Kitlelerin biçimsiz yığınlara, bedenlerin protez bedenlere dönüştüğü böyle bir dünyada, ne kendi biçim diliniz içinde eritecek bir malzeme bulabilirsiniz ne de hayat kendisine yetecek bir form bulabilir.
Varlık dereceler halindedir. Bu mertebelerin nihai noktasında da “Mutlak Sanatkâr”ın sanatının tecelli mahalli olan ve ilmiyle amel ettiği nisbetde suret inşa etme istidadında yaratılmış insan var. Bir olan şe’n’in suretlerde çoğalması, suretlerin varlık giymesi ve varlığı kaybetmesi ise sürekli. Hakk’ın suretlerde hâlden hâle girmesiyle âlem değişirken, “Hayat da hakikatinin farklı derecelerdeki sıfat ve tavırlarının ifadesi halinde”, otomatizm ve içgüdü seviyesinin ötesine geçip kültür basamaklarında yükseldiğinde; “şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik de değişir”, kesintisiz hayatla onu kuşatan formları arasında bir uyuşmazlık ortaya çıkar. İrfana erme yolunda, tekâmül sürecinin tamamını bu uyuşmazlığın ortaya çıkması, yeniden çözüme kavuşturulması, denge bulması ve tekrar ortaya çıkması oluşturur. Zira hayatın ibdaî deviniminin, hayata ifade imkânı sunan bir takım formlar ürettiği her yerde, bilinenle bilinmeyeni kuşatmanın adı kültürdür. “Suretler olmadan mânâlar ebediyyen tecelliye gelmez” doğrusu bağlamında söylersek; kültürel hayatın ya kendisi suretler inşa etmeli ya da verili formlar içinde ilerlemelidir. Zira kâinatın kökeni sırdır ve form hayatın sırrıdır. “Keyfiyetin kemmiyet ve muhtevanın şekil zarureti gibi”, hayatın her alanında da her şey formla başlar... Din, yasalar, sanat eserleri, bilim, teknoloji vb. formlar, tüm çeşitliliği içinde akıp giden hayatı içlerine alıp, onu birleştirici bir düzen içinde bütünleştirmek, ona biçim ve muhteva kazandırmak isterler. Lâkin kesintisiz hayatın bu dinamiklerinin kendine has bir özelliği vardır: Hayatın karmaşıklığından, değişimlerden, bozulmalardan ve yeniden birleşmelerden bağımsız formlardır bunlar... Hem kendilerinden uzaklaşan, düne karışan hayatı taşırlar hem de doğmakta olan ve tüm enerjisiyle içlerine dolan, ama bir süre sonra kuşatamaz olacakları hayatı. Görünenin içinde görünmeyen, ama onu görünür kılan ruhî hayatın dinamiklerinden bir ölçüde bağımsız olduklarından, kendilerine has bir tarza ve bütünlüğe, ait oldukları alanda kültürel bir iktidara sahiptirler. Bir form olarak ilk ortaya çıktıklarında hayatla âhenk içinde olsalar da, hayat tekâmülünü sürdürdükçe bu formlar da ait oldukları alana olan aidiyetlerini ve güçlerini yitirir, hayatı kuşatamaz, bir standart oluşturamaz hale gelirler... Kendisi formsuz olan hayat, bunlardan kurtulur ve yeni bir form içinde kendini ifadeye geçer. Çünkü var olanın kendini bir fenomen olarak gösterebilmesi için, varlığın açılması, şekil bağlaması gerekir. Ancak her form aynı zamanda bir normdur yani tahdittir; hakikatten kabul ettiği kadarıyla sınırlıdır, varlıkta ortaya çıkan bütün hâlleri kuşatamaz. Dolayısıyla, gerçeklik yahut yasa olarak dayatılan formlar hayata uygun değilse, kendi “oluş”u içindeki hayatın kuvvetleri zamanla bu formları aşındıracak, bunlardan taşacaktır.
Nitekim taşıyor da. Lâkin, “Batı modeli”nin hayatın aslî anlamı ve değeri olarak dayattığı formlar meşruiyetini çoktan yitirmesine, hayat ve formları arasında her an patlama hazır bir gerilim olmasına rağmen, ölü biçimleri tanımanın bir aracı olmaktan öte bir anlamı olmayan bu formlar hâlâ nihaî gerçeklik olarak dayatılıyor. Oysa, “Batı modeli”nin tüm kurumlarında dejenerasyon had safhada! İktidar ise kaba ruhlu, şiddete yatkın ve kötülüğe tutkun zorbaların elinde... İnsanlık belki de tarihindeki en koyu bunalım dönemini yaşıyor, havasızlıktan boğulmak üzere! Bunama emareleri gösteren Avrupa ise artık yaşlı ve hasta. Ani bir değişimle kendini baştan aşağı yenileyebileceği bir “epistemolojik bütün”e de sahip değil. Görünen o ki; paranın egemenliğine, sermayenin sorunsuz bir biçimde dolaşım ve birikimine bağlı “zoraki barış” dönemi bitti... Para ilk kez Batı’nın elinden kayıyor... İktisadî bir güvence olmadan sevdirilemez ve hayata geçirilemez “gönüllü kölelik düzeni” artık sürdürülemez bir halde. Saldırganlığın, hukuk tanımazlığın temelinde de bu sürdürülemezlik sorunu var. Modern kültür bir “çöp imparatorluğu”na dönüştü. Şimdilerde bu imparatorluk, Jean Tinguely’nin “Homage to New York” adını verdiği, teknolojik atıklardan inşa ettiği, bir saat içinde büyük gürültülerle, kötü kokular saçarak, görülmedik ve beklenmedik biçimler alarak, kendi kendini yok eden makinesi misâli hızla yok oluyor. Ancak, çöküş uzadıkça dünyaya verdiği zarar da artıyor, kendisiyle birlikte tüm insanlığıda dibe çekiyor. Bir an önce bu tehlikeyi bertaraf etmenin ve ibdaî bir çağa geçmenin yolunun açılması gerekir. Aksi takdirde, dünya malî ve siyasî güçleri arasındaki parçalanma, büyüyerek ve genişleyerek devam etmeye meyyâl bölgesel savaşlar, piyasa ekonomisinin alt katmanını bir tür anarşi düzenine çevirecek, evrensel kaos ve yıkım tüm insanlığı teslim alacaktır.
Netice itibariyle, İlâhî değerleri çağdışı ve köhne bulan, bunları aştığına inanan, insanın kendi değerlerini kendisinin yaratabileceğini iddia eden, bunu da ferdin bağımsızlığı şartına bağlayan zihniyetin büyük bir yanılgı içinde olduğu çok net bir biçimde görüldü. Yeni sömürgeciliği yeni zamanlara uyarlayarak hâkimiyetini sürdürebilme gibi bir şansı da kalmadı. Hayatı sadece ölü kabukları itibariyle kuşatabilen formları, kendi insanı nezdinde bile inanırlığını çoktan yitirdi, ciddi biçimde sorgulanır hale geldi. Dolayısıyla günümüz felsefecilerinin ve sanatçılarının kendi modernist metafiziğini yaratmak gibi boş bir uğraş içinde olmak yerine, toplumsal ve kültürel olguların üzerine oturacağı temel kaynağı bulmak, hayatı kuşatacak formları da buradan hareketle temellendirmek gibi bir çaba içinde olması gerekir. Zira, eskinin kanonlarını tekrar tekrar üretmek ya da yeni düzenlemeler yapmak, düzenin temelini değiştirmiyor; her şey ters işliyor ve düzeltilecek şeylerin sayısı da hiç eksilmiyor. Toplum sürekli değişen şartların ve uyulması gereken kuralların zorbalığı altında yaşamak zorunda kalıyor. Kitlelerin biçimsiz yığınlara, bedenlerin protez bedenlere dönüştüğü böyle bir dünyada, ne kendi biçim diliniz içinde eritecek bir malzeme bulabilirsiniz ne de hayat kendisine yetecek bir form bulabilir.
Hakikat şudur ki, “âlemde her bir şey Hakk’ın kendisine mahsus tecellilerinin mazharıdır.” Ve “âlem her ân yeni bir tecelli ile var olmaktadır.” Zihnimiz ise Mutlak Varlık’a dönüktür. Dolayısıyla, aranması gereken gerçek yenilik sadece İlâhî olandır. Ancak, “zahir mazharın istidadının hükmüyle sınırlanmıştır.” Dahası, “doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyetinin olamayacağı” da bir bedahet olduğuna göre, hayat ve onu kuşatmaktan âciz formları arasındaki mücadele de “Mutlak Fikir”e muhatap “vasıta sistem” şuuru; tıpkı vücudumuzu tümüyle saran deri misâli, ruhlarımızı ve bedenlerimizi sarıncaya kadar devam edip gidecektir. ”İman tam olduğu zaman ispat yoktur” ölçülendirmesi bağlamında söylersek; “Mutlak hakikat” kendisini gerçek kılacak bir şeye ihtiyaç duymaz. Ancak her çağda, doğru düşünceyi doğru düşünce faaliyetiyle kesiştirecek düzenleyici kodları temin eden bir “Bütün Fikir”e ihtiyaç vardır. Ve o çağın yönlendirici ilkesi-yenileyici fikri bu fikirdir. Kalplere yerleşecek düşüncenin ve kazanacağı formun sahih merkezi de yine bu fikirdir. Dolayısıyla, bedenlerimiz ruhun pırıltılarını yansıtacak derecede bir letafet kesb etmeli ki, kâinattaki her nakış bizi “Mutlak hakikat”e ulaştıran bir köprü olsun.
Aylık Dergisi 162. Sayı Mart 2018