Yürüyüşten hakkıyla keyif alabilmek için yalnız olmak gerekir. Yürüyüşe grup halinde çıktıysanız, hatta bu grup iki kişiden bile ibaret olsa, buna sadece lafta yürüyüş denir, esasında pikniğe çıkmışsınızdır. Yürüyüşe yalnız çıkılmalıdır, çünkü yürürken özgürlük elzemdir. Keyfinize göre durabilmeli, devam edebilmeli, istediğiniz yola sapabilmelisinizdir; çünkü ritminizi bizzat kendiniz belirleyebilirsiniz.
İnsan gerçekten yalnız mı yürümelidir? Böyle düşünenler sadece Nietzsche, Thoreau, Rousseau değildir. Birlikte yürürken adımlar çarpışır, aksar, yanlış hızda gider. Yürürken öncelikle temel ritminizi bulmanız, onu korumanız lazımdır. Doğru temel ritim size uygun olan, sizi yormayan ve tükenmeden on saatten fazla yürümenize olanak veren ritimdir. Ancak bu ritim çok şaşmazdır. Bir başkasının ritmini yakalamak, yani normalden daha hızlı ya da yavaş yürümek zorunda kaldığınızda bedeniniz bu adımları gerektiği gibi takip edemez.
***
Doğaya dalıp gitmek dikkatinizi dağıtır. Her şey sizinle konuşur, sizi selamlar, sizden ilgi ister; ağaçlar, çiçekler, yolların rengi... Rüzgârların iniltisi, böceklerin vızıltısı, derelerin çağıltısı, adımlarınızın sesi… Hepsi varlığınıza yanıt veren mırıltılardır. Yağmur da öyle. İnce, yumuşak bir yağmur şaşmaz bir refakatçi; rengini, ahengini, seslerini dinlediğiniz bir mırıltıdır: taşa düşen damlaların o kendine has şıpırtısı, hızı değişmeyen yağmurun ezgilerle örülmüş uzun sicimleri. Tefekkürün mutlak kavrayışıyla bize sunulan onca şeye şahitlik ederek yürürken yalnız kalmak mümkün değildir. Bir gayret kayanın tepesine tırmandıktan sonra oturup manzarayı seyre daldığımızda yaşadığımız sarhoşluk. O araziler, evler, ormanlar, patikalar, hepsi bizimdir, bizim içindir. Yükselerek onların efendisi kılarız kendimizi, geriye bu hâkimiyetin tadını çıkarmak kalır sadece. Dünyaya sahip olunca kim yalnız hissedebilir ki kendini? Görmek, egemen olmak; bakmak, sahip olmaktır. Hem de mülkiyetin külfetleri olmadan; dünyanın manzarasından adeta çalarak faydalanırız. Ama tam olarak çalmak da değildir bu, çünkü tırmanmak emek sarf etmeyi gerektirir. Gördüğüm, görebildiğim her şey bana aittir. Ne kadar uzağı görüyorsam, o kadar çoğuna sahibim. Yalnız değilim: Dünya bana ait; benim için ve benimle var.
Yalnız değilizdir işte, çünkü yürürken çevremizdeki ağaçların, çiçeklerin, canlı her şeyin yakınlığını, sevgisini kazanırız. Bazen bu yüzden sırf ziyaret etmek için çıkarız yürümeye; o yeşil açıklıkları, o ağaç topluluklarını, o mora çalan vadileri ziyaret etmek için. Birkaç gün, hafta ya da yıl sonra. “Epey oldu orayı görmeyeli. Tabana kuvvet gideyim o zaman!” deriz kendimize. Sonra yol, toprağa basma hissi, tepelerin şekli, ağaçların yüksekliği buluşuverir yavaşça: Tanıdıklarınız bunlar. Yürüdüğümüzde çok geçmeden iki kişi oluruz. Tek başımıza da olsak bedenimiz ile ruhumuz arasında bir diyalog vardır her zaman. Eğer yürüyüş düzgün ve sürekliyse kendini teşvik eder, metheder; kutlarım, aferin beni taşıyan bacaklarıma!.. Bir atın boynunu sıvazlar gibi kendi uyluklarımı sıvazlarım. Uzun süredir güç harcadığında, zorlandığı anlarda bedene destek olmak için oradayım ben: Hadi, devam et, tabiî ki yapabilirsin. Yürürken çok geçmeden iki kişi olurum. Bedenim ve ben. Ruh bedenime, bedenim ruhuma tanıklık eder.
Gezintiler
“Keyfe keder gezintilerde yürürüz elbette. Gezintideki yürüme, uzun gezilerinki gibi yoğun olmasa da, başka özellikler barındırır; daha mütevazidir, mistik tavırlara, metafizik aldatmacalara, gösterişçi ifadelere pek uygun değildir. Çocuksu bir ruh yakalamak; bedavaya yorgunluk atmak, zihni dinlendirmek ve yeniden keşfetmek için gezinmek.
Büyümek sadece genellemelere, benzerliklere, var olma çeşitlerine karşı duyarlı olmak demektir. Ormanlar, dağlar, ovalar, etrafımızdaki her şey aynılaşır; biz yetişkinler için bütün yollar aynı büyük manzaranın içinde toplanır. Yetişkin kimse, her şeye ardında bıraktığı yılların tepesinden bakar. Tecrübeyle gelen bakış açısıyla her şeyi aynı seviyeye çeker, bir araya yığar, yavanlaştırır. Her şey aynıya döner. Yetişkin evinin bir ülke içinde olduğunu ve ona varacak pek çok farklı yol bulunduğunu bilir.
Çocuk içinse yolun ürkütücü, tekinsiz bir yanı vardır. Her yol farklı bir dünyadır adeta. Birbirlerine benzemezler ve farklı evrenlere çıkarlar. Çocuk çoktan farkındadır iki ağacın aynı olmadığının: Hatları, boğumlu dalları, eğri büğrü gövdeleri onları birbirinden ayrı kılar. İki dut ağacı ya da iki meşe değil, şövalyeyle büyücü ve canavarla çocuktur onlar. Peki, kendi eşsiz ağaç sıraları, eşsiz nitelikleri, eşsiz yol renkleri ve rastlanabilecek eşsiz insanları olan iki gezinti hakkında ne söylenebilir? Her birinin farklı bir hikâyesi vardır, her biri farklı sakinleri ve hayaletleri olan farklı bir krallığın kapılarını aralar.
Çocuklar yürürken, ağaçların yeşil dallarında fevkalade hayvanları fark edebilir, çiçeklerin güzel kokusunu alabilirsiniz. Hayal gücünün zaferi değil, önyargısız, katıksız bir gerçekliktir bu. Ayrıca doğa, anında şiire dönüşür. Bu gezintiler çocukluğun mutlak saltanatıdır. Büyürken bu saltanatın büyüsünü kaybederiz çünkü her şey hakkında fikirler ve kaygılar edinir, şeyleri nesnel halleri (ne yazık ki biz buna hakikat deriz) dışında tanımak istemeyiz.
Şiirselliği nisbeten az da olsa yine bir o kadar hülyalı bir gezinti tarzı daha vardır. Hafiflemek, dinlenmek, temiz hava almak için çıkılan gezintiler. İnsan meşakkatli bir işin ardından ya da can sıkıntısından bezince, “zihnini temizlemek için” dolaşmaya çıkar; bilhassa ilkbahar güneşiyle yıkanan dışarının ferah havasıyla ofislerin kasvetli ve boğucu havası arasındaki zıtlık artınca.
Alman felsefeci Karl Schelle yürüme sanatını oldukça güzel tarif eder. Eserinde yürümenin kesinlikle gevşettiğini (beden kelimenin tam anlamıyla gevşer, çünkü çalışırken iki büklüm olan duruşundan sıyrılıp dimdik durabilir) fakat asıl bayram edenin zihin olduğunu belirtir. Çünkü yürümek insanın ruhunu dinlendirir. Çalışırken önünüzdeki meselenin esiri olur, görevinize odaklanır, bir seferde tek bir şey düşünürsünüz. Oturur durumdaki beden fazla hareket edemez, şayet gayret sarf edecekse hareketleri çok belirli olmalı, kasları eşgüdümlü çalışmalıdır. Böylece çalışmanın sonunda, haddinden uzun odaklanmak zorunda kalındığı için sinirler yıpranır.
Bununla birlikte yürümek, sanki bütün mesele durmaktan ibaretmiş gibi, hızlı bir mola ya da basit bir duraklama anlamına da gelmez. Yürümek ritmi değiştirir; uzuvları ve zihni melekelerini çözer. Yürümek öncelikle kısıtlamalara başkaldırmaktır; güzergâha, ritme, göreceklerinize siz karar verirsiniz. Söylenene göre Schelle, Kant’ın arkadaşıdır; onu okumuş olduğu da anlaşılmaktadır. Zira görünen o ki Kantçı estetiği yürümeye uygulamıştır.
Gezintiye çıkmanın sırrı, kendi dik kafalılığımızın esiri olmuş, meşgul ve kutuplaşmış yaşamlarımızda nadiren karşılaştığımız, zihnin bu müsait olma halinde saklıdır. Müsait olmak, vazgeçmenin ve eylemin az rastlanır bir sentezidir ve yürürken zihnin bütün melekelerini harekete geçirir. Ruh adeta görüntüler dünyasına uygun hale gelir. Ne kimseye verecek hesabı vardır, ne de tutarlı olmak zorundadır. Neticesiz bu oyunda, dünya, aylak aylak gezen maymun iştahlı kimseye, ciddi ve sistematik gözlemciye nazaran kendinden daha fazla şey bırakıyor olabilir.
Bütün bu keşif ve sevinçleri sadece açık bir zihinle yürüyenler tecrübe edebilirler. İlkbahar güneşi tarafından çağrılıp, sırf kendine bir zaman ayırmak için işiyle ilgilenmeyi bırakabilen kişinin karşısına kendiliğinden çıkar bu keşif ve sevinçler. Açık bir yürekle, işleri bir kaderi bir anlığına kenarda bırakma arzusuyla çıkmalıdır gezintiye. Gezintiden hiçbir kâr beklemiyorsak, meşguliyetlerimizi ve kaygılarımızı ardımızda, çekmecelerde bırakabiliyorsak, işte o zaman gezintiye çıkmak, var olmanın hafifliğini, kendiyle ve dünyayla özgür bir uyum içinde olan ruhun yumuşaklığını yeniden keşfe, o karşılıksız estetik ana dönüşebilir.
İnsan kendi mahallesini duraksayarak, düzensiz bir tempoda, amaçsız ama başını kaldırarak ve yavaşça dolaşma zevkini bir kere olsun tatmalıdır. İşte mucize o zaman gerçekleşir. Kendine belirli bir görev biçmeden telaşsız yürümek, şehrin onu ilk kez gören birine göründüğü gibi görünmesini sağlayabilir. Bilhassa dikkat edilen bir şey olmadığında her şey –renkler, ayrıntılar, biçimler- gani gani ordadır. Bir başına amaçsızca dolaşmak, şu görüntüleri tekrar yakalayabilmenizi sağlar mesela: Şuradaki panjurların rengi ve o rengin duvarlarda bıraktığı iz. Pencere parmaklıklarındaki siyah kıvrımların zarafeti; taştan zürafaları andıran yüksek ve dar yahut tombul kaplumbağaları andıran alçak ve geniş evler; günbatımının parlak turuncu rengini mavi-gri ön cephelere yansıtan pencereler. İşte insan bu şekilde sokakları uzun uzadıya yağmalayabilir.
***
Nietzsche’nin Kara Orman’da yürürken göz çukurlarına dolan mutluluk gözyaşları, Rimbaud’un tahta ayağıyla açılacağı çöllere dair kurduğu düş, yasaklı Rousseau’nun Alpler’deki adımları, Thoreau’nun Walden’deki gezintisi, Nerval’in dar sokaklardaki aylaklığı ve daha niceleri… Aylaklar, göçebeler, sürgünler, hacılar, kaçaklar, seyyahlar, münzeviler ve mülteciler yürüyorlar. Peki, yürümek sadece evle iş arasında gidip gelmek, bir yerlere yetişmek ve koşuşturmak değil de kâinatla özel bir ritim, akort ya da hafifleme içinde buluşmak olabilir mi? Yeryüzüyle hemhal olup kendimizi başkalaşmaya açarak yürüyebilir miyiz?
Yürümek iki mesafe arasında gidip gelmek değil, yaratıcı bir eylemdir. Hem kendi yalnızlığımıza çekildiğimiz hem de toplum olarak bizi dönüştürecek bir ayağa kalkıştır. İki büklüm vücudun karşısında dikilmeye çalışan, attığı her adımda yeryüzünün gerçek bir parçası olduğunu fark eden Homo Viator’un eylemidir. Çünkü yürüyen insan kendi üzerine çöken kaygı, haset ve korku yumaklarını çözer, varlığını yeryüzünün ebediyen yeni olan kalbine düğümler. Yürüyoruz, işte bu düğümü atmak için.
Evet, dar sokaklar ve yüksek binalarla döşedik şehirlerimizi. Evlerimiz eşyaları düzmek için, sokak ve yollarımız ise korna ve motor sesleriyle insan zihnini dumura uğratan vasıtalar için yapılmış. Bütün bunlar nihayetinde insanların şehre dair duygu ve düşünce dünyalarına göre şekillenmiş. Şehre dair nasıl bir medeniyet (daha doğrusu medeniyetsizlik) varsa insan kendini şehirde mahkûm kılmış. İnsan bir sığıntı gibi yaşıyor şehirde. Şehrin muktedirleri rantçılar, gökyüzünü kapkara yürekleriyle kaplamışlar.
Yavrularımız mahalle dünyasına yabancı. Yavrularımız yüksek binalarda günde altı saat televizyon seyreden anneleriyle teknolojiye mahkûm yaşayıp gidiyorlar. Sanal dünyadan koparıp onları oradan almak artık imkânsız. Bu çocuklara okullarda eğitim vermek zorların zoru. Bu çocuklar güneşin doğuşuna ve batışına tanıklık edip semanın kızıllığında seyre dalmıyorlar. Şiir tüten bir temaşadan yoksunlar. Yürümeye yabancılar. Ya evdeler yahut AVM’de zaman ve mekân algısının çarpıtıldığı kapitalizmin merkezindeler. Tüketim cenderesinde sıkışıp kalıyorlar. Tabiatın kucağında arkadaşlarıyla kendi kendileriyle oynayıp vakit geçirmiyorlar. Anne ve babalar para harcayıp bir şeyler alarak teselli ediyorlar. Nesiller arası mesafenin kapanması muhal. Tabiatın kucağından mahrum, rüzgârdan habersiz, güneşin sıcak ve dostluğuna uzaklar. Sanal dediğimiz onların gerçeği, bizim gerçeğimiz onların sanalı. Sabır nedir bilmiyorlar. Varsa yoksa “ben varım, benim dediğim olmalı.” “Annem, babam ve öğretmenim benim istikbalim için mücadele içerisinde, onlara layık olmalı, onların emeklerime hürmet göstermeliyim” düşüncesi zihinlerinden geçmiyor. Tablet karşısında cep telefonları ellerinde kendinden geçercesine saatlerce yoğunlaşırken birkaç dakika ders dinlemeye güçleri yetmiyor. Millî eğitim ise öğretmenlere “çocukların dikkatini çekin, onlara dersleri güzelleştirin” mavalları okumaya devam ediyor. Birkaç nesil kayboldu, kimse farkında değil. Öğretmenler üzülmeyin, istediğiniz kadar çalışın, bu çocuklara istenilen seviyede eğitim veremezsiniz. İnanın bu suç sizin değil. Bu sistemin kurduğu yapı bütün bu menfiliklere sebep oluyor. Yeni bir nizam, yeni bir medeniyet anlayışı ve bu nizam ve medeniyetin kucağında tezahür edecek yepyeni bir eğitim anlayışına ihtiyaç var. Acilen yeşille boyalı mekânlar gökyüzünün masmavi açılacağı bir dünya kurmalıyız. Komşulukların çiçek çiçek açılacağı mahallelere, çocuklarımızın tehlikesiz birbirleriyle kaynaşacağı sokaklara ihtiyaç var. Bunaldığımız zaman rahatça yürüyeceğimiz semtlerin kurulacağı şehirlere ihtiyacımız var.
Velhasıl Büyük Doğu-İbda dünya görüşünü yüreklerine nakşetmiş belediye başkanlarına, doktorlara, mühendislere ihtiyaç var.
Baran Dergisi 631. Sayı
İçime Doğanlar: Eğitime Dair - V
Bahattin Yeşiloğlu
Yorumlar
Trend Haberler
Puta dokunan yanıyor: 10 Kasım’ı eleştiren doktor tutuklandı!
“Putlara tapınma!” dediği için tutuklanan Dr. Mehmet Arslan serbest bırakıldı
‘Putlara tapınma!’ deyip tutuklanan doktora HÜDA-PAR’dan destek
"Divanu Lugati't-Türk" sergisi, Türk dünyasını dolaşacak
Kemalist Yargıyı Cimer'e şikâyet etmek!
15 Temmuz’un son şehidi: Halil Algan