf ediyor: O’ndan geldik, O’na döneceğiz, ne çare!.. Atalay, tavaf olgusunu kuşlarla anlatmayı seviyor. Tavaf isimli tabloda kuşların gökyüzünde tavaf eder gibi çizdiği daire ve hareket esprisi çok güzel yakalanmış. Hâkim renk mavi ve biraz da yeşil.
Doğum yeri Artvin’i anlattığı bu isimdeki tabloda, yine birbirine doğru dairevî uçan kuşlar ve yerde kadın ve erkeklerin ayrı ayrı folklor grupları, saz, tulum, akordeon gibi müzik âletleri, güreş tutanlar, çift başlı kartal figürü, boğa güreşleri vs. görmemiz mümkün.
Alet Edevat isimli tabloda ise mutfaktan savaşa kadar tahminen 1940’ların bütün aletleri o kadar uyumlu ve sade bir renk ve biçim armonisi içinde istif edilmiş ki, bu tablonun önünde Picasso’nun Güvercinler tablosundaki dinlendiriciliği yakalamak mümkün. Hepsinde bir ritim ve âhenk görmek mümkün.
İç İçe Dünyalar, Âbide ve bütün yemek kültürünü ortadaki nefis kuru fasulye resmiyle verdiği Kuru Fasulye tablosunu da sıradaki eserler olarak zikredelim.
İnsan beyninin kıvrımlarının düşünce kıvamında resmedildiği tablonun ismi ise biraz uzunca: Bu Aklın Yaptığına Şaşmak Akıl Değildir, Akıllar Yaratan Aklı Bilmeyen Akıl, Akıl Değildir… Bu tablonun hikayesine de kulak misafiri oluyorum. Hastanede iken bir ameliyatta insan beynini gören Atalay, bunun resmini yapmak için kendisine verilmesini istiyor, doktorlar da veriyor. Tablonun merkezinde ve büyükçe yer alan beyin resmindeki kıvrımlar, insan düşüncesindeki derinliği yansıtıyor. Resmin kenarlarında ise Arap harfleri, ebced ve benzeri tablolar bulunmakta insanı kelimelerle düşündüğü ve medeniyetler kurduğu hatırlatılmaktadır. Bu noktalar bize, “İlk dil, ilk insanla vardı ve ilk insan ilk peygamberdi” hakikatini çağrıştırıyor. Öyle ki peygamberler olmasaydı iyi-kötü idraki de olmayacaktı.
Sergiyi gezerken, Türkiye’de bir üniversitede teknoloji okuyan ve ismi Abdülaziz olan bir Arap öğrenci ile de tanıştım. “En çok ilgini çeken resim hangisi?” diye sorunca, Akıl tablosunun yanına götürdü beni. Bu resimdeki beyin figürünün yanlarına serpiştirilmiş olan küçük figürleri de çözmeye çalışarak resimden ne anladığını izah etti. Bu resmin “Doğu’nun sürrealizmi” olduğunu söyledi. Ben de “Salvador Dali’yi biliyorum da, Doğu’nun sürrealizmini pek bilmiyorum.” dedim. “Pek bilinmediğini, ancak var olduğunu” söyledi. Ayrıca Atalay’ın resimlerinin sembolik olduğunu ifade etti. Salih Mirzabeyoğlu’nun çantamda bulunan Elif isimli eserini çıkartıp oradaki hat resimlerini kendisine gösterdim. Bu tarzı anlamakta zorlandı, ilk defa gördüğünü söyledi, resimlerde bazı Arapça harfleri ise hemen çözdü. BD-İBDA çizgisini tanıtıcı kısa bilgiler verdim kendisine. Teknoloji okuyor, ancak sanata bu kadar ilgili olması da ilgimi çekti.
İlhami Atalay’ın benim de en çok sevdiğim resimleri arasında olan Yağmur resminin yanında Âlemler, Samanyolu ve Köz resimlerini de onun geometrik şekillerle çalışmasına misal verebiliriz. Daire, üçgen, beşgen, altıgen, sekizgenler dikkat çekiyor.
Kültigin Âbidesi isimli tabloda ise taşın naifleşmesi ve gökleri işaret etmesini görüyoruz. Bu resmin bendeki çağrışımı ise benim bir amatör çizimimde, iki elin bir denge pozisyonunda birleşmesi ve iki parmağın yukarıya işaret etmesi oldu. Sanat eserleri burada görüldüğü üzere, hayale ve tedailere açık olmalıdır. Bundan dolayı bir eser, farklı kişilerde farklı tedailere, hatta bazen sanatçının bile düşünemediği hususlara yol açabilir/açmalıdır. Bu husus bir eksiklik değil, bilakis bir zenginliktir.
Çoğu yağlı boya olan sergide yama tekniğine (kolaj) ait tablolar da bulunmaktadır. Çöl tablosu bunlardan bir tanesidir. Belki de bu resim ile sadece bu tekniği güzel kullanmak ve çölün verdiği sadelik ve derinlik anlatılmak istenmiştir.
Taarruz resmi ise 2002 tarihlidir. Biraz geriye gidelim ve İlhami Atalay’ın Akıncı Güç dergisinin 25.6.1979 tarihli ikinci sayısında bir tanıtıcı yazı ile Akıncılar tablosunun bulunduğunu ve bu tablonun bana bu hususu hatırlattığını ifade edeyim. Her iki resimde de bir vecd ve hareket içinde ideale doğru akan süvariler görülmektedir. At ile binicisinin uyumu o kadar müthiş ki birbirlerine ihtilat olmuşlar. Anlaşılan İlhami Atalay akıncı ruhlu ve hep genç biri ve hayatı boyunca bir hakikate akmak istemiş. “Mutlak Hakikat”… Akıncı Güç dergisinin 15.10.1979 tarihli 8. sayısında da İlhami Atalay’ın bu tablosu ile başka bir tablosu verilmiş ve Milliyet Sanat’tan Kaya Özsezgin’in Atalay’ın sergi ve sanatı hakkındaki güzel bir yazısının da iktibas edilmiş olduğunu nakledelim.
1988 tarihli Gün Işığına Ulaşmak İçin isimli tabloyu ise Allah’a veya beklenen fikir kahramanına uzanan eller olarak yorumladığımı ifade edeyim. 1973 tarihli İç Harp resmi ise Yunus Emre’nin bir eserinden ilhamını alarak yapılmış olup bir insan bedeninin içine yerleştirilmiş, savaştan barışa insana dair bütün figürleri görmemiz mümkün. İnsan, âlemin küçük nüshası olduğu için kâinatta ne varsa onun içindedir. Mühim olan iç âlem gayesi peşinde olması ve bunun tertibini kurabilmesidir. Sanatçı ise bu hususta öncü, uyarıcı ve yol açıcı kişi demektir. Mutlak Fikrin estetiğine bağlı sanatçıdan bahsediyoruz tabiî ki. Bu resimde iç âlem düzenini kurup kurmadığı üzerinde durulmaktan ziyade durum tesbiti yapıldığını da söyleyebiliriz. Ancak bu tabloda hareket içinde olan bir insan dikkat çekmekte olup bu husus insandaki çeşitliliği/renkliliği yansıtıyor. Yine turkuaz renk dikkatimi çekti. İlhami Atalay bu rengi göze sokmuyor, estetik bir vurgu ile telkin ediyor kanaatindeyim.
1988 tarihli Sonsuza Dolu Dizgin tablosunda ise belki de İç Harbi’ni tamamlamış insanların (bir Hadiste işaretlendiği üzere kişinin nefsiyle cihadı büyük cihaddır), dolu dizgin atlar sırtında sonsuza (Allah’a) doğru büyük bir aşk ve özlemle ve bir o kadar da kararlılıkla akışı söz konusu.
Hepsi büyük boy olan, retrospektif tadında (dünden bugüne) otuz üç tablonun temaşası burada bitti. Tahmin ediyorum hepsini verdim. İlhami Atalay’ın varlık ve bilgi anlayışı ile sanat görüşünün bu tablolardan çıkabileceğini ve bu sergide, dengeli bir seçim ve güzel bir sıralama yapıldığını söyleyebilirim. Kendisini tebrik eder ve hep yeni atılımlarla devam etmesini dilerim.
2. İlhami Atalay’ın Sanatı ve Sanat Üzerine Düşünceleri
Dinamizm ressamı olarak tanımlanan İlhami Atalay, kendi yaptığı sanatı çağdaş İslâm sanatı olarak adlandırmaktadır. Onun 1973 tarihli “HAKİKAT VE ZAMAN” isimli sergisi ile 1979’da İstanbul İş Sanat Galerisi’nde resim halı sergisindeki “YENİ DİNAMİZM” bildirisini onun sanat anlayışını yansıtması açısından hatırlatalım. İlave olarak, 1985’te İstanbul Sanat Galerisi’ndeki “DİNAMİZM RENGÂRENK” isimli sergisini de zikredelim.
Onun bazı tablolarında renkleri tam profesyonelce kullanmaması, onun bilinçli bir tercihi ve modern resminin bir özelliği olarak görülebilir. Zaten amaç “renk zanaatkârlığı” yapmak değil, resim tadı vermek, ilhama açık bir dünya sunmaktır. İlhama açık olması ve tefekkürü telkin etmesi açısından İlhami Atalay’ın tabloları hem renk hem biçim olarak başarılı ve orijinaldir. Özetle o, çizgi ve renge de hakkını vererek hem yerel hem evrensel (İslâm) değerleri sunmasını bilen bir sanatkârdır.
Atalay, kendini tekrar etmeyen, her bir seride yeni bir kompozisyon, yeni bir üslup geliştiren bir ressam olup Anadolu kilimlerinden esinlenerek renkleri birbirini gölgelemeyecek şekilde sonsuz bir armoni oluşturarak kullanmaktadır. Onun bir şeyleri anlatma gayreti ve kendi ruh halini yansıtmak istemesi, modern sanatçının da olması-ermesi gereken noktayı işaretlemesi açısından çok önemlidir. Sanatın temelde manevî-imanî oluşuyla birlikte imanın tezahürünü oluş zorlukları içinde ve tasavvufî hikmetlerle birleştirmesi ise İlhami Atalay’ın “Sanat Allah’ı aramaktır.” hakikatinden pay aldığını gösterir. Ayrıca, birçok resimde tek rengin tonları ile yakaladığı güzellik, “Sadelik mükemmeldir.” esprisini hatırlattı bize.
24 TV’de Zeynep Türkoğlu ile “24 Portre” programında 22.01.2023 tarihinde ressam İlhami Atalay’ın mülakatı yayınlandı. Bu programda, kendi hayatı ve sanat anlayışı, üniversitelerin Batıcı eğitim sistemi ve İslâm sanatçıları hakkında önemli şeyler söylüyordu. Bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum. Önce çocukluğu ile ilgili bölüm:
“Artvin’in bir dağ köyünde ilkokulu okurken, önümde hiçbir model de yok iken, “Ben ressam olacağım!” demiştim. Benim gözüm tabiatı okuyor, hem altın oran olarak görüyor hem bir cetvel gibi ölçüyor, süzüyor, hepsini almıyor, bana lazım olanları alıyor. Ben akademi okudum, ancak akademi dışında kendimi yetiştirdim.”
Onun akademi eleştirisi ise Batıcı eğitim sistemi ve kültür emperyalizmine işaret etmesi açısından çok mühim:
“Akademilerden her yıl üç bin mezun çıkıyor ancak hiçbiri sanatkâr olamıyor. Çünkü Batılı sanatçıların hayatlarını okuyarak ve onlara özenerek yetişiyorlar. Onları taklit ederek yaşadıkları için sanatkâr çıkmıyor. Güzel Sanatlar Akademisine gittiğimde bu eğitimin bizim kültürümüze uygun olmadığını biliyordum. Yunan heykellerinin gölgesinde eğitimimizi sürdürüyorduk. Yunan heykellerinden çalışma yapıyoruz. Yunan tanrılarını, mitolojisini ezberliyoruz. Sanat eğitimimiz eski Yunan ve Rönesans’ın eğitim tarzına uygun bir şekilde ilerliyor. Ben bu eğitime o zamanlar (1978) karşı çıkıyordum. Beni mezun olduktan sonra akademiye sokmadılar. 12 Eylül döneminde ise sakalım var diye memuriyetten atıldım. Sonra mahkemelik olduk.”
“Neden resim yapıyorsun?” sorusuna verdiği cevap da güzel:
“Ben satılıp satılmaması, beğenilip beğenilmemesi için resim yapmıyorum. Arı nasıl bal yapıyorsa, ressam da onun için eser ortaya koyuyor… Ressam dediğin kişi, enerji ve aşk yüklü olmalı ve bunu insanlara yayabilmeli ki sanatkâr olsun.”
Çizgi hakkında söyledikleri de ilginç:
“Çizgi canlıdır, onun ruhu var. Ben ölsem bile benim çizgimden etkilenir.”
Kendisinin yenilik ruhu ile geleneği de yaşatmasını ve çalışma yöntemini ise şöyle izah ediyor:
“Geleneksel sanat yapanlar yeniliği kabul etmiyor. Halbuki sanatın ruhunda yenilik var. Mesela, deve dikeninin göbek renklerinden bir halı tasarımı yapmıştım, çalıştığım yerdeki müdür, “İnsanlar halıda dikenin mi üzerine basacak?” gibi komik bir gerekçe ile bunu reddetti. Yenilik zordur, geleneğin sürekli tekrarına alışanlar bunu reddediyor. Ben sürekli araştırıyorum, gözlem sonunda buluş yapıyorum. Bir seri oluşturuyorum. Her seride mutlaka bir iki baş eser çıkar. Seri dediğim şey, bir konu üzerinde yoğunlaşıp 10 sene, 15 sene çalışmak ve bu çalışma neticesinde baş eserler ortaya koymaktır. Mesela toplumsal seri yaptım, orada eller var, gün ışığına ulaşmak isteyen eller tablosu, ismi Gün Işığına Ulaşmak İçin. Seri çalışmasına başka bir misal, yurtdışında minyatürlerden etkilenerek neler yapabileceğimi düşündüm. Minyatürler üzerinde çalışmalar yaptım. Sonra bunu günümüze nasıl uyarlayabilirim diye kompozisyonlar yaptım. Üçgen kompozisyonlar içinde bir kenardan girip öbür taraftan çıkan sürekli bir hareket, sonsuzluğa doğru akıcı bir akım vardır. Sonsuzluğun resmini yaptım. İşte bu sergide en başta bir tane var (AKM’de sergi salonundaki bir tabloyu gösteriyor) Kızıl Elmaya Doğru diye, tablonun ismi ise Sonsuza Dolu Dizgin. O tablonun yanında Gün Işığına Ulaşmak İçin insanların üzerinde olduğu atlardan bir kompozisyon yaptım. Bunlar bir seri, tarihî bir seri… Mesela Hiçlik serisi var, onda hiçbir konu yok, her şeyden ilham alarak bir tablo yapabiliyorsunuz… Bizim ressamlarımızın ise bedenleri burada, ruhları ise Paris’te, Amerika’da. Oralara öylece hayranlar. Bizim sanatkarımızda kompleks var, eziklik var. Batılı sanatkârlardan farkımız ne? Farkımız varsa, farklılığımızı ortaya koymamız gerekmiyor mu? Farklı olmamız, farklı düşünmemiz ve farklı bir şekilde üretmemiz lazım. Batıcıların anlayışına göre değil! Bizim Anadolu kadınının oturuşundan, çalışışından, iffetli duruşundan, giyinişinden ilham alarak ve bunu abartarak bir sürü kompozisyon ortaya koydum. Onların birçoğu yurt dışında. Bu resimlerde yama yama tekniğini geliştirdim. Deri-kumaş vs. ile çalıştım. Bu ismi ben koymadım. Bana gelen ziyaretçiler çalışmamı görünce, “Yamalı bohça yapıyor, yama yapıyor!” dediler. Yama yama tekniği buradan çıktı.”
İlhami Atalay’ın ilim ve sanat çevrelerinde birlik olamama ve hasedçilik hastalığına temas eden ifadelerine de yer verelim. Zira estetik ve ahlâkın birbiriyle ilgisi koparsa ortada sanat da kalmaz. Atalay’ın yaşadıkları da buna misaldir:
“Dinamizm grubunu kurdum. Talebeler etki altına kalmamak için bu grubu yaşatmadılar. Her biri bağımsız kalmak istiyor, bir araya gelemiyorlar, hepsinin içinde böyle bir duygu var. Hem de birbirlerini çekemiyorlar. Halbuki bir araya gelip, grup ve ekol oluşturmalı. Sanat akımları birlik olarak oluyor. Tek kişilik manifesto değil, grup olarak manifesto etkili oluyor. Bütün İslam sanatçılarını birleştirmek istedim, geleneksel olsun, olmasın. Ancak hiçbiri birbirini beğenmedi. Bunun için hattatları topladım, onlara sergi açtım. Bir ayda dağıldılar.”
Sonuç
İlhami Atalay yeniliği seven ve hep yeniyi arayan, köklerine de bağlı imanlı bir sanatçıdır. O, geleneği kuru kuruya taklit etmeyip, geleneğe de bağlı yeni bir sanat anlayışı ile kendini ortaya koymuş orijinal bir değerdir. Bu da belli bir zamanda olgunlaşan üslup demektir.
Geleneksel sanatları yaşatmak gerek, ancak onların taklidiyle bir yere varılamaz. Taklitten ziyade geleneği de harmanlayarak yeni bir tarz ve üslup gerekir ki bu öncü sanatkâr tavrıdır. Acaba geleneğimizin büyük ustaları sadece taklitle mi yetinmiş, yoksa çağına göre eskinin üzerine yeni bir şeyler mi katmışlardır? Bu açıdan İlhami Atalay’ın çabaları ve sanat piyasamızı (geleneksel veya modern) eleştirisi yerinde ve yapıcıdır. İşin tefekkür boyutu ve gelenekle (mesela hat sanatı) neler yapılacağına misal olarak, İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun Elif kitabını da bu minvalde hatırlatırız.
Son bir notumu da sizlerle paylaşmak istiyorum. Taksim’e varıp oraya damgasını vuran Taksim Camii’nin bu görkemli halini tekrar müşahede edince, Batıcı laik takımın buraya cami yapılmasına neden karşı çıktığını ve artık onlar için devrin geçtiğini yakinen hissettim. Artık çağımız, İlhami Atalay örneğinde olduğu gibi, çilekeş fikir-sanat ve aksiyon adamlarının zuhur çağıdır. Belki de İlhami Atalay, Kızıl Elma’yı tasvir ettiği Sonsuza Dolu Dizgin ve Gün Işığına Ulaşmak İçin tablolarında bunu hayal etmiş ve resmetmişti. Sanatçı, öncü kişi demektir. İlhami Atalay’ın hayallerinin- ki, hepimizin hayalleridir- gerçek olması temennisiyle…
Aylık Baran Dergisi 12. Sayı Şubat 2023