Ilımlı İslâm adı altında itikadımıza musallat olan FETÖ’nün 15 Temmuz ile beraber gündemden kalkmasının ardından doğan boşluk, ne yazık ki gerçek ve derin Müslümanlarca doldurulamadı ve ortalık daha beter bir bataklığa dönüştü. Bilhassa televizyon ekranlarında “sabah şekeri” kıvamındaki sözüm ona İslâmî programlar ve sosyal medya üzerinden yapılan yayınlarla Müslüman Anadolu’nun itikadına yönelik taarruz artarak devam etti, ediyor. Son yıllarda sıkça duymaya başladığımız deizm ve agnostisizm de mezhebsizlik, dinde reform, hadis inkârcılığı ve türlü sapkınlıkla beraber bu işlerin neticelerinden.

Sorunun Kaynağı
Temel problem dünyevileşme; ve dünyevileşme ile beraber gözün gördüğü ve görmediği her şeyin metalaştırılması. Bu yalnız bugünün meselesi değil. 

İbda Hikemiyatı’nın tezlerinden biri de; “Peygamberler olmasaydı, medeniyet olmazdı. ... İlk insan, ilk Peygamber; Hazret-i Âdem (A.S.) ve ilk dil O’nunla var.” Şimdi bu teze diğer bir açıdan yaklaşarak şöyle de söyleyebiliriz; “İlk insan, ilk Peygamber; Hazret-i Âdem (a.s) ve ilk DİN O’nunla var.” İlk din Hazret-i Âdem ile beraber vardı ve tahrif edilen ilk şeriat da Hazret-i Âdem’in şeriatıydı. Ta ki insanlık kemâle erinceye ve Allah Resûlü halk edilinceye kadar muhtelif peygamberler ve onların şeriatları gelmeye devam etti.

Dünyevîleşme, insanoğlunun muvazenesini kaybetme hâlidir; hani Kumandan’ın Üstad’ı takdim ederken, “İdeali aramayla toprağa bağlanmak arasındaki berzahta kıvranan insanoğlunun “oluş” ıstırabı…” deyişindeki muvazeneyi kurmak yerine, toprağa bağlanmakta karar kılarak “oluş” ıstırabından kaçınması hâli.

Kendisini dine uydurmak yerine, dini kendisine uydurmaya kalkanların hâlinin kaynağı hep bu muvazenenin kurulamayışındandır ki, bu da yeni değil, insanlık tarihi kadar eski bir meseledir.

Tarih boyunca gördüğümüz putların da, putperestlerin de, putperestliğin de kaynağı burasıdır. 

Abdülhakîm Arvasî Hazretleri diyor ki; “Yetmiş iki bid’at fırkasının muktedâları, yani başları din âlimi idi; fakat akıllarını dinlerine tercih ettiler.” Bu nazardan bakarak, İslâm’ın sırat-ı müstakimine çapraz çizgiler çeken yetmiş iki bid’at fırkanın başındakilerin de din âlimi olduğunu düşünecek olursak, geçmiş dinleri tahrif ederek putperestliği imâl edenlerin de yine dinlerinin yerine akıllarını ve gözlerini tercih eden din âlimleri olduğunu unutmamak gerekir.

Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin meşhur sözüdür; “Küfrün kaynağını bilmeyen, gerçek imanda olamaz.” Yetmiş iki bid’at fırkanın kurucusu olan din âlimleri bu sözü işitmiş olsalardı, küfrün kaynağının İlâhî emirlerin tahrif edilmiş hâlleri olduğunu bilselerdi, yine aynı işi yaparlar mıydı? Muhtemeldir ki yine yaparlardı. Çünkü “nefsanî akıl”, kuşatabildiğini kavrar ve kuşatamadığını da kavrayabileceği bir forma dönüştürmek noktasında son derece şehvetlidir. Eğer mücerretleri idrak edecek, daha doğrusu idrakin aczini idrak edişin idrakin ta kendisi olduğunu idrak edecek “selim akıl” yoksa, bu işin sonu kimi zaman dini yıkmak, kimi zaman ise dini kurtarmak niyeti taşısa da her seferinde putperestliğe çıkar. 

Doğru Düşünce Faaliyeti
“Doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyeti olmaz.” der, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu. Yani, doğru düşünce kalıplarının bir yapbozun parçaları gibi birbirine eklenmesi gibi işletilen doğru düşünce faaliyeti ve bunun neticesinde ortaya çıkan doğru iş ve eser. 

Bugün doğru kabul edilen düşünce hangisi? Dini kendisine uydurmaya kalkanlar her ne kadar Batılı düşünceye karşı çıkıyor görünüyorsa da, eserlerine baktığımızda açıkça görüyoruz ki düşünülen şeyin muhtevası farklılık arz etse de, tıpkı onlar gibi düşünüyorlar. Bunu, meselelerin yalnız o ân için onların idrak kablarına sığdığı kadarını kabul edip, geri kalan muhtemel tüm hikmetleri reddedişlerinden anlıyoruz. 

El atılan İslâmî bir mesele bile olsa, eğer ki İslâmî bir düşünce ile ona yaklaşılmazsa oradan rahmet değil küfür doğar. Üstad Necib Fazıl’ın Esseyyid Abdülhakîm ArvasîHazretleri’ne ithaf ettiği, O’ndan ilhâmla ve intibayla yazılmış olan “Tanrı Kulundan Dinlediklerim” isimli eserinin başlarında, “bu taife elini küfre değdirecek olsa Şeriat, cahil elini Şeriat’e değdirse küfür doğar!” dediği hikmet. 

Ruhçuluk
İbda Hikemiyâtı’ndan öğrendiğimiz üzere; “ruh, muvazene âmilidir ve muvazene onun eseridir.” Demek ki, zıtlar arasında muvazene kurulması gereken her ân, biz şuurunda olsak da olmasak da âmil olan ruhtur. İnsanın, “Halk Âlemi”nde, yani içinde yaşadığımız bu âlemde doğan zıtlıklar arasında muvazene kurabilmesini mümkün kılan, “Emr Âlemi”ne âit olan zaman ve mekân dışı/üstü ruhudur. “Ruhçuluk, eşya ve hâdiseleri, kendi içlerinden çıkan kuru müşahede ve kuru tecrübe, kuru akıl ve kuru bilgi kanunları üstünde, madde göziyle görülemez ve ölçülemez müessirlere bağlamak anlayışıdır.”

İnsan aklı, idrak kuvvetlerinin tutsaklığında, kuşatabildiğinden ibaret bir çevreyi arzular. Kendisi olan “ben” başta, kendisinden hâriç kalan her “şey”i de idrak kuvvetlerinin tutsaklığında kuşatmak ister; “Halk Âlemi”nin sonsuz addedebileceğimiz kadar çok kombinasyonunu, birbirinden tecrit edilmiş parçalar hâlinde inceleyerek, bu kuşatmayı gerçekleştirmeye çalışır. Hâlbuki aklın bizzat kendisi, diğer akıllarla beraber bütünden bir parçadır ve bütün tarafından kuşatılmıştır.

“İmam-ı Gazali, akıl yolundan kemâli araya araya nihayet aklı iflas ettirmiştir; dünyanın en büyük kafa buhranını çekmiş, büyük idrak kahramanı… Öyle ki, bastığı yere bile inanamaz, içtiği bir damla suyu bile hazmedemez hâle gelir.
Ve der ki:

“ - Herşey ruhtan ibaret; ruh ise Allah ve Resûlü’nün ruhu… Ona teslim olmaktan başka çare yoktu, ben de teslim oldum ve kurtuldum!” (Necib Fazıl, Dünya Bir İnkılâp Bekliyor –Dünya Bir İnkılâp Bekliyor/Yolumuz, Halimiz, Çaremiz/Ruh Muvazenesi/Her Cephesiyle Komünizma, 11. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2011, s. 85-86)

Mukaddes ölçü meâli:
- “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.”

Ruh hakkında kat’i bir malûmatımızın olmaması bile, ruhun keyfiyetlerinden biri olan aklın aczini isbat etmeye yeter de artar. Öyle ki, beş duyu ve maddî suretlerin tutsağı durumundaki akıl, bu suretlere ve idrak kuvvetlerine sığmayan ruhu idrak etmekten yana acizdir. İnsanın dış dünyayı idrak etmesine vesile olan beş hasse, “Halk Âlemi”nin ötesini idrak etmekten yana da acizdir. Aynı zamanda, “Allah, zuhurunun şiddetinden gaiptir.” ölçüsünü de hatırlatalım. Akıl, bir şeyi kuşatınca kavrar demiştik; aklın, içinde bulunduğu âlem itibariyle “Emr Âlemi”ni ve “Zat Âlemi”ni kuşatamayacak olduğunu, ancak kuşatılan olacağını hesaba katacak olursak, imân için ruhçuluğun zaruret olduğu da böylelikle ortaya çıkar.

Ruhun akıl tarafından kuşatılamaması ve tek bir esasa bağlanamaması, bize, “Hâlk Âlemi”nin hakikatlerinin zorunlu kanunlarla kuşatılamayacağını ve “Hâlk Âlemi”nin ruha nisbetle mânâlandırılması gerektiğini açıkça ortaya koyar.

Bizim dünya görüşümüz de bu ölçülerden yola çıkarak, madde plânını, onun ötesinde bulunan ulvî bir anlayışla, yâni “Mutlak Fikir”e nisbetle örgüleştirilen “İslâm’a Muhatab Anlayış” ile mânâlandırır. Keyfiyetçilik de burada başlar ki; keyfiyet demek, her şeyin ruh adına anlamlandırılması demektir.

Ruhçuluk, aynı zamanda mihraksız aklın da reddedilişidir. Bu sayede ruhçu, aklın nefse tutsaklığından kurtularak gerçek hürriyete kavuşur; dolayısıyla ruhçu gerçek hürdür aynı zamanda.

Batı’nın ve ona karşı görünüp aslında ondan taraf olan sapkınların bugün hürriyetten anladığı ve elindeki tüm imkânlarla dayattığı, insanın nefsine tutsaklığıdır. İnsan, nefsine tutsak olduğu ölçüde cemiyetten kopar, fânileşir ve yöneten “emperyalist tanrı”lar tarafından rahatça istismar edilir. 

Nefs kelimesin hangi mânâda kullandığımızı da izah edelim:
- “Nefs, ne ‘ben’dir, benliktir, ne zattır, şudur, budur; kalb hakikati içinde, ruhun mukabil kutbunu gösteren apayrı ve bambaşka bir mevcuttur. Her insanda bu mevcut daima gizli ve bazen aşikâr bir Allah düşmanıdır.” (Salih Mirzabeyoğlu, Kökler–Necib Fazıl’dan Esseyid Abdülhakîm Arvasî’ye–, 1. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1986, s. 105)

Hakikati aramanın bize göre ilk şartı, “Allah’a inanıyor muyuz?” suâline verilen cevabdır. Eğer ki Allah’a inanılmıyorsa, “ruh ilgilendiği her şeyi canlı kılar” ölçüsünce, bugün ele ne gelirse veya ele ne verilirse bir süre sonra onun hakikati o olur ve eldekilere bakarak aranan hakikat, atılan her adımda iki adım öteye kaçar; “mihraksız tümevarım zaafiyeti.” Yok, eğer Allah’a inanıyorsak, iman sahibiysek, artık bundan sonrasında aranması gereken bellidir ve zaten bilinen aranır.

Batı ruhunun, ilgilendiklerini canlı kılmasının uç misâli olarak “Samiri’nin öküzü” bahsini gösterebiliriz:

- “‘Samirî’nin öküzü’ bahsinde, o öküz heykelinin böğürmesiyle alâkalı, Muhiddin-i Arabî Hazretleri, bilmeden Cibril Aleyhisselâm’ın ayak bastığı toprağın da heykele karıştırılmasıyla ilgili olarak, “ruh neyle ilgilenirse onu canlı kılar ve eşyaya yayılan bu ruha NASUT derler!” (Salih Mirzabeyoğlu, Berzah, Takdim) Ruhçuluğun ufkunda yer alan Allahçılık çizgisine çapraz bir istikâmette ilerleyen Batı’nın iç karartıcı manzarası bugün bütün çıplaklığıyla ortada.

Ruhçuluğun ufku olan Allahçılık çizgisinin istikâmeti ise Hûd Sûresinde:

- “Hûd Sûresinde istikâmet emredilmiştir. İstikâmet, doğruluk, çetinlerin çetini bir iştir. Zira istikâmet, bütün fiiller, haller, sözler ve ahlâkta orta yeri tutmak ve onda sabit kalmaktır. O şekilde ki, bütün fiillerde zaruret dışına taşılmasın ve ifrat tefritten korunulabilsin… Onun içindir ki, ‘keramet ve harikalarda iş yoktur, iş istikâmettedir.’ denilmiştir.” (Salih Mirzabeyoğlu, Kökler–Necib Fazıl’dan Esseyid Abdülhakîm Arvasî’ye–, 1. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1986, s. 139) Başta demiştik ya, belirlenen hedeflere nasıl varılacağı, buyurun size istikâmet davası. 

Madde gözüyle görülemez, ölçülemez müessir “Mutlak Fikir”dir ve onun tatbik planındaki karşılığı da; insanî verim şubelerinin tümüne tabiî bir şekilde çözüm getiren “İslâm’a Muhatab Anlayış”tır. Dolayısıyla mesele İslâm’ı değil, Üstad Necib Fazıl’ın dediği gibi anlayışı yenileme meselesidir. 

İslâm’ın Gerçek Düşmanları
Küfrün kurmuş olduğu dünya düzeninin her planda iflâs ettiği ve çatır çatır çöktüğü günümüzde, hakiki bir İslâm ihtilâl ve inkılâbının önündeki asıl engel, küfür soyundan ziyade, kendisini Müslüman kisvesi altına gizleyenler ile İslâm’ı kendisine uydurmaya kalkarak itikadlara musallat olan reformist, nefsanî tefsirci, ham yobaz-kaba softa ve sahte sofilerdir. Bunlar düşmanlıkları yanı sıra gerek cehaletleri gerekse sinsilikleriyle hakiki bir İslâmî birlikteliğin gücünü zayıflatmak için tahliye kanalı vazifesi gördüklerinden, dışarıdan da desteklenmektedirler. Bu sebeble de bunlar, İbda’nın fikir ve diğer planlardaki imha hedeflerinden birini teşkil etmektedir.

Baran Dergisi 631. Sayı