“Üçüncü göz” fikri kadim kültürlerde, meselâ eski Mısır, eski Yunan, eski Roma, eski Türkler ve eski Hint ve Çin kültürlerinin hemen hepsinde küçük farklarla mevcuttur. Brahmanizm ve Hinduizm gibi dinlerin yanı sıra, Batı’da modernizmin doğurduğu pek çok metafizik veya felsefi akım, diğer bir ifadeyle de Yeni Çağ (New Age) oluşumlarında da “üçüncü göz” esprisi yer almakta ve “algının açılması” ile doğrudan ilişkilendirilmektedir. Amerikan dolarının üzerindeki Masonik bir motif olarak zihinlerde yer eden “üçgen içindeki göz” (Şeytanın gözü veya Deccal’in gözü) ve Fettoş bağlantılı “Kimse Yok mu?” (“Var!” desen sanki anlayacak!) derneğinin amblemi de kuvvetle muhtemel “üçüncü göz”den mülhem, “nefs” ile doğrudan ilintilidir.

Epifiz bezinin “üçüncü göz” esprisine devamla; Dede Korkut Hikâyeleri’nde Tepegöz[1], Orta Asya halkları arasında Eğegöz, Yalgızgöz, Eski Yunan ve Roma Mitolojilerinde ise Kiklop olarak adlandırılmıştır.
Kiklop, Yunan Mitolojisinde alınlarının ortasında tek gözleri bulunan devlerdir. Uranüs ve Gaia’nın yani Gök ve Toprağın çocuklarıdır. Pek çok kültür ve medeniyette görünen esrarlı varlığın ortak özelliği, alnın tam orta noktasında iri bir gözün resmedilmiş olmasıdır. İstisnai olarak göğsün tam ortasında resmedildiği de olmuştur…

Tedaisi, Allah Resûlü’nün, nefsin, iki kaşın arasında bulunduğunu haber vermesi... Tedaisi, nefsin, ruh ve bedenin birleşmesinden meydana gelmesi... Kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birinin baskın çıkması... Descartes’ın “ruh ve bedenin buluşma noktası” olarak gördüğü epifiz bezinin “üçüncü göz”e yataklık etmesi... Ezoterik kültürlerde, meselâ eski Mısır’da “her şeyi gören göz” olarak Horus’un gözünün “tek göz” olarak belirmesi... İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin haber verdiği üzere, nefsin kâfir olması ve nefs/küfrün mücessem hâli olarak beliren Deccal’in tek gözlü olması...

Hint kültüründe, “bindi” veya “tiklak” adı ile bilinen ve iki kaş arasında yerleştirilen siyah nokta, epifiz bezi ile yakından ilintili gözükmektedir. Hintli kadınların dinî bir sembol olarak kullandıkları, özellikle de yeni evli kadınların bir damga/mühür gibi alınlarının tam orta noktasında taşıdıkları siyah nokta, (sun’i ben veya dövme) Hint kültüründe “ruhsal göz”ü sembolize eder. Buna “kalp gözü” mü, yoksa “duru görü”, “altıncı his”, “sezgi”, “feraset”, “içgüdü” veya bizzat “dişi” olmayı da sembolize eden “nefs” mi demek gerekir bilemiyorum, ama İslâm kültüründe de benzer bir uygulamanın varlığından söz etmek mümkündür. Meselâ Kurban kanının iki kaşın veya alnın tam orta noktasına sürülmesi muhakkak ki sembolik bir anlam taşımaktadır. Bu sembolik durumun “nefsin kurban edilmesi” ile doğrudan ilintili olduğu düşünülebilir. Diğer taraftan, meselâ evlilik merasimlerinde veya nikâh törenlerinde yüzüklerin takılmasından hemen sonra, yâni bir nevi birleşmenin sembolü olan akit işlemlerinin yapılmasından hemen sonra, erkeğin kadını alnından öpmesi de epifiz bezi ile doğrudan ilintili gözükmektedir. Descartes’ın “ruh ve bedenin buluşma noktası” olarak epifiz bezini gösteriyor olması, epifiz bezinin bulunduğu noktanın ise “nefs” ile ilişkisi dikkate alındığında, nikâh akdinde alından öpmenin derin mânâsı ortaya çıkar. “Alnından öpülecek adam!” deyiminin de! Nefsin hakkını vermek için haram yollardan değil de, helal yoldan birleşmenin yolunun açılmasının takdire şayan görülmesi!

Yaşadığımız yeni zaman ve mekânda, diğer bir ifadeyle de 21. yüzyılda Hak ve Batıl arasında cereyan eden savaşın en önemli cephesinin “İlim mi, din mi?” şeklinde cereyan ettiğini görmek gerekiyor. İlmin dinden çaldıkları kaba akıl/pratik akıl süzgecinden geçirilerek, yani teknik-teknoloji cenderesine sokularak, bir nevi maddeye riyazet yaptırılarak elde edilen netice maddenin ruhîleştirilmesi veya maddenin ruhun eşiğine getirilmesine kapı aralamıştır. Ruhun tersinden ispatına taalluk eden bu durum aslında aklın ruhî bir keyfiyet olduğuna ayrıca delil teşkil etmektedir. Ruhun akla, aklın da teknik-teknoloji ekseninde maddeye sirayeti! 
Eski Mısır tarihinde “her şeyi gören göz”, “Horus’un gözü” olarak bilinir ve bu aynı zamanda Şeytan veya Lucifer’in “her şeyi gören gözü” anlamındadır. Başın başında bilinmesi gereken şey şudur: Şeytan (İblis) veya Lucifer, zâti keyfiyeti itibariyle “her şeyi gören göz” keyfiyetine malik değildir. Allah’ın Halife-insan olarak dünyaya gönderdiği Hazret-i Âdem soyunun imtihan dünyasında Şeytana biçilen bir görev vardır ve bu görev, İnsan-ı Kâmil veya Halife-insan olma sürecinde insanoğlunu hak ve hakikatten uzaklaştırmaktır. Bu görevin diğer bir veçhesi de, hatası sebebiyle sürgün edilen Hazret-i Âdem Aleyhisselâm ve onun neslinin hakikatinin görünmesi ve imtihana vesile olması mânâsına, araz hükmünde olmasıdır. Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın varlığı üzerinden Allah’a karşı asi olan Şeytan aynı zamanda tersinden de olsa Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın varlığına, yâni Halife-İnsan olma misyonuna şahidlik etmektedir. Aynı şekilde, insanî hakikati temsil eden ruhun bedenle birleşmesinden meydana gelen nefs de, araz keyfiyetine malik olarak, ruhun mücadele zemini olması hasebiyle bizzat ruha şahidlik ederek anlam kazanmaktadır. İmtihana vesile olması hasebiyledir ki, nefs, aslında “mahiyeti yokluk olan bir varlık” keyfiyetini haizdir. Demek isterim ki, başlangıçta meleklere âlimlik yapan Şeytan bilmediklerine Hazret-i Âdem Aleyhisselâm üzerinden farkındalık kazanırken, ruha şahidlik eden nefs de ruhun gördüklerine şahidlik ederek farkındalık kazanmaktadır. Beden ruhtan, ruh da bedenden pek çok şey devşirmiştir. Hiçbir şeyin kendisinden gizli kalamayacağı Allah, her şeyi hakkıyla bilen, gören ve işitendir. Her şeye gücü yetendir. Allah’ın insana kendi nefesinden veya nefsinden/ruhundan üflemesinin bir neticesi olarak insan, Allah’ın bildirdiği, gösterdiği ve öğrettiği kadarıyla bilen, gören ve işitendir. Nitekim Kâmil Nefs mertebesine ulaşan bir Halife İnsan veya Allah’ın sevgili kulu mânâsına bir Velî, Allah’ın tutan eli, gören gözü ve işiten kulağı olur. Bundan dolayı denilebilir ki, kâfir nefs, ruhun “her şeyi bilen, gören ve işiten” keyfiyetine şahidlik etmekle, bir nevi sahibi olmadığı mânânın maliki görünme sevdasına, daha doğrusu cazibesine kapılmıştır. Nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilen ruh, Rabbi olan Allah’a geri dönüş iştiyakı duyarken, nefs ise Rabb olan Allah’a, “mahiyeti yokluk olan” bir çerçevede “duyan, gören ve işiten” olarak, “sen sensin, ben de benim!” demiştir. Ruhu dış yüzden taklid eden nefs, hakikati idrak edemedi mânâsına, ruhun bildiğini bilemedi ve “hakikati örten” olarak kâfir oldu! Taklidin niçin tahkike ulaştırılması gerektiğine tersinden de olsa ayrıca delil oldu!

Şeytan’ın maskarası veya nefsanîliğin müşahhas temsilcileri olarak, hâlihazırda muktedirlik taslayan Deccal ve taifesine atfedilen “her şeyi gören göz” sembolü konusunda bilinen en eski Masonik referansa 1772 yılında yayımlanan William Preston’un “Üstad Mason Derecesi Konferansları”nda rastlanmıştır. W. Preston konferansında “Her Şeyi Gören Göz”den şu şekil bahsetmiştir:

“Çıplak kalbe doğrultulmuş kılıç, adaletin er geç bizi yakalayacağını göstermektedir; düşüncelerimiz, sözlerimiz ve davranışlarımız insanların gözünden saklı kalabilse de, güneşin, ayın ve dahi yıldızların itaat ettiği, kuyrukluyıldızların o müthiş dönüşlerini gözetiminde yaptığı, insan kalbinin derinliklerine hâkim olan ve liyakati ödüllendiren o Her Şeyi Gören Göz’den saklı kalmaz.”[2]
Asıl ve de asil olan ruh ve onun müşahhas temsilcileri, hiç şüphesiz ki Allah ve Resûlü’ne veraset yoluyla tâbi olan Allah’ın Velî kullarıdır. Diğer bir ifadeyle de Peygamberler tarihi içerisinde kendilerini hak ve hakikat yolundan ayırmayan ehl-i iman sahibi, Kâmil Nefs sahibi Halife-İnsan soyudur. İnkâr kutbunu temsil eden Şeytan ve döllerinin “şahsiyet” aynasında onların ne oldukları değil, ne olmadıkları suret bulmuştur. Ki, “mahiyeti yokluk olan varlık”larını hak ve hakikate esir olan ehl-i iman veya Halife-İnsan soyuna borçludurlar. Kısacası, inkâr kutbu, ehl-i iman veya Halife-İnsan soyunun imanını çalarak, yani onu doğru yoldan saptırarak veya onun kemâlatını bulandırarak iş görmektedir. Dolayısıyla da çok sofistik davranmaktadır. Kendisini hak ve hakikat sahibi görmek veya gösterebilmek için ehl-i iman veya Halife-insan soyuna musallat olur ve onu kendisine dönüştürmek veya kendisiyle eşitlemek için her türlü oyun, hile ve desiseye tevessül eder. Meselâ, Asr-ı Saadet ve sonrasında Hulefa-i Raşidin, yâni Dört Halife döneminin bitiminde, yâni Hazret-i Ali (R.A.) zamanında fitne baş gösterince, bu fitneyi fırsat bilen bir Yemenli Yahudi, (Abdullah bin Sebe), Hazret-i Ali’ye gidip “Sen Tanrısın” deyince Hazret-i Ali (R.A.) adamın niyetini anlayıp onu sürgüne gönderdi. Fakat Abdullah bin Sebe, Hazret-i Ali taraftarlığını sürdürerek Şiiliğin temellerini attı. Şii mezhebi zamanla çeşitli fırkalara ayrıldı. Şiiler içinde Hazret-i Ali’nin torunlarından İsmail’i imam kabul edenler, İsmailî adını aldılar. Bunlar Kur’an-ı Kerim’in bir görünen (zahir) mânâsı ve bir de gizli (batınî) mânâsı vardır dediler. Zahirî mânâsı mühim değildir, asıl olan batınî mânâsıdır, diyerek sapkınlıklarına devam ettiler. Bu inanca sahip olanlara Batınî, bu inancı yayanlara da ‘Dâî’ dediler. İsmailîler, merkezi Kahire’de olmak üzere Fâtımî Devletini kurdular. Fâtımîlerin sekizinci halifesinden sonra İsmailîler iki kola ayrıldı. Bir kısmı halifenin büyük oğlu Nizar’ı destekledi. Bunlara Nizarî dendi. Nizar’ı destekleyenlerden biri de Hasan Sabbah’dı. Şii bir imamın oğlu olan Hasan Sabbah, Batınî misyoneri idi. Batınî propagandasına karşı çıkan Sünni devlet liderlerine suikastler tertip ettirdi. İran’daki Alamut kalesini kendisine üs seçip eşkıyalık ile zengin oldu. Haşhaşa alıştırdığı fedailerine yalancı cenneti vaat ederek kendi maksatları için kullandı. Bu yüzden Hasan Sabbah ve adamlarına Haşhaşi denildi. Haşhaşiler, İslâm coğrafyasının bir kısmını ele geçirmiş olan Haçlılar ile irtibata geçtiler. İsmailî Dâîsi ve Şam Kadısı olan Ebül Vefa, Kudüs Kralı II. Baldwin ile anlaştı. Şehrin emiri ve halk Cuma namazında iken şehrin kapılarını Haçlılara açacaktı. Bir ihbar üzerine bu arzusunu gerçekleştiremedi, fakat Haşhaşiler ile Haçlıların yakınlaşmasını sağladı. Hugo (Hugues) de Payens isimli kişi, Kral II. Baldwin’in baş danışmanıydı. Kudüs’te Tapınak Şövalyelerini kurdu. Tapınakçıların teşkilat yapısı, Haşhaşilere göre tertip edildi. Haşhaşilerin Refik, Fedai, Lâsık sınıflandırmasına karşılık Tapınakçılar, Knights (Şövalyeler), Esquires[3] ve Lay Brother[4] olarak tasnif edildi. Tapınakçıların Prior (İlk, önce), Grand Prior (Büyük Prior) ve Grand Master (Büyük Üstad) unvanları da Haşhaşilerin Dâî[5], Dâî-ül-Kebir (Büyük Dâî) ve Şeyh-ül-Cebel’in (Dağın Şeyhi)[6] karşılığıydı. Hatta kıyafetleri bile aynıydı; beyaz zemin üzerine kırmızı bir sembol. En mühimi de Bâtinî inancı ve ritüelleri, Tapınakçılara tesir etti. Her iki teşkilatın da maksadı artık aynıydı: Dünyadaki tüm dinleri ve iktidarları ortadan kaldırarak kendi krallıklarını kurmak.[7]

Yukarıdaki hadise genelleştirilebilir bir mahiyettedir. Meselâ en son Fettoş üzerinden Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin paralelliğine soyunan Deccal taifesinin hamlesi bu mevzuda çok aydınlatıcıdır. Fettoş, Üstad Necip Fazıl’ı baş tacı yapan bir görüntü vererek, Üstad Necip Fazıl’ın muradı olan İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nu tasfiye edip onun misyonuna konmayı hesap eden bir Yahudi şeyi olarak faaliyet gütmüştür. Yenidünya düzeni muktedirleri tarafından Fettoş’a biçilen rol bu çerçevede idi. Diğer bir ifadeyle de, yenidünya düzeni muktedirlerinin kendilerini yeniden formatlama teşebbüsü Haşhaşi keyfiyetini haiz Fettoş üzerinden yapılmak istenmiştir.

“Her şeyi gören göz” aynı zamanda “göz hiç bir zaman uyumaz” mânâsınadır. Bu anlamıyla sembolleştirilen bir motif, bazı obediyanslarda[8] meselâ Masonların “Üstadı Muhterem” dedikleri kişilerin önlüklerinde yer almaktadır. En eski “Her Şeyi Gören Göz” sembolünün yer aldığı önlük, Marquise de Lafayette tarafından el işlemeleri yapılmış (aslında bir Fransız Manastırında rahibeler tarafından yapılmıştır) ve Marki tarafından Amerika’ya getirilerek General George Washington’a 1784 yılında hediye edilmiş olanıdır. Bu hadiseden anlaşılan odur ki, bu sembol veya motif, o tarihe kadar masonik bir amblem olmaktan çok uzaktır. Masonik önlüklerin o dönemde ayak bileğine kadar inen deri önlükler olduğu ve üzerine her hangi bir amblem işlemenin ise çok güç olduğu belirtilir. Ancak Spekülatif Masonların sayılarının ve etkilerinin ağır basması ile kumaştan veya başka materyallerden yapılan önlükler kullanılmaya başlanmış ve bundan sonra da önlüklerin üzerinde söz konusu sembol veya motifler sıkça görülmeye başlanmıştır.

“Öte yandan Mackey Ansiklopedisi’nde, “Her Şeyi Gören Göz” sembolünün dinsel içeriği yanında daha farklı “omniscience” (her şeyi görme ve bilme, gözetme, izleme) kavramlarının bulunduğu, hukuk ve yönetime ilişkin dünyevî anlamlarının da olduğu, meselâ Kanun’un izleyen ve her şeyi gören, bilen özelliğinden de bahsedildiği, aynı şeyin Devlet için de söz konusu olduğu ifade edilmektedir.

“Eğer ilk Hürmasonların “omniscience” sembolü var idiyse bunun illa da ilâhi bir “omniscience” olması gerekmez deniliyor. “Her Şeyi Gören Göz” sembolünün ilâhi bir gözetim sembolü olarak düşünüldüğünde, bu gözetimin amacının insanoğlunun gizlediği suçları yargılamak için değil de, gizlediği erdemleri mükâfatlandırmak için olduğunu düşünmek daha doğru olur denilerek yeni bir yorum getiriliyor. “Her Şeyi Gören Göz” sembolü, herhangi bir Mason locaya devam etmese de, hastalık veya bir kaza nedeni ile evinde hapis kalsa da veya başka bir yere taşınmış olsa da onu hiç gözden ırak tutmamak ve gözetim altında tutmak anlamında Masonik bir “Omniscience” gözetim olarak da kullanılabilir kanaati oluşuyor.

“Her Şeyi Gören Göz”, 17. ve 18. asırlarda çokça kullanılan kültürel ikonografinin bir bölümü idi. Üçgenin içine konduğunda güçlü bir teslis doktrinini ifade ederdi. Masonik ritüel ve sembolizminin evrimi bu döneme rastlaması nedeniyle toplum tarafından çok iyi bilinen ve tanınan bu sembolün bir şekilde Masonluğa girmesi pek şaşırtıcı değildir. Belki de 3 rakamının önemi veya çok kullanımı nedeni ile üçgen tercih edilmiştir. Üç derece, Locanın asıl görevlilerinin üç kişi olması, vs gibi.[9]

Yukarıdaki tespit çok iyimser, iyimser olduğu kadar aslında çok yanlış bir tespittir de. Üçgen, üçgen içinde göz, üç kişi vs. daha doğrusu üç rakamının kullanılması tesadüfi olmaktan çok uzaktır. Masonların bunu kullanması, aslında hakikati olan bir şeyin Masonlar tarafından sahiblenildiğini göstermektedir. Her nerede bir hak ve hakikat var ise onu sahiblenmek ve aslından uzaklaştırmak, Şeytanî olduğu kadar nefsanîdir de. Bu tam da Deccal ve taifesine yakışır bir durumdur. Yahudi veya Siyonistlerin, aslında İslâm’ın malı olan Hazret-i Davud Aleyhisselâm’ın mührünü (Davud’un Yıldızı/Magen David) bayraklaştırmaları misâlinde olduğu gibi. Diğer taraftan, yaradılışın aslının üçleme-teslis üzere olduğu (Ruh, Beden ve Küllî ruh; Emr Âlemi, Halk Âlemi ve Zât Âlemi; Bilen, Bilinen ve Işık unsuru; İrade, Cüz’i İrade ve Küllî İrade vs.) bir hak ve hakikat olduğu gibi, temel hareketin üç türlü (madenlerin kendi nefsinde hareket olmadığı hakikatini bir kenara bırakacak olursak, nebatın hareketi olan menkus-tersine hareket, hayvanın hareketi olan ufkî hareket ve insanın hareketi olan kıyam veya düz-mustakim hareket) olduğu da bir hak ve hakikattir. Bu tür üçlemeleri yerli yerince çoğaltmak mümkündür. Bu üçleme-teslisin son ve som hâli, Büyük Doğu-İBDA’nın tuğra ismi Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nden mülhem “Üç Işık”tır.


[1] Türk Mitolojisinde yer alan Tepegözler, Yunan Mitolojisinde geçen Kikloplarla ayırt edilemeyecek derecede benzerlik göstermektedir. Dede Korkut’a göre, Tepegözler Kaf Dağı’nda yaşayan, son derece dayanıklı vücutlara sahip, tek gözlü yabani devlerdir. Perilerin ve çobanların birleşmesi sonucu doğmakta ve aynı Yunan efsanelerinde olduğu gibi onlar da çobanlık yapmaktadırlar.

[2] http://dunyagerceklerim.blogspot.com.tr/2012/02/her-seyi-goren-goz-horusun-gozu.html

[3] Bey, Efendi: ad ve soyadından sonra… Esq. şeklinde kısaltılarak yazılan bir unvan. John… (Orta Çağlarda) şövalyeye refakat eden genç asilzade… İngiltere’de şövalyelikten bir aşağı asalet unvanı… Ağa, mülk sahibi… Beylik unvanı vermek… Bir kadına/kıza eşlik/refakat etmek (bu anlamda az kullanılır).

[4] Gönüllü çalışan rahib.

[5] İsmâilîyye mezhebinde, İsmâilîlik mezhebine dâvet için görevlendirilmiş din adamlarına verilen ad.

[6] “Hasan Sabbah ile birlikte yeni bir ünvan ortaya çıktı: Şeyh-ül Cebel. Dağların Kartalı anlamına gelen bu ünvan, Hasan Sabbah ve ondan sonra gelenlere verilen ünvan oldu. Hasan Sabbah’ın adı söylenmiyor, ona Şeyh-ül Cebel deniliyordu.”

[7] http://fehmidemirbag.blogspot.com.tr/2014/11/dunya-5ten-buyuktur-bes-buyuk-sektor.html

[8] Obediyans kelimesi, Latince Obedientia, Fransızca Obedience, İngilizce Obedience, Almanca Obödienz kelimelerinin Fransızca okunuşuna yakın karşılığı olarak aynen Türk Masonluğuna alınmıştır. Kelime, en eski kullanışı bakımından “kölenin efendisine kayıtsız şartsız boyun eğmesi ve tam itaat etmesi”; Hristiyanî açıdan da, “bağlı olunan dinî kuruma itaat ve bağlılık” anlamlarındadır. Siyasal yönden, “tebaanın, monarşa veya devlete bağlılığı” bu kelime ile tanımlanır. Böylece genel anlamı itibarı ile “bir otoriteye veya merciye itaat etmek; yasalarına ve kurallarına veya emirlerine ve kısıtlamalarına uymak ve bağlı olmak ve boyun eğmek” anlamlarına gelir. Obediyans, “içten gelen ve hür irade durumunu” yansıttığı gibi; aynı zamanda da, bunların olmadığı hâllerde, “zorlayıcı bir yaptırımı” hatırlatır. Obediyansın Masonluktaki anlamı, bu çerçeveyi de kapsamak üzere daha geniş ve çok daha özeldir.

[9] http://dunyagerceklerim.blogspot.com.tr/2012/02/her-seyi-goren-goz-horusun-gozu.html


Baran Dergisi 536. Sayı