Bu mevzu, “akıl ile mi inanıyoruz, kalb ile mi?” sorusunun yanında, “akıl mı önce, nakil (vahiy)mi önce?” sualiyle de alakalıdır. İmân davası “akıl üstü” bir davadır. Hemen belirtelim, “akıl dışı” ile “akıl üstü” farklı şeylerdir.
Allah’a sanat edasıyla yanaşıyoruz. İmân, keşfidir, sanat da... Allah’a ruhumuzla-kalbimizle yöneliyoruz, akıl ondan sonra geliyor. İmân, kalben tasdiktir. Sevgi ve muhabbet, ilmin değil, irfan ve sanatın mevzuudur.
İman ve sanat birbirleriyle yakın alakalı olup her ikisi de ruhî arayış ve inanış temellidirler. Sanat, Allah’ın kullarına lütfettiği ortak dildir. Onun da alfabesi var ve onu öğrenirsek Allah’a inanmaya ve kainattaki nizama ereriz. Onun için bir bâtın yolu büyüğü, “İbadet sanattır.” demiştir.
Necip Fazıl, Allah Resûlü’ne aşkının destanı olan ve bundan dolayı etkileyiciliği yüksek olan Çöle İnen Nur eserinin girişinde “Bu Eser” diyerek şöyle bir not düşer: “Bu bir ilim değil, sanat eseridir ve ilmin içini ve dışını tahkik selâhiyetinde olmadığı mukaddes kapıya, ancak inanmış ve teslim olmuş sanat tavrıyla sokulmaktan başka çare yoktur.”(1) Aynı hususu Peygamber Halkası isimli eserinde şöyle ifade eder: “Bizim tarif ve tesbit üslubumuz, ilim üstü bir vecd dilidir ve lügat paramalarla alakasızdır.”(2)
Necip Fazıl’ın vahyi esas aldığı ve pazarlıksız teslimiyeti savunduğu açıktır. Ve bütün sisteminde ruh ve ruhçuluk esastır. Necip Fazıl, materyalizmi kökten reddeden idealist bir mütefekkir olup sisteminde metafizik yönü ağır basar. O, aklı imânın hizmetçisi kılmış ve İslâm’ın hakikatlerini anlamak için onu son sınırlarına kadar kullanmanın da gereğine işaret etmiştir.
Necip Fazıl, imân davasına inanır ve bağlanırken, aklı hiçbir zaman ihmal etmez, akla zıt şeyleri de dine yakıştırmaz. Onun Bergson’u örnek vermesi ise, Batı akliyeciliğine en büyük darbeyi vuran ruhçu-sezgici bir filozof oluşundandır.
Yenileyici ve öncü isimlerin ruh cephesinden ve genellikle sanatçı şahsiyetlerden çıkmış olmasının sebebi, onları harekete geçiren güçlü bir imân tavrından olmalıdır. Kuru ilim ve sadece mücerred tefekkür ile aşk ve imânın tazelenmesi mümkün olmaz. Zira içinde suyu dolaşmayan kuru bir ağacın kıymeti yoktur. Maddeyi harekete geçiren ise onun özü, ruhu, usaresidir.
İlmin akla yerleşmesinin yanında kalbe yerleşmesi onun daha kalıcı olması demektir. Bünyeleşmiş bilgiye irfan denir. Zaten kalb mutmain olmadıkça ne kadar aklî delil olursa olsun kıymeti yoktur. Aslında akılcı, zâhirci (lafızcı) olanları da yönlendiren kalb olmaktadır. Onların da gönülleri akılcı olmak istedikleri için bu yolu benimsemektedirler. Ne kadar “ilmî” kisve altında olursa olsun, aslında tercihlere göre yorumlar doğmaktadır. Aynı veriden farklı neticeler çıkarmak gibi. Kalb, aklın çıkarımlarını kabul edip etmemekte hatta Allah’ı kabul edip etmemekte muhtar yaratılmıştır. Yüce Yaratacının takdiri böyledir.
Bir meteryalist bile maddeciliğini ruhî çaba ile kuruyor. Önce maddeye, maddenin ezelîliği fikrine imân ediyor, ondan sonra verileri ona göre toplayıp çıkarıyor. Ne kadar delil getirilirse getirilsin, kalbi ile inanmayan kişi reddetmeye devam edecektir. Mucizelere rağmen inanmayan Kureyş müşrikleri misalinde olduğu gibi.
İlmin de bir gayesi vardır, gayesini kaybeden ilim sahibine ve cemiyete yüktür. Günümüz eğitim sisteminde bunun acıklı misallerini görmekteyiz.
“İlim için ilim” yapmak, ilimperestliğe veya malumat furuşluğa yol açarken akademik hırs ve narsizm de peşinden gelir. Batıda pozitivizm odaklı “scenizm-ilimcilik” diye bir felsefe vardır. İlim ile ilimcilik farklı şeylerdir. Biz, gayesini kaybedip putlaştırılan ilim anlayışını eleştiriyoruz. Bizde Batı tarzı üniversitelerin kuruluşu ve ilahiyat fakültelerinin de buna bağlı dizayn edilmesi, akılcı bir din eğitimini öne çıkarmış, işin temeli olan imân ve kalb mevzuları tasavvuf dersinin alanına inhisar edilmiştir. Hatta tasavvuf dersi, “Olsa da olur, olmasa da olur, olmasa daha iyi olur!” bakışıyla mahkûm edilmek istenmiştir. Türkiye’de birçok sahada Müslümanların söz sahibi olmasıyla birlikte bu hususların değişmeye başladığını, ancak eski alışkanlıkların halâ sürdürülmek istendiğini de belirtelim.
Allah’ın kalbine irfan nuru attığı kişilerin paradigmayı ciddi mânada sorgulaması ve “bizce”sini sistem ve metoduyla birlikte ortaya koyması icap etmektedir. Zira Batı kaynaklı olan paradigmayı temelden sorgulamamak modernist-reformist zihniyete ve yine Batı destekli selefî ya da Fetö gibi “ılımlı İslâm” benzeri anlayışlara yol açacağını bilmeliyiz. Necip Fazıl ve Büyük Doğu ideolocyasının rolü ve mânası burada aşikâr olur. Her şeyden önce mesele ilim meselesi olmayıp bu mevzunun ızdırabını duyma ve aksiyona geçme yani gönül meselesidir. Bu kararı verdikten hemen sonra da ilim ile mücehhez olmak gerekmektedir. Necip Fazıl’ın “imân ahlâkı”nı başa aldığını ve sistemini ona göre kurduğunu, ilmin de üstün ahlâk ve fikre nisbetle kıymetini işaretlediğini ve yürüyen Büyük Doğu olarak İBDA’nın da bu çizgide olduğunu belirtelim.
Yüksek İslâm Enstitüleri Talebe Federasyonu’nun İstanbul Spor ve Sergi sarayında 7.4.1977’de tertip ettiği “Mukaddesatçı Gençlik Gecesi”nde Üstad Necip Fazıl, “vecdsiz ilim ve ilimsiz vecdden Allah’a sığınmayı”, “İmâm-ı Âzam’ın aklıyla bir arada kalbine giden yol üzerinde olmayı” öğütledikten sonra bunun usulünü de şöyle ifade eder:
“Biricik taktik ve diyalektik olarak, Allah ile Resûlünün emirleri terazisinde tartanlardan olacaksın! “Hep”çi olacak ve Tanzimattan beri gelen yamalı bohça muvazaacılığına paydos diyeceksin!
Mantık üstü mantığın, şu olacak:
-Doğruyu mu istiyorsun?.. Allah ile Resûlünün bildirdiği!.. Güzeli mi istiyorsun?.. Allah ile Resûlünün gösterdiği!.. İyiyi mi istiyorsun?.. Allah ile Resûlünün öğrettiği!..(3)
Bütün kâinat O’nun yüzü suyu hürmetine yaratıldığı için O’nsuz oluş yoktur. Allah’ın Kitabı da O’na indirilmiştir. Hz. Peygamberin ve O’nun sünnetinin her şeyin başı olduğunu Yusuf Ziya Kavakçı Hoca çarpıcı bir şekilde şöyle ifade eder:
“Ben biraz garip bir şey de söyleyeceğim. Kur’an bile sünnettir. Bununla ne kastettiğimi hemen açıklayayım: Kur’an-ı Kerim Peygamber Efendimiz yoluyla bize geldi. Peygamber Efendimiz malum Cebrail (as)’den aldığı vahyi, vahiy katiplerine yazdırdı. Kendi ezberledi, tekrar etti. Yani üç şekilde muhafaza edildi, dünyanın en güçlü, en kuvvetli, en sağlam kitabı. Onun için, Peygamber Efendimizin her hareketini sünnet diye düşünürsek Kur’an da bize O’nun kanalıyla geldiğine göre, yani o mânada o da sünnete dayanıyor. Kur’an’a inanabilmek için, İslam’a inanabilmek için önce Peygamberimiz’in peygamberliğine inanmak gerekiyor. Onun için meselâ, “La ilahe illallah”, Allah’tan başka ilah yoktur, prensibinin yanında “Muhammedu’r-Rasulullah” gibi bir cümleye ihtiyaç var. Aksi takdirde “La ilahe illallah” felsefî kalır. “Muhammedu’r-Rasulullah” onu dine oturtuyor. Çünkü Peygamber Efendimiz rasul olduğu için, risalet dolayısıyla Kur’an gelmiş ve yaşanmıştır. Kur’an-ı Kerim’in ve İslamiyet’in anlaşılmasında Hz. Peygamber kaçınılmaz yegâne kilit kaynaktır. O yolla girilir, o yolla gidilir. Kur’an-ı Kerim’i doğru anlayıp anlamadığımızı ancak O’nun hareketlerini, fiillerini, hadislerini mihenk alarak kontrol edebiliriz. (4)
İslâm imân ve teslimiyettir; bu da akıl değil, kalb işidir. Akıl ise imandan sonra gelir. İmân, akla üstün. Allah Resûlü’nün ruhaniyetine sığınmadan Müslüman olmak mümkün değildir. Kainatın Efendisi’nin bâtını tasavvuf, zâhiri şeriat olduğuna göre, O'na ancak imân davasının yolu olan sanat tavrıyla yanaşabiliriz. Kısaca, O’nun ruhaniyetine sığınmadan oluş (imân) mümkün değil. Tabiî ki, varlık ve oluşu (Resûle imânı da) yaratan Allah’ın inayetiyle her şey olur. Allah’ın inayeti, Resûlü’nün ruhaniyeti üzerinize olsun.
Dipnot
1-Necip Fazıl Kısakürek, Çöle İnen Nur, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2009, s. 8.
2-Necip Fazıl Kısakürek, Peygamber Halkası, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2012, s. 8.
3-Necip Fazıl Kısakürek, Rapor 3, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1977, s. 62.
4-Yusuf Ziya Kavakçı, Klasikle Modern Arasında Bir Nefeslik Sohbet. sonpeygamber.info Erişim, 03.07.2021
Baran Dergisi 756. sayı
08.07.2021