Bu üç düşünce birbirinden etkilenmiş ve birbirinin devamı olmuştur. Müştereklikleri dolayısıyla aynı başlıkta yer verdik.
Selefîlik, ilk nesil olan Sahabîler gibi olmak iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Ancak şu bir vakıa ki, Sahabîler, Tâbiûn ve Etba-u tâbiin nesli selef olup (Selef-i Sâlihîn) ondan sonrakiler halef olmaktadır. Demek ki, Asr-ı saadette yaşanmadığına göre “hakiki Selefî” olmak mümkün değildir. Bu mânâda Selefî olduğunu iddia etmek ve Sahabîler gibi yaşadığından dem vurmak “tarihte yaşamak” komikliğidir. Selef-i Sâlihîn’e en yakın yol ise sünnet ve sahabe vurgusunu başa alan Ehl-i Sünnet yoludur.
“Selefîyim” diyenler, seleficilik yapan haleflerdir. İzah ettiğimiz gibi selef olmak mümkün değildir. Ancak doğru tanımlama selefci olmasına rağmen öyle tanındıkları için Selefîler diyoruz. Aslında “selefci” veya “selefiyeci” demek daha doğru olurdu.
Selefîlik iddiacıları İbn Teymiyye’ye dayanmakta olup, İbn Teymiyye ise Selef-i Salihîn’den değildir. İbn Teymiyye, bid’atlarla mücadele edeceğim diye ortaya atılmış, sanki din ona indirilmiş gibi bir cüretle “indirilen din-uydurulan din” diye bir ayrım yaparak geçmiş ulemayı reddetmiştir. İbn Teymiyye, ifrad görüşlerinden dolayı cumhur-u ulemaca hüsn-ü kabul görmemiş birisidir. Devrinde mensubu olduğu Hanbelî ulema tarafından da yargılanmış ve hapse atılmış, hangi bid’atle mücadele ettiği anlaşılmamış, sonra unutulmuş, ancak ondan üç asır sonra Necid’de zuhur eden Abdülvehhab Oğlu eliyle yeni bir mezhep hareketinin öncüsüne dönüşmüştür.
Vehhâbîlik, tıpkı Hâricîler gibi dinin zâhirinden başka bir şeye kıymet vermeyen, kendileri gibi düşünmeyenleri şirke düşmüş gören, sığ ve dar kafalı bir anlayıştır. Bundan dolayı Vehhâbî hareketine “yeni Haricîlik” diyenler de vardır. İbn Teymiyye’nin Selefî düşüncelerini kat’î bir şekilde (belki de İbn Teymiyye’nin tasvip etmeyeceği bir halde) benimseyen, İmam Ahmed bin Hanbel Hazretlerini de kendine âlet eden isyancı ve bağnaz bir harekettir. Kaba, tekfirci, yağma ve talana eğimli olduklarını söyleyebiliriz. İçlerinden saf ve samimî olanlar da vardır; ancak müfrid hali dediğimiz şekle varır.
Fitne ve bid’at hareketlerini İslâm’ın aleyhinde kullanan İngiltere, Osmanlı’yı yıktıktan sonra Vehhâbîliği Suudî Arabistan’da devletleştirmiştir. Ehl-i Sünnet’in dört büyük imamından biri olan İmam Ahmed bin Hanbel’in itikad ölçüleriyle Vehhâbîliğin uyuşmadığını belirtelim. Kendilerini Hanbelîliğe nisbet etseler bile, Vehhabîlik ayrı ve sapkın bir mezheptir, Ehl-i Bid’at’tir.
İmam Ahmed bin Hanbel, Vehhâbîlerin yaptığı gibi mezar taşlarının yol edilmesini, her türlü mukaddes kavramın ortadan kaldırılmasını, minarelerin yıkılmasını, namazdan sonra tesbih çekilmenin yasaklanmasını teklif etmez. Ahmed bin Hanbel, Allah Resûlü’nün mezarına yönelerek dua etmeyi asla yasaklamaz. Bu büyük imam rivayet yolunu benimsemiş (Ehl-i hadis) olup bundan dolayı titiz davranmıştır. Vehhâbîler ise kendilerini ancak İbn Teymiyye’ye götürebilirler. Daha öteye gidemezler. Onlar ne kadar seleften dem vursalar da İbn Teymiyye’den öteye gidemezler. Her ne kadar açıktan kabul etmeseler bile Vehhâbîlerce İbn Teymiyye’nin sözü Kur’an ve sünnetten daha kıymetlidir. Öyle ki İbn Teymiyye’nin sözü, hadislerle karşılaştığı zaman hadisleri hemen tevil ederler. Ayetlerde de bunu yaparlar, işlerine gelmeyen ayeti görmezden gelirler. Vesileye, tavassut ve tevessüle karşılar ama onlar için tek ve mutlak vesile İbn Teymiyye’dir.
Âyet ve hadislerde zâhirî mânâlar yanında, ona zıt olmamak şartıyla mecazî veya tevili mânâlar da söz konusu olacağı ulemanın ittifak ettiği bir husustur. Dilin kendisi ve ifadenin muradı bunu belirler. Kuru zâhirci olan bir Selefciye, “O’nun yüzünden başka her şey helâk olucudur” (Kasas Sûresi 88. Âyet) meali hatırlatılıp, zâhiri mânâya göre gidilirse “Allah’ın yüzünden başka” ifadesinden keyfiyeti bilinmez eli ve ayaklarının da helak olacağı hatırlatılınca Selefî susmak zorunda kalır. Burada bütün müfessirlerce zâhirî mânâdan ayrılıp “yüzünden” kelimesi “zatından” diye tevil edilmektedir. İlk akla gelen zâhirî mânâdan ayrılıp öbür zâhirî mânâlara yönelmek dahî tevil sayılır. Ancak bütün bunları uzmanı yapmalıdır. Tefsir âlimleri tevilin şartlarını ortaya koyarken (meşru bir sebeb veya delil olacak, bağlamından koparılmayacak, mânâsı açık olan bir nassa ters düşmeyecek), müşkil âyetlerin ve sembol teşkil eden müteşabih nassların açıklığa kavuşturulması için tevili caiz ve kaçınılmaz görmüşlerdir.
Selefîler, işlerine geldiği yerde İmam Malik’i de Allah’ın haberî sıfatları mevzuunda kaynak gösterirler. Oysa İstiva’yı (Allah’ın oturması, istiva etmesi) soran birine İmam Malik “İstiva’nın mânâsı malumdur, keyfiyeti meçhuldür. Bu konuda soru sormak bid’attir.” diyerek mevzuyu kapatır. Aslında İmam Malik, “keyfiyeti meçhuldür” diyerek icmalî tevil yapar. İmam-ı Azam’ın tavrı da böyledir. Sonraki ulema ise tevil etmiştir.
İbn Teymiyye ise haberî sıfatları zahiri ile yorumlar. İbn Batuta’nın beyanına göre İbn Teymiyye Şam’da hutbe verirken, “İşte Allah, benim bu minberden indiğim gibi yere iner!” der. Hâlbuki selef ulemasının tavrı bu değildir. Selef-i Sâlihîn, selefci olduğunu iddia eden Vehhâbîler gibi zahirî mânâsıyla anlamıyor, haberi sıfatların keyfiyetini Allah’a havale ediyor idi. Hâlbuki günümüz Selefîleri ellerini göstererek, “Allah’ın eli vardır.” derler.
İmam Ahmed bin Hanbel’i alet ettikleri gibi İmam Malik’i de işlerine gelen yerlerde kullanmalarına bir başka misal ise şudur: İmam Malik, sahih sünnet varken Medine ehlinin tatbikatını tercih ederek reyde bulunur. Haberî sıfatlar meselesinde İmam Malik’i örnek gösteren Selefîler bu meselede İmam Malik’i görmezden gelirler.
Vehhâbîlik, Suudî Arabistan’ın ideolojisidir. Vehhâbî Suud ailesi Osmanlı’nın yıkılışına yardım ettikleri için İngilizler tarafından kukla devletle ödüllendirilmiştir. Osmanlı döneminde Necid çöllerinden gelip Mekke ve Medine’yi bastıkları için Mısır valisi tarafından isyanları bastırılmış ve Suud ve avanesi İstanbul’a yollanarak idam edilmişti. Çölden gelen bedevîler Medine’yi ele geçirmişlerdi. En son Kaşıkçı cinayetinde bile Vehhâbî Suud idaresinin bedeviliği görülmüştür. İşledikleri cinayetin yeri, şekli, adamın cesedini parçalamaları vs. İslâm ise medine dinidir, medeniyet dinidir. IŞİD (DAEŞ) de Suriye ve Irak’ta yaptıkları ile bu bedevî ve haricî kafaya misal olmakta ve esasen Batı tarafından palazlandırılmaktadır.
Selef, İslâm’ın ilk üç asrıdır ve buna Selef-i Sâlihîn denir. Selefîlik ise bir fırka adıdır. Aklı reddederler ve sadece “rivayet” derler. Ancak rivayet dedikleri kendi gelenekleridir. Yoksa onların iddialarına ilk asırlardaki hiç bir rivayet uymaz. Tekrar ifade edelim, onların kaynakları İbn Teymiyye’den öteye gitmez. İbn Teymiyye ile başlayan Selefîlik ile ilk üç asrın selefini birbirinden ayıralım ve onların çirkef ağızlarına İslâm’ın billur neslinin yakışmadığını ifade edelim.
Sahabîler, Hz. Peygamberin öğrencileridir, bu açıdan sonraki dönemlere üstündürler. Raşid Halifeler dönemindeki Cemel-Sıffin olayları da bu hakikati değiştirmez, bilakis ictihad farklılığından çıkmış olaylardır. Allah Resûlü’nü gören ve O’nun sohbet arkadaşı olan Sahabîlerle kendi anlayışını bir ve aynı gören ve kendilerine Selefî sıfatını yakıştıranlar, dinin temelini anlamamış bedbahtlardır.
Selefîler, Matürîdî ve Eş’arî gibi bir metodla ortaya çıkmıyorlar. Onun için tutarlı bir din anlayışı ve belli bir usul yoktur. Belli noktalara kafayı takmışlar (kabir, tevessül, haberî sıfatlar vs.) din anlayışları bundan ibaret olmuş ve belli bir usulleri olmadığı için de birbirlerini suçlayıp durmuşlardır. Evet, din esastır ancak usûl (mezhepler) olmadan dine varılamaz. Metodsuz ne yapılabilir ki? Çağımızda doğru metodun adı ise BD-İBDA İslâm’a muhatap anlayışıdır; Ehl-i Sünnet çizgisinin çağımızda sürdürülmesidir.
Selefîlerin önderi (mürşidi) İbn Teymiyye’nin bazı görüşlerini verelim: Her şeyden önce şunu belirtelim ki, tasavvufa ve bir şeyhin aracılığına şirk gözüyle bakan Selefîlerde İbn Teymiyye bağnazlığı o derece ileridir ki, bütün ulema ve meşayıh bir yana, İbn Teymiyye bir yanadır. O’nun her söylediği doğrudur. Yani bir şeyhten daha ileri İbn Teymiyye’ye bağlıdırlar. Bütün düşünce ve iman sistematikleri İbn Teymiyye’ye bağlıdır. Sistematik dediysem, kör bağlılığı kendilerine usûl yapmalarını kastediyorum. Hâlbuki tasavvufta nefs tezkiyesi ve kalb temizliği için şeyh aracıdır, bilakis hakikî şeyh, yeni bir din anlayışı ortaya koymaz ve kendini merkezîleştirmez. Tasavvufta hakikî şeyh nefsini en çok terbiye eden iken, şeyh-mürid ilişkisini tapınmak olarak algılamak akıllara ziyandır. Ehl-i Sünnet’in itikadî ve amelî ölçülerine uymayan şeyhe ise asla yer yoktur.
İbn Teymiyye’nin vahdet (tevhid) anlayışı geçmiş ulemanın (Selefin) akidesine zıttır. Öyle şeyleri tevhid inancına sokmuştur ki, selefin uygulamasında bunlara yoktur. Ancak Selefî-Vehhâbîler kendi şartlanmışlıklarına göre ölçüleri yorumlarlar. İbn Teymiyye, Peygamber Efendimizin mescidi ve kabri olan Ravza-i Mutahhara’ya karşı yönelerek onu ziyaret etme ve Ravza-i Mutahhara’nın etrafında ibadet etmenin, herhangi bir peygamber veya velinin kabrine yönelerek dua etmenin, Rablerine intikal eden (ölen) bazı kullar vasıta yapılarak Allah’tan bir şey dilemenin vahdaniyete ters düştüğünü iddia eder. Vehhâbî-Suud idaresi İbn Teymiyye’den mülhem olarak, Cennetü’l-Bâkî denen Sahabîlerin mezarlarını dümdüz etmiştir. Öyleki Ravza-i Mutahhara’da Allah Resûlü’nün huzurunda hacılara rahat dua ettirmezler, “kıbleye dönün” diye uyarırlar. Böylece Resûl’ün kabrine sırt dönülmüş olur. Selefcilerin, Sünnet ve nafile ibadet cinsinden olan bu mevzuları tevhide dair görmeleri ve tekfirciliğe sapmaları onların tevhid inancındaki sakatlığını gösterir. Şimdiye kadar İslâm uleması bu mevzuları itikadla irtibatlandırmazken onların bu yanlış zehabı dinin itikadî ölçülerini zedeleyici ve onlar için tehlike arz edicidir. Ancak onlar bu mevzuyu anlamazlar ve Selef-i Sâlihîn’in yapmadığı şekilde tekfircilik yaparlar. Zira ilk asırda da mezarlar ziyaret ediliyor, Ravza’da dua ediliyordu.
Hicret’ten 7 asır sonra gelen İbn Teymiyye, sünnet veya nafile ibadetleri (Ravza’da veya mezarda dua gibi) şirk görerek itikad esaslarına yeni bir şeyler ilave eder. Dine asıl bid’at sokan Selefîlerdir, hatta itikad esaslarına taalluk ettiği için en büyük bid’atçiliği onlar yapmışlardır. Ancak Müslüman halklar nezdinde bu görüşlerin itibarı yoktur. Suudi rejimi tarafından bu görüşler her tarafta yayılmaktadır.
İbn Teymiyye’nin mücessime görüşleri de vardır. Allah’ın eli, yüzü, oturması gibi müteşabih ayetleri zâhirine göre yorumlar ve çirkin yorumlara düşer. İmam-ı Gazâlî Hazretleri, İlcamü’l-Avâm An İlmi’l-Kelâm adlı eserinde şunları söyler: “Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde bulunan müteşabih lafızların iki türlü mânâsı vardır. Birincisi zâhirî mânâdır. Bu mânâ duyu organlarıyla hissedilen mânâdır. Bu gibi mânâlar, Allah Tealâ’ya nisbet edilmesi mümkün olmayan mânâlardır. İkinci mânâ ise, kolayca anlaşılan mecazî mânâdır. Bu mânâyı, Arapça bilen bir insan te’vil ve tefsire girişmeden anlayabilir.”
Hanbelî fıkıh âlimi İbnü’l-Cevzî (ö. 1201) haberî sıfatlar da denen Allah’a el, yüz, üst, inme gibi kulu çağrıştıran sıfatlar isnad eden kendi devrindeki Selefîlerin görüşlerine karşı çıkmış, bu görüşlerin Selef-i Salihin ve İmam Ahmed’in görüşleri olduğu iddiasını reddetmiştir. Hicrî dördüncü yüzyılda Hanbelî âlimler Allah’ı yarattıklarına benzetmeye ve Allah’a cisim isnad etmeye yol açan iddiaları reddetmişlerdir.
Mısırlı Şeyh M. Abduh ve Cemaleddin Afganî’nin de Selefî görüşlere sahip olduğunu, aynı zamanda her ikisinin de mason olduğunu hatırlatalım. Samimiyetinden şüphe etmediğimiz M. Akif Ersoy’un da Safahat’ta Abduhcu görüşleri bulunduğunu belirtelim.
Günümüzdeki neo-Selefîlik ve reformistlik üzerinde kısaca duralım. Modern Selefîler de diyebileceğimiz çoğu reformist fikirlere sahip olanlar, söylemde İbn Teymiyye kafasındalar ancak İbn Teymiyye’yi de kullanarak her telden çalmayı, akıl çıkmazında birbirini çelen iddialarla yuvarlanmayı tercih ederler. Bir türlü Kurtuluş Yolu Ehl-i Sünnet’e teslim olmayıp şüpheci ve “acabacı” akıl çukurunda iman selametinden uzaklaşırlar. Aslında ölçü-endaze tanımamak hususunda Selefî-Vehhâbî zihniyetiyle temelde birleşseler bile, bunlar ya cesaret eksikliğinden ya da liberal modernist çizgiye yakınlıklarından dolayı Vehhabîleri de eleştirirler. Ancak Vehhâbîlerin şeyhi İbn Teymiyye’ye laf etmezler.
Haricîlik ile Vehhâbîliğin (Selefîlik) benzerliklerine temas edelim. Zira masdar (kaynak, çıkış yeri) olarak aynıdırlar. Haricîlik de Vehhâbîlik gibi bedevî bir harekettir. Hatta ilk zuhur eden Haricîler olup Allah’ın aslanı lakaplı Hz. Ali’ye kâfir demişler ve Hz. Ali tarafından tasfiye edilmişler ancak kökleri kurutulamamıştır. Haricî ve Vehhâbî zihniyeti satıhçı ve zâhirci anlayışı temsil eder, ölçüleri ise dış yüzünden anlarlar. Haricî ve Selefîler, şer’î ölçülerin özünü kaybedip kabukta kalmışlardır. Ruhsuz bir İslâmcılık vardır, tasavvufu anlamamaları bundandır. Necip Fazıl, Doğru Yolun Sapık Kolları eserinde bu zihniyeti, “İslâm materyalisti” diye yaftalamanın yerinde bir teşhis olduğunu söyler. Her ikisi de tekfircidir. Amelî meseleleri büyütüp iman ve itikad meselesi yaparlar ve karşısındakileri (bazen kendilerini de) hemen tekfir ederler. Kendilerinden olmayan Müslümanları düşman olarak görürler, malını, canını, ırzını helal kabul ederler. Gayr-i Müslimlere ise toleranslı davranırlar.
Haricîler, küçük günah işleyenleri bile şirke sokarlar. Vehhâbîler de tıpkı Haricîler gibi sünnet ve nafile derecesinde olan, kabirde dua etmek, tesbih çekmek vs. gibi ibadetleri imân mevzuu görüp bu ibadetleri yapanları küfürle itham ederler. “Ameller niyetlere göredir.” hadisine riayet etmedikleri gibi, Allah’ın rahmetini de sınırlarlar. Mü’min hiç günah işlemez gibi keskin davranırlar ve Allah’ın affını iptal ederler. Amel mevzularını itikada bağladıkları için imansızlık dâhil tehlikeli hallere yönelirler. Hâlbuki imân gaibedir, kendi aklına değil.
Her iki fırkanın da Sahabîlere saygısı yoktur. Haricîler, Sahabîlerin çoğunu küfürle itham ederken, Selefîler ise Selefîlik iddiasından dolayı kendilerini Sahabî nesliyle (Selef-i Sâlihîn) bir gördükleri için hadisleri malûm kafalarına göre tartarlar. Selefîlerde daha çok gelenek hâkimdir, onların ayet-hadis söylemlerine aldanmayın. Hatta zahidliklerinin altında da bu kafa yapısı vardır. Haricîlerin de namaz kılmaktan alınlarında nasır çıkmıştı; fakat dalalette idiler. Selefîlerin zahidliği de bundan farklı değildir. Haricî mantık Selefî kafa içinde erimiş, tencere kapak hikâyesiyle birbirlerini bulmuşlardır.
Dinde taassuba düşen, sonsuz ve sınırsız güzellikte olan İslâm’ı kendi sığ idraklerine sığdırmaya çalışan bu iki taifenin kader sırrına saygısı azdır. “Kur’an’da kadere imân yoktur!” diyenler Selefî-mezhepsiz güruhtan çıkmaktadır. “Sır idraki” ve kadere imandan pay almış olsalar idi, kendi akıllarına bu kadar güvenmez, akıl hezeyanına düşmez, kendinden farklı düşünen mü’minleri tekfir etmezlerdi.
Netice-i kelâm, bizi kurtaracak olan, ayet ve hadisleri kendi aklımıza destek bulmak için kullanmak ve “ben Selefîyim demek” değil, “din edeptir, edep ise hadlere riayettir” ölçüsü içinde imânda kalmaktır. En büyük putperestlik ise kafamızda oluşturduğumuz anlayışa din demektir. Allah’ın, Peygamberin ve Sahabîlerin bizim anlayışımızdan yüce ve beri olduğunu idrak etmeliyiz ve onlarla kendimizi bir tutmamalıyız. Bu ise edep, ahlâk ve tasavvuf (bâtın terbiyesi) demektir. Din adına ukalalık yapmaktansa cahil kalıp haddini bilmek daha yeğdir.
Baran Dergisi 631. Sayı
14.02.2019