Kilisenin faiz konusundaki tavrının değişmesinden itibaren faizin kaynağını, sebebini ve haklılığını açıklamaya çalışan teoriler ortaya konmaya başlandı.
Önceleri faizi ahlâken mahkûm eden dinlerin ve felsefî ekollerin tesirini bir anda ortadan kaldırmak mümkün değildi. O sebepten faizi halkın ve devletin nazarında meşrulaştıracak bir terminolojiye ihtiyaç hâsıl oldu. Yahudilerin o devrin ticaret kentlerine gömülerek –başka bir iş yapmalarına izin verilmediğinden biraz da mecburen- para piyasasını ellerine geçirmelerine tepki olarak Thomas Aquinas’tan itibaren Avrupa’da faize bakışın yumuşadığını müşahede etmekteyiz. Protestanlığın iki büyük önderinden birisi olan Calvin’in yatırım finansmanına yönelik faizi caiz kabul etmesiyle birlikte, bilhassa Hollanda faizli işlemlerin cenneti haline geldi. 16. Asır boyunca Hollanda’ya müthiş bir para akını yaşandı. Devletin resmen faizi tanıdığı ve güvence altına aldığı bu ülkenin Avrupa’da bugün bilinen manada ilk merkez bankasını, Amsterdam Bankası’nı kurması tesadüf değildir. Hollanda’nın hâkimiyet sahasını dünya ölçeğinde geliştirme çabalarına İngiltere ve Fransa “Merkantilizm” ile karşılık verdi. İthalatı kısıtlayıp ihracatı artırarak ülke sermayesini artırma anlayışı şeklinde özetleyebileceğimiz Merkantilizm, faizi arazinin icarı ve gayrimenkullerin kirasıyla aynı hükümde ve değerde tutarak, “faiz de kapitalin kirasıdır” demekteydi. Ülke içi tedavülü sağlayacak, yatırımları hızlandıracak, devlet denetiminde bir faizi savunmaktaydılar.
Fransa’da 18. Asırda neşet eden ve Merkantilizme karşıt bir pozisyonda duran Fizyokrasi’ye göre ise ancak toprak üretkendir. Şu halde rant temin eden bir toprak satın almaya yarayan bir meblağ ödünç verildiğinde bu rant kadar faize hak kazanmalıdır.
Klasik iktisatçılardan John Baptiste Say ve Roscher, sermayeyi emeğe benzeterek işçinin emeğiyle kazandığı değere ücret denildiği gibi sermayenin üretime katılma payını da faiz terimiyle ifade etmek gerektiğini belirtmiş ve kredinin üretim araçları sağladığını, dolayısıyla faizin sermaye tarafından üretilmiş bir gelir payı olduğunu savunmuşlardır. Bu görüş sermayenin prodüktivitesi teorileri arasında yer almaktadır.
Adam Smith ve David Ricardo gibi klasik iktisatçılar faizi, ödünç alanın paradan sağlayacağı kâr için ödünç verene ödediği karşılık olarak ele almışlardır. Klasik iktisatçılara göre faizin yasaklanması paranın gizlenmesine yol açar ve piyasada kredi ihtiyacı oldukça, faizin önüne geçilemez. Hükümet, paranın fazla olandan ihtiyaç sahibine akışını temin maksadıyla faizi serbest bırakmalı, kendisinin uygulayacağı bir politika faiziyle piyasa faizini denetim altına almalıdır. Ahlâkî temelin kalmadığı yerde gayet normal bir çözüm…
Tasarrufun fedakârlığı ve aynı zamanda paranın sağlayacağı tatminden vazgeçmeyi gerektirdiği tezini ilk olarak ortaya atan Nassau Senior’ün görüşü, zenginlerin en küçük bir sıkıntıya katlanmadan tasarrufta bulundukları gerekçesiyle, birçok tenkide maruz kalmıştır. Bu sebeple Neoklasik iktisadın kurucusu kabul edilen Alfred Marshal, “fedakârlık” veya “el çekme” yerine “bekleme” ifadesini koymuştur. Bu ekolün bütün çözümlemeleri, faiz yoluyla piyasa dengesinin sağlanması üzerinedir. Marshal’a göre tasarruf eden bugünkü tüketimi gelecek bir güne ertelemiştir. Bunun için bir özendiriciye ihtiyaç vardır. Bu da faizdir. Önceleri J. M. Lauderdale tarafından geliştirilen sermayenin prodüktivitesi teorisine göre, verimlilik sermayenin tabiî bir sonucudur. Verimli olmayan sermaye düşünülemez; bilakis mutlaka verimli sahalara gitmeye çalışan sermaye vardır. Sermaye emek yerine ikame edilebilmektedir. Bu ikame olayı sermayenin de emek gibi değer ürettiğinin ispatıdır. Faiz kredi kullanımıyla elde edilen değer artışının karşılığıdır. Sermaye üretim artışına yol açtığından, bir değer ortaya çıkardığından, faiz hem haktır hem de kaçınılmazdır; yoksa sermaye
hareketliliği olmaz.
Marksizm’de faiz kesinlikle yasaktır; ancak Marks, işçinin sırtından kazanılan artı değer analizi merkezli bir iktisadî anlayış oluşturduğundan, sadece faizi değil, kârı da hırsızlık olarak görmektedir. Marksistlerin faiz konusundaki görüşleri özetle şöyle:
«Faiz, artı değerin değişikliğe uğramış biçimidir. Üretim alanında gerçekleşen bir artı-değer parçasından başka bir şey olmadığı halde, paranın fiyatı gibi görünür. Bir kapitalist girişimci tarafından, bir sermaye sağlamak için ödenen faiz, o girişimcinin işçileri tarafından meydana getirilen toplam artı-değerin bir parçasıdır. Borçlanma, ona bu toplam artı değeri faiz yükünden daha büyük miktarda artırmak imkânını verdiği için girişimci tarafından gözden çıkarılan parçasıdır.
Rekabetin gelişmesi karşısında, kapitalistler gitgide daha çok ek sermaye ararlar. Aynı zamanda, sosyal olarak merkezîleştirici bankalar fraksiyonu, her para meblâğının ek nakit sermayeye dönüşmesini mümkün kılar. Ortalama faiz haddi, yani âtıl olmayan para meblağlarının “normal oran”ı, nakit-sermaye arz ve talebinin dalgalanmalarıyla teessüs eder.
Faiz, sermayenin öz nitelikleriyle ilgili bir şey olmayıp, bu para meblâğının kapitalize edilmesini (faiz ve kârın sermayeye eklenmesiyle kişinin tüm varlıklarını para cinsinden tasavvuru), cemiyetteki bütün emekçiler tarafından yaratılan artı-değerin bir kısmına sahiblenilmesini mümkün kılan belirli üretim ilişkilerinin sonucunu temsil eder.
Böylece, burjuva toplumda, her geliri, ortalama kâr haddiyle kapitalize edilmiş, hayalî bir sermaye geliri olarak görme alışkanlığı yayılmıştır (örneğin, ortalama kâr haddi % 5 ise, 5000 franklık bir yıllık gelir, 100.000 liralık kurmaca bir sermayenin geliri olarak mütalâa edilir).
Bu alışkanlık, burjuva ekonomistlerini, keza, sırf kendi sermayesiyle çalışan bir kapitalist nezdinde de, hem sermaye üzerinden bir faiz hem de kapitalist kârı ayırma fikrine sevk eder.
Her kapitalist, kendi sermayesi üzerinden ortalama faiz haddi değil de, ortalama kâr haddi sağlamaya yöneldiğine göre, burada söz konusu olan ideolojik, yani kurmaca bir işlemdir, bir operasyondur. Bu alışkanlık, kâr teorisinin yerine faiz teorisini ikâme ederek, kâr probleminin yani sömürünün örtbas edilmesini mümkün kılar. »
Avusturya ekolünden Böhm Bawerk’e göre ise insanlar genellikle günlük ihtiyaçlarını ön planda tutar ve geleceği küçümserler. Faizin modern iktisatçılar tarafından algılanma biçimi üzerinde büyük tesir doğurmuştur. Ona göre önemli olan bugünün ihtiyacı ve bugünün fırsatı olduğundan elde bulunan para, yarın ele geçeceği umulandan daha büyük değer taşır. Gelecekteki 110 liradan bugünkü 100 lira daha kıymetlidir. Şu halde bugünün hazır parası ile yarının belirsiz parası arasında bir acyo (komisyon hakkı) vardır ve bir zaman tercihi söz konusudur. Bugünkü malların ileriki mallarla mübadele edilebilmesi için bu acyo farkının kaldırılması gerekir. İşte faiz bu farkı ortadan kaldırmaya yaramaktadır. Böhm Bawerk, vade kaynaklı değer farklılaşmasının ne yönde tecelli edeceği kesin olarak bilinmemesine rağmen bunu sermaye sahibinin sabit bir fiyatla (faiz) ödüllendirilmesi gerektiği şeklinde değerlendirip tercihini tek taraflı olarak kullanmış, borçlunun karşılaşabileceği durumları hesaba katmamıştır. İslâm’da ise para ve mal piyasalarının değişkenliği sebebiyle vadeden doğan değer farklılaşması her iki yönde tecelli edebileceği ve bunu önceden kestirmek mümkün olmadığı için, iki tarafın da hakkını korumak amacıyla kendi cinslerinden vadeli para ve mal mübadeleleri yasaklanmıştır.
Getirdiği “kalkınmacı” modelle 20. asrın iktisad anlayışlarına damgasını vuran J. M. Keynes’in “likidite tercihi teorisi”ne göre ise faiz, likit vasıtaları elde tutmaktan ve para biriktirmekten vazgeçirmek maksadıyla para sahibine ödenen bedeldir. Faiz, insanların günlük alışveriş ihtiyacı, ihtiyatlı davranma ve spekülatif kazançlar elde etme gibi amillerle tasarruflarını elde nakit olarak tutma arzularına (likidite tercihi) karşı bir tedbirdir. Kısacası faiz tasarrufun değil tasarrufu elde tutmaktan vazgeçirmenin bedelidir. Keynes’e göre insan, geliri ve hayat standardı tasarruf etmesine el verdiği zaman para biriktirebilir ve bunu faizi düşünmeden yalnızca kötü günler için yapar. Bu sebeple tasarruf herhangi bir karşılığı veya özendirici tedbir almayı gerektirmez. Keynes, klasik iktisatçıların tasarrufların artması için faiz hadlerinin de yükselmesi gerektiğine dair iddialarına şiddetle karşı çıkmış ve yüksek faizin yatırımları daraltarak halkın gelir seviyesini düşüreceğini, sonuçta da tasarruf kapasitesinin daralacağını savunmuştur. Keynes’e göre binlerce seneden beri devamlı yapılan ferdi tasarruflara rağmen dünyanın çektiği sermaye malları sıkıntısı eskiden araziye, şimdi de paraya verilen yüksek faiz sebebiyledir. Özetle Keynes, klasik iktisatçılardan ayrılarak, faizin tasarruflar için gerekli olmadığını savunmaktadır. O’na göre faiz yatırımları teşvik etmez, aksine engeller.
Günümüzde kitle iletişim araçlarında sesleri yüksek volümle verilen, sıradan Batılı ve azgelişmiş ülke iktisadçılarına göre ise serbest piyasa ekonomisinde faiz, hayatî bir fonksiyona sahip olup kaynakların tasarruf ve tüketim arasındaki bölüşümünü tayin eder. Tasarruflar yine faiz mekanizması vasıtasıyla daha verimli alanlara yönelir. Kaynakların azaldığı durumlarda nisbeten verimliliği düşük olan yatırımlar tasfiye edilir. Faiz, paranın kiralanması karşılığında hak edilen bedeldir. Dar anlamda; ödünç fonlara uygulanan ve piyasanın belirlediği kira bedelidir. Bu bağlamda, fon piyasalarındaki arz ve talebe göre oluşur. Buna “borç faizi” de denir. Onlara göre faiz, para sahibine bağlı olmayan “gayri şahsî” bir gelirdir. Bu genellikle faiz haddinin piyasa koşullarına göre oluştuğunu, parasını ödünç veren kişinin bunda bir rolü olmadığını gösterir. Bir başka yönüyle faiz, mal ve hizmet kullanımını ertelemenin karşılığıdır veya öne almanın bedelidir. Yani, bugün ile gelecek arasındaki bağlantıyı sağlar.
Faiz, konusu bir miktar paranın ödenmesinden ibaret olan borçlarda, alacaklının bu paradan mahrum kaldığı süreye ve belli bir orana bağlı olarak hesaplanan bir karşılıktır. Olayı hukukî açıdan değerlendiren bu tanım, faizin oluşmasına neden olan iki unsur; zaman ve faiz oranını ortaya koymaktadır. Birçok tanımda faizi, paranın kullanılma bedeli olarak görürüz. Bu tamamen doğru değildir. Çünkü ödünç verenin (mukriz) faize hak kazanması için borçlunun parayı kullanması şart değildir. Faizin doğumu için gerekli ve yeterli olan alacaklının bir miktar paradan belli bir süre mahrum kalmış olmasıdır. Bir alacağın faiz getirmesi için, paranın mülkiyetinin borçluya geçmiş olması ve belli bir süre sonra iadesinin şart koşulması gereklidir.
(Bu bölümde Sosyalist Ekonomi Sözlüğü, Ekonomik Terimler Sözlüğü ve TDV İslam Ansiklopedisi’nden faydalandık)
Baran Dergisi 555. Sayı