İçtimaî yapı, ferdler tarafından yaşatılır ancak toplamda ferdleri aşan bir mahiyet arz eder. Tıpkı ipliklerin belli bir düzen ve dizilimde bir araya getirilip kumaşı oluşturması gibi ferdler de birbirleri arasında bir münasebet ağı kurmak sûretiyle cemiyeti oluşturur ve cemiyette işgal ettikleri yere nisbeten kendilerini anlamlandırırlar. Cemiyet ile ferd arasında, aslı ferdde olan ama cemiyetle tamamlanan bir ilişki vardır. İbda Hikemiyatı’nın bize öğrettiği “bildiren olmasa bilginin var olamayacağı” hakikati, insanın, “eşya/varlık bütünü” karşısında kendisini “diğerlerinden” ayırıcı tenkid şuurunu ancak cemiyet içinde ve cemiyet sayesinde kazanabileceğini görmemizi sağlamaktadır. Müessese, kuruluş, kurum, yasa, tüzük, kural, kaide vs. ne sayarsak sayalım hepsinin cemiyete müteallik olduğu, cemiyet olmadan bir pratik bir ehemmiyetlerinin bulunmadığı açıktır. Elbette hakiki hayatı ferd yaşıyor, ama cemiyet olmadan da ferd olunamıyor. Robinson Crusoe, içinden çıktığı cemiyeti 30’undan sonra düştüğü ve tek başına yaşadığı adaya taşırken, ömrü boyunca hiç hemcinslerini görmemiş ve hayvanlar arasında yetişmiş “insan” örnekleri de, kendilerini birlikte yetiştikleri canlılardan ayıramamaktadır. İnsanoğlu dünyaya “insan olma potansiyeli” ile gelir ve cemiyet içerisinde bu potansiyelini açığa çıkarır. Salih Mirzabeyoğlu’nun fikriyatında merkezî hüviyete sahib bir yer verdiği, bizim de bu yazı dizimiz boyunca sürekli etrafında döndüğümüz, ferd ve cemiyetin inşâında olmazsa olmaz önemi haiz hakikat bu noktada boy göstermektedir: “Peygamberler olmasaydı, medeniyet olmazdı; insanlık olmazdı.” Bugün ezelden beridir kendi malımızmış gibi sahib çıktığımız miyarlar aslında öğrenilmiş değerlerdir. Her bir Peygamber, bir yüzü Mutlak Varlık’a diğer yüzü insanlara bakan berzah mevkiindedir ve Allah’tan aldığı Mutlak Ölçüler’i noksanlıkla malul insanlığa tatbik sırrına sahibtir. Onun bu tatbikinden, içinde bulunduğu zaman diliminin ruhunu yansıtan “o devrin medeniyeti” husule gelir. Bunun zirve noktasında ise, bütün peygamberlerdeki hususiyetleri kendinden toplamış Ferdî hakikatin sahibi Hz. Peygamber ve onun getirdiği medeniyet vardır. Her bir peygamber, kendi devrinin medeniyetinin bânisi ve ferd ile cemiyete musallat illetlerin tabibidir.
Yazı dizimizin mevzû olan vakıfların farklı medeniyetlerdeki varlığını ve tekâmülünü izlerken gördüğümüz hep bir hakikat oldu: Gerçekten samimi hislerle iyilik yapmak bir cehd ister ve insanlara hayır getiren tüm kurumlarda bir peygamberin dahli vardır. Bu üstün insanların büyük bir cehd ile tesis ettikleri kurumlar, yozlaşma ve sapkınlıklara uzun bir süre direnmişlerdir. Yozlaşma ve sapkınlık baş gösterdiğinde de ardı sıra gelen bir peygamberin getirdiği yeni bir ruh ile tazelenmişlerdir. Birbirlerinden mekân ve zaman olarak son derece uzak medeniyetlerde iyilik etme maksadı güden teşebbüsler, bu şekilde uzun yıllar boyunca varlıklarını sürdürmüşlerdir. Önceki bölümlerde misal olarak verdiğimiz ve bugün hâlen varlığını sürdüren Hz. İbrahim vakfı, Hz. Musa vakfı, vs. bu söylediklerimize şahitlik eden kurumlardır. Elbette şerli ve kötü işler, bozgunculuklar insanlığı yozlaştırmada büyük bir “maharet” sergilemektedirler, ancak diğer taraftan vakıflar gibi maksadı insanlığa “ebediyen” hizmet etmek olan kurumlar medeniyetlerde “çapa” vazifesi görmekte ve tamamen mahvın önüne geçmektedir.
Bu hafta Eski Yunan’da vakıfların vaziyetini irdeleyeceğiz. Üstad Necip Fazıl, Batı medeniyetine kaynaklık eden üçlü sacayaktan birisi olarak tavsif etmektedir “Yunan Aklı”nı… Yunanlılar, Milattan önce 8. Asırdan itibaren hakikaten büyük bir medeniyet inşâ ettiler. Yunanistan’ın coğrafî şartlarının getirdiği zorluklar, artan nüfusa kifayet etmeyen bir arazi, Ege gibi kısa menzilli ve kıyı paralelinde yolculuk etmeyi kolaylaştıran bir denize komşu olmanın getirdiği deniz ticaretinde üstünlük vs. bu medeniyetin oluşumunda önemli rol oynamışlardır. Yunanlıların atası olan Akalar ve onları takiben Dorlar, MÖ 2000’lerde Balkanların kuzeyinden Yunanistan yarımadasının güney kısmına gelip yerleşmişlerdir. Ondan sonraki bin yıl boyunca Ege Denizi’ne ve Batı Anadolu’ya yayılmışlardır. Meşhur Truva Savaşı işte bu dönemde gerçekleşmiştir. MÖ 12. Asırda Yunanistan, tarihçilerin karanlık çağlar dediği bir döneme girmiş ve Yunanistan’daki birkaç krallıktan müteşekkil idare sistemi ortadan kalkmıştır. Elimizde kendisi hakkında hemen hemen hiçbir malumat bulunmadığından bu devre “karanlık çağ” denmektedir.
MÖ 9. Asırda Yunanistan, yeniden gün yüzüne çıkmıştır, ancak farklı bir şekilde: Adına “polis” denilen, her birinin idarî sistemi kendine has birçok devlet vardır artık Yunanistan’da. Bunlardan, Atina, Isparta, Tebai ve Korint başı çekmektedir. Her biri yapıca gerçekten birbirlerinden son derece farklı ve çoğunlukla da hasım olan bu devletler, sahib oldukları yoğun nüfusa bakmak maksadıyla bütün Akdeniz, Ege ve Karadeniz havzasında koloniler kurmuşlar ve yüzlerce yıl buraları egemenlikleri altında tutmuşlardır. Yunan medeniyetini, Yunanistan’ın bu durumunu bilmeden anlamak imkânsızdır. Yunanlılar MÖ 9. Asırdan itibaren diğer tüm Akdeniz havzası kavimleriyle, Ortadoğu devletleriyle, Anadolu’daki milletlerle yakın ilişki içinde bulunmak durumunda kalmışlardır. Öyle bilim adamı kisveli bazı Batılıların iddia ettiği gibi Yunan medeniyeti “yumurtadan çıkmamıştır.” Yunan medeniyetinin yeniden gün yüzüne çıktığı tarih olan MÖ 9. Asırda Mısır, Fenike, Asur, Hitit, İbranî, Frig gibi ülkelerdeki medeniyetler ya en şaşaalı dönemini yaşamaktaydı ya da sönmeye yüz tutmuştu. Yunanlıların yazısı, mesela, aslen Fenike yazısıdır. Yunanlıların felsefe ve müesseselerinde bu medeniyetlerden etkilenmediğini düşünmek, en basit tabirle abesle iştigal etmektir.
Fakat Yunanlıların, irtibatta oldukları diğer kavim ve devletlerden gördüklerini yeni bir terkibe ulaştırdıkları aşikârdır. Bu terkibi oluşturma işleminde de en ön plana Atina şehir devleti çıkmıştır. Eski Yunanistan’da, MÖ 6. Asırdan, Roma tarafından işgal edildiği MÖ 2. Asra kadar, arada inkıtalara uğrasa da, “demokrasi” ile yönetilen Atina, konumuz olan vakıfların da en çok vücut bulduğu bölge olmuştur. Ancak bu demokrasi, doğrudan katılımcı ve sadece mülk sahibi olanların oy kullanmasına müsaade eden, dolayısıyla sadece onların haklarını koruyan “oligarşik” bir demokrasiydi.
Bazı araştırmacılar, henüz herhangi bir arkeolojik buluntuya rastlanmadığından dolayı diğer şehir devletlerinde kurulmuş olan vakıf benzeri kurumların mevcudiyetine dair bilgilerin günümüze kadar ulaşmadığını, yoksa bu tarz uygulamaların Yunanistan’ın diğer bölgelerinde de bulunduğunu iddia etmektedirler.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, eski Yunanistan’da çok küçük bir alana sıkışmış 20’ye yakın devletin yönetim biçimleri ve hukukî düzenleri arasında ciddi farklılıklar bulunmaktaydı. Devletin üzerine kurulduğu toprakların arazi yapısının ziraat yönünden uygun ve o devirde işlenebilir madenler açısından zengin olup olmaması, denize açılmaya müsaade eden bir limana sahip bulunup bulunmaması ve en son olarak da yabancılarla rahatlıkla temas kurulup kurulamaması, vakıf konusu da dâhil olmak üzere o devletin kurumlara müteallik tavrını ve diğer devletlere yönelik siyasetini belirlemekteydi. Bu saydığımız hususlardan Atina son ikisinde, yani denizcilik ve yabancı kavimlerin kabulü noktalarında, diğer Yunan devletlerinden gözle görülür bir şekilde ilerideydi. Yunanistan hem birçok koloniye sahibti hem de önemli miktarda yabancı doğrudan Atina şehrinde yaşamaktaydı. Bu yabancıların bilhassa ticaret maksadıyla Atina’da bulunduklarına, kimilerinin elçilik veya ticarî ataşelik vazifesi icra ettiğine, ancak bir kısmının da ders vermeye veya almaya gelmiş insanlardan oluştuğuna dair kayıtlar bulunmuştur. Atina, en parlak dönemlerinde son derece kozmopolit bir görünüm arz etmekteydi.
Eski Yunanistan ile alakalı eldeki mevcut veriler umumiyetle Atina menşeili olduklarından, biz de meselemizi bu şehir devleti üzerine teksif etme durumunda olacağız. Diğer taraftan, her ne kadar yerel unsurlar olsa dahi, diğer Yunan “polis”lerinin kabul ettiği “tanrılar”ın da Atina menşeili olduğunu görmekteyiz. Eğitim, sanat vesair sahalarda da Atina, diğerlerine örneklik teşkil etmekteydi. Fikrî mümbitlik bakımından da Atina’nın diğer devletlerden çok önde olduğunu kabul etmek gerekir. “Adları bugün bile bilinen Eshilos, Aristofanes, Evripides, Sofokles; filozoflar Aristo, Eflatun, Sokrates; tarihçiler Herodot, Tukidides, Ksenofon; şair Simonides; heykeltıraş Fidias bu müreffeh dönemde yaşamış önemli kişilerdi. Atina bu dönemde Perikles'in deyimiyle Helen uygarlığının okulu hâline geldi.” (Britannica Ansiklopedisi, Ancient Greece –Eski Yunanistan- maddesi) Atina deyince akla en başta felsefenin gelmemesi mümkün mü? Kendisine göre yaşanacak hakikati arama sanatı diye tarif edilen felsefe sahasında eski Yunan’da, Batı Âleminde sonradan neşet eden bütün akımların birinden birine muhakkak kendini istinad ettiği Eflatun, Aristo, Demokritos ve tabii en önemlisi gerçek felsefe metodolojisini getiren Sokrates yaşamıştı. Eflatun’un diyalogları öylesine canlıdır ki, o zamanın Atina’sının havasını teneffüs edebilmekteyiz. Eflatun’un eserleri vasıtasıyla, hakikati bulma arzusunun ve yaşanmaya değer hayat arayışının Atinalıları nasıl sardığını görmekteyiz. Ancak işin doğrusu bu arayış, umumiyetle vatandaş sıfatını haiz olan zengin sınıfa mensub topluluk arasında cereyan etmekteydi. Yaradılış, Tanrı, ahlâk, devlet, kanun, vs mevzûlar, Eflatun’un eserlerinde işlenmiş temel meselelerdir.
Atina’da, sadece hür, yani toprak sahibi kişilere mülk edinme ve dolayısıyla “daha da zenginleşebilme” yolları açık tutulduğundan, aristokrat sınıf ile diğerleri arasında ciddi bir uçurum hâsıl olmuştu. Halk arasındaki böylesi bir dikey tabakalaşmanın rahatsızlıklara yol açması tabiiydi. O yüzden, cemiyetin geneli nezdinde, aristokrat sınıfın halkın diğer katmanlarının aleyhine sürekli büyüyen serveti kaynaklı gerilimi tazmin etmesi dinen ve ahlâken zorunlu addedilmekteydi. Atina’da halkı eğlendirmeye matuf her tür oyun, drama, olimpiyat oyunları vs’nin düzenlenmesi ve masraflarının karşılanması bu sınıfın vazifesiydi. Eski Yunan’daki şehir devletlerinde böyle bir iş bölümü görmekteyiz. Bir kısım zanaatkârlar, cemiyet için zaruri bir vazifeyi de kendiliğinden üstlenmek durumundaydılar. Mesela bazı şehirlerde inşaat usta ve ameleleri aynı zamanda itfaiye teşkilatını oluşturmaktaydılar. Zengin sınıfının vazifelerinden birisi de, servetinin bir kısmını, halkı eğlendirmek için harcamaktı. Eski Yunan’da her şehirde bir “amfiteatr” yapılmasının arkasında, alt tabakaların eğlendirilerek “avutulması” maksadının yattığını da bilmem söylemeye hacet var mı?
Vakıf benzeri hayır kurumlarını tesis edip bunların yaşamasını sağlamak da, yine bu anlamda zenginlerin üzerlerine aldıkları bir işti. Bu kurumlar, dinî bir hüviyette, yani bir tapınağın yapımı ve idamesini sağlama biçiminde olabileceği gibi, tamamen dünyevî işlerle de alakalı olabilirdi. Neticede, okullar, aşevleri, yetimlere ve yaşlılara yardım eden evler, Atina’da varlıklı kesim tarafından kurulup onların tahsis ettikleri akarlarla yaşatılan yerlerdi.
Gelecek sayı konumuza kaldığımız yerden devam edeceğiz.
Baran Dergisi 433. Sayı