Giriş

Tasavvuf, şer’î ilimlerden olup kaynağı Kuran-ı Kerim, Sünnet ve Siret-i Nebeviyye, Sahabe-i Kiram, Tâbiîn ve insanlar arasında ahlâkî yaşantılarıyla temayüz ve tebarüz eden büyüklerin tecrübelerinden ibarettir. Tasavvufun gayesi nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesidir. Tasavvuf Muhammedî Ahlâk’ın medresesidir. Birinci medrese Hira, ikinci medrese Mekke’deki Dâru’l-Erkâm, üçüncüsü de Medine-i Münevvere’de Efendimiz Aleyhisselam tarafından kurulan Mescid-i Nebeviyye ile bitişik Suffe Medresesi’dir. Tasavvuf, ihsan makamına ulaşmak için seyr u sülûktan ibarettir. Kötülüklerden arınmak ve iyiliklerle süslenmektir. Tasavvuf, his perdelerini aralamaktır. Dârü'l-Hilâfeti'l-Osmaniye’ye bağlı en yüksek medrese olan Medrese-i Mütehassısîn’in hocası ve aynı zamanda İlahiyat Fakülteleri’nin ilk hocası olan Seyyid Abdülhakim Arvâsî er-Riyâzü't-Tasavufiyye (Tasavvuf Bahçeleri) adlı eserinde adlı eserinde “Tasavvufun Başlangıç ve Doğuşu” başlığı altında pek mücmel ve gayet mufassal malumat vermektedir:

“Tasavvuf semavi şeriatlerin hakikatleriyle vasıflanmaktan doğmuştur. Şeriatlerden murad, semavi kitaplar ve ilahi emir ve yasaklardır ki tasavvuf her zaman itikat mevzuu hususları sabit olan şeriatlerin değişip yenilenmesiyle yenilenen ameli hususlarının da tatbikini ve kolaylıkla yerine gelmesini sağlayıcı bir vasıftan ve vesileden ibarettir. Şu hâlde tasavvuf denilen sıfat, Nübüvvet ve Risaletle beraberdir” [2]

Kur’an-ı Kerim’in “Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, onları tezkiye eden (arındıran), onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapkınlık içinde bulunuyorlardı” [3] âyetinde nübüvvetin üç mühim vazifelerinden olan tezkiye (arınma) zikredilmiştir. İslam dünyası, Kur’an-ı Kerim’de geçen bu tezkiyeyi yaşamadıkları ve öğrenmedikleri için istenilen seviyeden gün geçtikçe uzaklaşmaktadırlar. Tasavvufun bid’at olmadığını ortaya koymak ve bid’at ehlinden uzaklaşmak için Ehl-i Sünnet havasları, II. asrın sonlarına doğru sûfî kelimesiyle tanınmışlardır.[4] Tezkiye, terbiye, ahlak, zühd gibi Kur’an’da yer alan ıstılahlarla aynı anlamı taşıyan tasavvuf; itikatta Ehl-i Sünnet, amelde fıkha bağlılık, faziletli amellerde hadis ehline, adapta ise kalbi amellere riayet edenlere verilen isimdir.

Tasavvufla ilgili bu girişten sonra “Abdülhakim Arvâsî’nin “Tasavvuf Risalet ve Nübüvvetle Beraberdir’’ Tespitinin Bir Tahlili şöyledir:

1. Tasavvuf Risalet ve Nübüvvetle Beraberdir

Tasavvuf; şer’î ilimlerden olup hem ilim hem ameldir. Yani nazarî ve amelîdir. Diğer İslamî ilimlerde olduğu gibi kaynağı mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim ve Mutahhar Sünnet-i Nebeviyyedir. Ayrıca İslamî ve İnsanî tecrübe de önemli kaynaklarındandır. Tasavvuf kitap ve sünnete bağlılık şer'-i şerifin zâhirine harfiyen uymaktır. Tasavvuf bir zaruret olmadıkça ruhsatlarla amel etmeyi telkin ve tavsiye etmez. Haramlardan içtinap etmeyi (kaçınmayı) esas alır. Hatta fazla mübahlara karşı da perhizkâr olmayı teşvik eder.

Seyr u sülûk yolunda ilerlerken müntesipleri Peygamber Efendimizin sünnetini esas alır. Peygamber Efendimize tabiiyet olmazsa böyle bir amelin kabulünün şartı eksik olduğundan şiddetle reddeder. Çünkü ibadetlerin kabulünün iki şartından birisi de peygambere ittibâ’dır. Diğeri ise ihlastır. İhlas ve mütâbaatta müdâhane yani gevşekliği tard eder. İtikadî meselelerde Ehl-i sünnet’e bağlı olmayı temel esas olarak kabul eder. Tasavvuf şeriata konulan bid’atları kabul etmez ve bu gibi bid’atlardan zinhar kaçınır. Tarikatlara bid’atları bulaştırmayı zındıklık olarak telakki eder.

İmam-ı Rabbânî, tasavvuf gayesini şöyle tespit etmiştir: Tasavvufun maksadı (seyr u sülûk yoluna girmenin esas gayesi), sûfiye yoluna girmekten esas gaye şer'an inanılması gereken hususların gerçek olduğuna dair yakînin artması ki imanın hakikati de budur. Ayrıca fıkhî hükümlerin edasında da kolaylık hâsıl olmasıdır. Bunun dışında tasavvufta başka bir şey aranmaz.[5] Burada iman hakikatlerinde yakînin artması ve mükellef olduğumuz ibadetlerin yapılmasında kolaylığın hâsıl olması gerekir.

Nasrâbâdî (ö. 367/978) tasavvufu; ‘‘Kur’an-ı Kerim ve peygamberin sünnetine tam bir tabiiyet, hevâ ve bid’atları terk etmek, meşayihlerin yani mürşid-i kâmillerin yasakladığı şeylere saygı göstermek, günlük vazifelerine devam etmek, ruhsatları ve kendini rahatlatmak için tevil yolunu terk etmektir.’’ şeklinde izah etmiştir.[6] Tasavvuf ilmi, ebedî saadete ulaşmak için bâtın ve zâhirin tamiri ve kötü ahlakın tasfiyesi ve nefsin tezkiyesinin yol ve yordamını bildiren bir ilimdir. [7]

Tasavvufun konusu; nefsin tezkiyesi ve kalbin manevi sıkıntılarından tasfiyesidir. Tasavvuf veraset ilmidir. Âlimler peygamberlerin varisidirler.[8] Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin ahlâkıyla ahlâklanan fiilî, kavlî ve amelî yönden ona tabi olanlara peygamber vârisi denir. “Veraset ilmi dinde tefekkuh etmiş kimseler için kullanılır. Bu da hikmettir ki mealen kime hikmet verilmişse ona büyük bir hayır verilmiştir (Bakara Suresi 269. ayet) zümresine girenlerden olur Hasan-ı Basrî’ye Peygamberin vârislerinin kim olduğu sorusuna o da “fakîhlerin dışında kim olabilir. Bunların dışında vâris olabilecek hiç kimseyi gördünüz mü?’’ şeklinde cevap vermiştir.

1.1. Kur’anî Bir Kavram Olarak Tezkiye

Tasavvufun esas konusunu Kur’an-ı Kerim’de bildirilen kalbî ameller teşkil eder. Nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi tasavvufun mevzusudur. Bundan dolayıdır ki bu gibi kavramlar zikredilince tasavvuf anlaşılmaktadır. Bazı kitaplarda tezkiyeden maksat sünnî tasavvuf anlaşılmaktadır. Bu şekilde tasnif yapanlar da olmuştur.

Tezkiyenin tarifi: Tezkiye kavramı Kur’anî bir kelime olup Râgıb el-İsfahânî tarafından (ö. V./XI. yüzyılın ilk çeyreği) artmak, bereket ve arınmak şeklinde tarif edilmiştir. Tezkiye mal, varlık için kullanıldığı zaman bereket, sadaka ve zekât için kullanıldığı zaman artmak, nefisle ilgili kullanıldığı zaman arınmak tâhir (temizlenme) ile zikredilmektedir.[9] Tezkiye bütün Müslümanlar için İslam ve iman dairesinde kaldığı müddetçe herkesin bunda nasibi vardır. Tezkiye vasıtalarına göre mü'min, kâmil derecesinde iman sahibi olur. Hakiki iman ancak şer’î ölçülere yakîn derecesinde inanmakla mümkündür. Şems suresi 6-7-8-9. ayetlerde; “Yere ve onu yayıp döşeyene andolsun, Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.’’ şeklinde bildirilmiştir. Ayrıca A'lâ Sûresi’nde nefis arındırmanın kurtuluşa vesile olacağını bildirmektedir. A'lâ Sûresi 14. ayette; ‘Arınan ve Rabbinin adını anıp, namaz kılan kimse mutlaka kurtuluşa erer.’’ şeklinde bildirilmiştir.

Peygamber Efendimizin görevleri arasında bulunan tezkiye görevinin efendimize verilmesi, müminler için bir lütf-ı ilahi olduğu bildirilmektedir.

“Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” [10] şeklinde bildirilmiştir. Bu ayet-i kerimeyi teemül ettiğimizde nübüvvetin dört önemli vazifelerinden bir tanesi de Tezkiye görevidir. Müzekki, Peygamber Efendimizin isimleri arasındadır. Burada;

·      Birinci vazife; tebliğ ve davettir. (Mübelliğ)

·      İkinci vazife; tâlimdir. (Muallim)

·      Üçüncü vazife; tezkiyedir. (Müzekkî)

Bu üç önemli nebevî vazife Müminler tarafından tatbik edildiği dönemlerde İslam ümmeti altın çağını yaşamıştır. Bundan şu sonuca varabiliriz.

Bu üç önemli vazifeden bir tanesi eksik olduğu, ihmal edildiği ve yapılmadığı zaman Allah ve Resulünün Müminlere yüklediği misyon yerine getirilmemiş demektir. Başarılı olabilmek için fert ve toplum olarak bu üç önemli hususla ancak gayeye ulaşmak mümkündür. İslam ümmetinin başarısı bu üç husus ile kaimdir.

Bu nedenle nefsin arındırılması olan tezkiye ihmal edilmemelidir. Tezkiye ise tasavvufun konu edindiği bir husustur. İlk dönemden itibaren bu hususta kitaplar yazılmış olup Hasan-ı Basrî, Ebû Hanife, Davud-i Taî, İbrahim Edhem, Zünnûn-ı Mısrî gibi şahsiyetler, mürşid-i kâmiller, muvahhitler, veliler ve mücahitler yetişmişlerdir.

1.2. İlk Dönem Tasavvufî Eserler

  • Ebû Saîd el-Harrâz (ö. 277/890) - Kitâbu's-Sıdk
  • Kelâbâzî (ö. 380/990)- et-Taʿarruf li-meẕhebi ehli’t-taṣavvuf.
  • El-Kuşeyrî (ö. 465/1072) -er-Risâletü’l-Ḳuşeyriyye.
  • Ebû Tâlib-i Mekkî (ö.386)- Kutü’l-Kulûb
  • Hucvirî (ö. 465/1072 [?]) -Keşfu’l-Mahcûb
  • Gazâlî (ö. 505/1111)-İhya’u Ulüm’id-Din
  • Seyyid Abdülkadir Geylânî (ö. 561/1166)- Gunyetü't-Tâlibîn
  • İbn Atâullah el-İskenderî (ö. 709/1309)- Hikem-i Atâiyye
  • Fahreddin Ali Safî (ö. 939/1532) - Reşeḥât-ı Aynü’l-Hayât
  • İmam-ı Rabbânî (ö. 1034/1624) - Mektubât

Bunun dışında bugüne kadar tasavvuf ve tarikatlarla ilgili çokça eserler yazılmıştır. Bazı mutasavvıfların ne için kitap yazmadıkları sorusuna; ehl-i tasavvuf büyük şahsiyetler, onların yetiştirdiği her bir insan aynı zamanda birer eserdir. Bu husus tefekkür edilince ehl-i tasavvuftan daha fazla eser yazanlar olmamıştır demek yanlış olmaz.

1.3. Tasavvuf ve Sûfî Kelimesinin İlk Olarak Kullanılması

Tasavvuf bid’at olmayıp sonradan ihdas olan bir ilim değildir. Hicri ikinci asrın ortalarına doğru bu kelime telaffuz edilmiştir. Ve bununla ilgili diğer ilimlerde olduğu gibi tedvin hareketi başlamıştır. Fıkıh ve usulü tefsir, hadis mecmuaları alet ilimlerinden nahif-sarf ve tecvid gibi ilimlerle beraber tasavvufta bir disiplin içerisinde tedvin edilmiştir. Biz burada tecvid ilmi ile tasavvufu karşılaştıracak olursak tasavvufun Peygamber efendimizin hâl-i şeriflerinden neşet ettiğini dolayısıyla konu daha da vuzuha kavuşmuş olur. Bilindiği üzere Kur’an-ı Kerim’in ayetleri nazil olduktan sonra Peygamberimiz okuduğu bu ayetleri Sahabe-i Kiram pür dikkat Efendimizin Fem-i Muhsin’inden kulak kabartarak almışlardır. Tecvidin kaideleri de bu okunuş şeklinden hareketle daha sonra yazılı hale gelmiştir. Sahabe döneminde kıraat biçimi ve şeklini efendimizin okunuşunu taklit ederek kendilerinden sonraki nesle aktarmışlardır. İşte tasavvuf da aynı tecvid gibi efendimizin hâl-i şeriflerinden, hareketlerinden, tatbikatlarından taklit edilerek nesilden nesile günümüze kadar ulaşmıştır. Tıpkı tecvid ilmi gibi.

Kur’an-ı Kerim’de, Kur’an’ın tertil üzere okunması emredilmiştir. Fakat bunun nasıl olacağını Sahâbe-i Kirâm peygamberimizin uygulamasından öğrenmişlerdir. İşte tasavvuf da böyledir.

Allah-u Teâla takvayı, adaleti, insanlara yardım etmeyi, kötülüklerden kaçınmayı, merhamet etmeyi ve bunun gibi emir ve nehiyleri bildirmiş, Sahâbe-i Kirâm Peygamber Efendimizden bunun tatbikini öğrenmişlerdir.

Eimme-i Müslimîn tâbiîn döneminde Hicri 2. asırda bu ismi dillendirmişlerdir. Hasan-ı Basrî (ö. 110/728) ‘‘Ben tavafta bir sûfî gördüm. Ona bir şeyler vermek istedim. Ancak almadı ve bende 4 dank vardır. Bana yeter.’’ şeklinde nakletmiştir.[11]

Süfyân Es-Sevrî’den (ö.161/778) rivayetle ‘‘Ebû Hâşim es-Sûfî olmasaydı ben riyanın inceliklerini bilemezdim.’’ şeklinde nakletmiştir.[12]

Hafız Ebû Nuaym (ö. 430/1038), Caferi Sâdık’tan şunu rivayet etmiştir. ‘‘Caferi Sâdık (ö. 148/765) Peygamberin zahirine göre yaşayan sünnîdir. Peygamberin batınına göre yaşayan ise sûfîdir.’’şeklinde nakletmiştir. [13]

İmam Kuşeyrî (ö. 465/1072) risalesinde tasavvuf ile ilgili; “Allah’ın rahmeti üzerinize olsun. Biliniz ki Resulullah’ın döneminde yaşayanlara Resulullah’ın Sahabîleri denilmiştir. Çünkü bundan daha faziletli bir şey olamazdı. Bundan dolayı onlara Sahabe denildi. II. asırda sahabeleri görenlere, sahabelerle beraber olanlara Tâbiîn denilmiştir. Ondan sonra gelenlere Etbâu’t-Tâbiîn ismiyle anılmışlardır. Sonra İslam toplumu arasında ihtilaflar baş gösterdi. Değişik fırkalara ayrıldılar. Dini emirlere titizlik gösterenlere zâhidler ve âbidler denildi. Her itikadî fırka (Hârici, Mûtezile, Şia’ya mensup olanlar) arasında zâhidlerin ve âbidlerin olduğunu iddia ettiler. Bundan olacak ki ehl-i sünnet içerisinde Allah-u Teâla’ya karşı nefislerini gözeten, kalplerini kötülüklerden koruyanlar tasavvuf ismiyle anıldılar. Bu isim Hicretin 2. asrın ortalarına doğru faziletli insanlar için sıfat olarak kullanıla gelmiştir.’’ Şeklinde tespitte bulunmuştur.[14]

2. Tasavvuf Semavi Vahye Dayanır

El-İmâm el-Hâfız Seyyid Muhammed Sıddîk El-Gumârî “Tasavvufun ilk müessisi kimdir?” sorusuna cevabî fetvasında şöyle demiştir; “Bilinmelidir ki tarikatın ilk müessisi vahy-i semâvî ile dinle beraber olmuştur. Hiç şüphesiz o ihsan makamıdır ki dinin 3 rüknünden biridir.”Cebrail tarafından sorulan İslam, İman, İhsan sorularına Peygamberimizin tek tek cevap verdikten sonra Efendimiz “bu Cebrail idi, size dininizi öğretmek için geldi.” şeklinde nakletmiştir. [15]

Dârü’l-Hilâfeti’l-Osmaniyye Medresetü’l-Mütehassısîn’de tasavvuf hocası ve aynı zamanda İlahiyat Fakültelerinin ilk tasavvuf hocası olan Seyyid Abdülhakim Arvâsî er-Riyâzü’t-tasavvufiye adlı çok faydalı eserinde Tasavvuf kelimesinin doğuşu ve isimlendirilmesi, tasavvufun tarifi, tasavvufun başlangıç ve doğuşuyla alakalı veciz bir şekilde beyan buyurduktan sonra şöyle bir tespitte bulunmuşlardır; “Şu halde tasavvuf denilen sıfat nübüvvet ve risaletle beraberdir’’ tespitini yaptıktan sonra tasavvufun gayesi hakkında şöyle buyurmuşlardır: "Tasavvuf gayesi kötü ahlak ve maddi-manevi düşük vasıflardan arınmak, iyi ahlak ve üstün vasıflarla donanmaktır. ‘‘Şöyle ki ben üstün ahlak değerlerini tamamlamak için gönderildim.’’ mealindeki hadisin işaretlerinden en üstün Peygamberin gönderilişi ve peygamberliğindeki gayenin yüksek ahlakı tamamlamak olduğu anlaşılmış oluyor.” [16]

2.1. Tasavvuf 8 Haslet Üzere Bina Edilmiştir

Tasavvufta Seyyidü’t Tâife olarak meşhur olan Cüneyd-i Bağdâdî'den (v. 297/909) rivayetle peygamberlerde bulunan 8 üstün haslet gerçekten tasavvuf için temel teşkil etmiştir, demek yanlış olmaz. Bunlar seha, rıza, sabır, işaret, gurbet, yün giysi, seyahat ve fakr’dır.

·      Sehâ; İbrahim Aleyhisselam’ın,

·      Rıza; İshak Aleyhisselam’ın,

·      Sabır; Eyyûb Aleyhisselam’ın,

·      İşaret; Zekeriyyâ Aleyhisselam’ın,

·      Gurbet; Yahya Aleyhisselam’ın,

·      Yün giysi; Musa Aleyhisselam’ın,

·      Seyahat; İsa Aleyhisselam’ın,

·      Fakr ise Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem Aleyhisselam’ın hususiyetidir.[17]

2.2. Peygamberlerden Söz Alınmıştır

“Hani, Allah peygamberlerden, “Andolsun, size vereceğim her kitap ve hikmetten sonra, elinizdekini doğrulayan bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka iman edeceksiniz ve ona mutlaka yardım edeceksiniz” diye söz almış ve “Bunu kabul ettiniz mi; verdiğim bu ağır görevi üstlendiniz mi?” demişti. Onlar, “Kabul ettik” demişlerdi. Allah da, “Öyleyse şahid olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım”[18] demişti.’’

Bu ayet-i kerimeyle ilgili Tefsîrü'l-Mazharî'de İbn-i Abbas’ın Hz. Ali’nin şöyle dediğini kaydetmektedir; “Allah-u Teala Âdem’den ve ondan sonra gelen bütün peygamberlerden Hz. Muhammed hakkında kendi kavimlerine ve eğer gönderildiği zaman hayatta iseler ona iman ve onun dinine yardım edeceklerine dair söz almıştır. Özellikle bu peygamberlerden bazılarının İsrailoğullarına işaret vardır. Çünkü onlar ‘‘peygamberler ancak bizden olur.’’ savını iddia edecekleri için onlardan ahd almıştır.” [19] Nitekim Hz. İsa’ya Saff Suresi 6. Ayette; ‘‘Hani, Meryem oğlu İsa, ‘Ey İsrailoğulları! Şüphesiz ben, Allah’ın size, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici (olarak gönderdiği) peygamberiyim.’ demişti. Fakat (İsa) onlara apaçık mucizeleri getirince, ‘Bu, apaçık bir sihirdir’ dediler. Musa da kendisinden sonra gelen İsa Aleyhisselam’a kavmine ona iman etmelerini emretmişti.

Urvetü’l-Vüska Muhammed Masum Fârûkî (ö. 1079/1668) bir mektubunda şöyle söylemektedir:

“İki dünya saadetine kavuşmak, iki dünyanın efendisine tabi olmaya bağlıdır. Yani cehennemden kurtuluş, o iyilerin efendisine uymaya, cennete girmekte yine o seçilmişlerin imamına (önderine) mütabeata bağlıdır. Hak teâlânın rızasına kavuşmak ise yine o seçilmişlerin efendisinin izinden gitmek şartıyla mümkündür. Ona uymadan yapılan tevbe, zühd, tevekkül ve dünyadan kesilme makbul değildir. Onu tevessül etmeden olan zikirler, fikirler, şevkler ve zevkler neticesizdir. Peygamberler onun hayat pınarından bir bardak içmekle doymuş ve kanmışlar, evliya onun nihayetsiz denizinden bir yudumla kemâle gelmişlerdir. Melek onun tufeylîsi (aşığı), felek onun huveylisidir. Varlık ipi ona bağlı, var olma zinciri ona merbuttur. Rubûbiyetin zuhuru yine ona bağlıdır.” [20]

Kısaca “kâinat hep onun arkasındadır...’’

Bunun için mes’ud gençlere ve akıllı taliplere lazımdır ki, zâhiren ve batînen (bedenleri ve kalpleri ile beraber) ona ittibâ etmeye çalışsınlar. Bu devlet ve saadeti olumsuz kılan ne varsa, beden ve kalp gözlerini ondan yumsunlar ve yakinen tekrar yakinen bilsinler ki, bir kimsenin binlerce bin kere fazileti olsa ve Resûlullah’a mütabeatta gevşek ve önemsemez şekilde davransa, böyle bir kimsenin sohbeti ve sevgisi öldürücü zehirdir. Ama bu fazilet ve hârıka hallerden hiç birine sahip olmayan bir kimse, ittibâ’da sağlam ve şaşmaz olsa, onun sohbeti ve muhabbeti en büyük şifa ve ilaçtır.” [21]

Bu yola bağlı olan tâifenin de maksatlarının en yükseği ve isteklerinin gaye noktası her şeyde Peygamber’e tam anlamıyla ittibâ (uyma)’dır. Zâhirde ve bâtında mahlûkatın en faziletlisi olan Allah Resûlüne hakikatiyle vâris olmaktır. Demek ki tasavvufun ve dolayısıyla velayetin de gayesi bu olmak lazım gelir.” [22]

Tasavvufun konu edindiği kavramlar Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflere dayanmaktadır. Ahlakla ilgili, nefis tezkiyesiyle ilgili, kalbî amellerle ilgili ıstılahlar Kitap ve Sünnet kaynaklıdır.

Özellikle ilk dönem kaynaklarda bu husus bariz bir şekilde görülmektedir.

Örnek sadedinde fakih ve muhaddis hususiyetleriyle temayüz ve tebarüz eden İmam Nevevî’nin meşhur hadis kitaplarından Riyâzu’s-Sâlihîn (Salihlerin Bahçesi) tasavvuf yolunda ilerlemek isteyenler için önemli bir müracaat kitabıdır. Zaten tasavvuf ehli fezâil-i a'mâlde hadis ehline tabi olmuşlardır.

Tasavvuf İslâmî ilimlerden şer'î ilimlere tabidir. İslam dışı kaynaklarla irtibatlandırılanlar cehaletlerinden, gafletlerinden veya İslâmiyete düşmanlıklarından kaynaklanmaktadır.

“Tasavvufun, İslam dışı mistik kültürlerden kaynaklandığına yönelik iddialar karşısında mutasavvıflar ise kendi sistem ve öğretilerini temellendirmek için Kur’an ve Sünnet'ten birtakım deliller öne sürme gereksinimi duymuşlardır. Tasavvufun, ismen Kur’an’da ve hadislerde geçmese de bir hayat tarzı olarak her iki kaynakta da yer aldığı kanaatinde olan mutasavvıflar, bu düşüncelerini kaleme aldıkları eserlerde dile getirmişlerdir. Mutasavvıfların bu çabaları en açık bir şekilde tasavvuf kavramlarını içeren temel kaynaklarda görülmektedir.” [23]

2.3. Zâhiri ve Bâtınî Emir ve Nehiyler

Hiç şüphesiz bilindiği üzere Allahu Teâlâ yüce ve mukaddes kitabında ben cinleri ve insanları bana kulluk etsinler diye yarattım diye buyurmaktadır. Bunun tefsiri ve meali kısaca şöyledir.

‘‘Ben cinleri ve insanları yalnız beni ilâh tanısınlar, candan Müslüman olarak bana teslim olsunlar, saygıyla bana kulluk ve ibadet etsinler, yalnızca benim şeriatıma bağlansınlar, bana boyun eğsinler diye yarattım.”[24]

İbadetler
a) Bedenî,
b) Malî,
c) Kavlî,
d) Kalbî,

Bazı âlimler ibadetleri bu dört grupta değerlendirmişlerdir. Bedenî ibadetler; organlarla yapılan ibadetler ile alakalı fıkıhta tafsilî olarak izah edilmiştir.[25]

Kavlî ibadetler; dille yapılan her türlü ibadetler, Kur'ân-ı ı Kerim okumak, tesbihatlar, tehlil, tahmid ve salavat-ı şerifeler. Bunlar da dil ile yapılmakta olup mürşid-i kâmil tarafından sûfîlere zikrü’l-lisan vazifesi olarak tembih ve tavsiye edilmektedir.

Mâlî ibadetler de zekât sadaka gibi ibadetler ki tasavvuf ehli bu ibadeti çok önemsemiş ve müstahaklarına dağıtmayı emretmişlerdir. Hatta malında zekât hakkı olan bir kimsenin ibadet olarak ne kadar sadaka verilirse verilsin az da olsa verilmemiş farz zekatın yerini tutmaz.

Kâlbî ibadetlerle ilgili de kalp, hased, ucub (kendini beğenme), riya ve benzeri hastalıklarla alakalı bilgileri, marifetleri öğrenmeyi izah eden İmam Celâleddin Suyûtî (ö. 911/1505) sonunda İmam Gazâlî’ye atıf yaparak bunların farz-ı ayn olduğuna hükmetmiştir. [26]

Allah-u Teâlâ açık ve gizli zâhir ve bâtın yani organlarla ve kalp ile yapılan fuhşiyatı (çirkinlikleri) haram kılmıştır.

Ayet-i Kerime’yi delil gösteren kalple ilgili yapılan kötülüklerin de haram kılındığına dair "De ki: "Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri haram kılmıştır” [27] Başka bir ayette “Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın” [28] Ayet-i Kerimede adı geçen Fevahiş-i Batına’dan maksat kalbin kötü amelleri olan kin, kıskançlık, riya, nifak, şeytanî düşünceler şeklinde tefsir etmişlerdir. Âlimler kalbî hastalıklardan kalbi arındırmak için tövbeye ihtiyaç olduğunu açıkça bildirmişlerdir.

Hatta İmam-ı Rabbânî ‘‘Et parçası olan kalbin hastalıklarına karşı çok çaba sarf edildiği halde âlem-i emirde olan kalbe musallat olan hastalıkları tedavi etmek dünya ve ahiret saadetine sebep olur.’’ diye buyurmuştur.[29]

1- Bedenî olan emir ve nehiyler
a) Emirler, Namaz, Oruç, Hac vb.
b) Nehiyler, adam öldürmek, zina, içki, kumar gibi yasaklar.

2- Kalbî amellerle ilgili emirler
a) İhlas, tevekkül, kalbi zikir, yakîn, sabır, takva.
b) Şirk, riya, buğz, haset, nifak, kibir gibi...

Bedenin ıslahı kalbin ıslahına bağlıdır. Peygamber efendimiz, “Bilin ki! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki o, iyi (doğru ve düzgün) olursa bütün vücut iyi (doğru ve düzgün) olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Bilin ki! O, kalptir.”[30]

Peygamber Efendimiz bir defasında, eliyle göğsünü işaret ederek üç kere “İşte takva buradadır” buyurmuştur.[31]

İmâm-ı Rabbânî; “Bilinmesi gerekir ki zâhirî (bedeni) hastalıklar şer’î hükümleri eda etmede zorluk, tembellik ve gevşekliğe sebep oluyorsa bâtınî (kalp) hastalıkları da böyledir.

Zâhirî hastalıklar organların zayıf olmasına sebep olduğu gibi bâtınî hastalıklar ise yakînî imanın zayıflığına ve imanın noksanlığına sebep oluyor.’’ Yoksa şer’î emirlerde, tekliflerde hiçbir zorluk yoktur. Hepsinde de kolaylık ve hafiflik vardır. [32]

Yüce Allah ‘‘... Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez...’’ (Bakara Suresi 185. Ayet) açıklamayla konuyu gayet güzel ifade etmişlerdir.

*Büyük alim, fakih allame İbn-i Âbidîn (ö. 1252/1836) meşhur haşiyesinde ihlas, ucub (kendini beğenme), haset ve riya ile ilgili ilmi öğrenmek farz-ı ayn’dır ve bunun gibi İmam-ı Gazali İhya-u Ulumi’d-Din’in “Mühlikat” bölümünde apaçık bildirilen kibir, haset, gazap, cimrilik, tûl-i emel... vb. hastalıklardan da kurtulmak gereklidir. Hiçbir beşer bu manevi hastalıklardan kurtulduğunu iddia edemez. O halde kişinin kendisini bunlardan izale etmesi farz-ı ayn’dır. Bu da ancak bu hastalıkların tariflerini, sebeplerini, özelliklerini ve tedavi yollarını ve ilaçlarını tanımakla mümkündür. Çünkü şerri tanımamak kişiyi şerden uzaklaştıramaz ve şerre bulaşır.[33]

Batınî temizlik olmadan zahirî temizliğin ahlakî yönden kişinin kâmil ve erdemli sıfatlara sahip olması mümkün değildir. Yukarıda verdiğimiz kaynaklardan da anlaşıldığı üzere müspet yönden kalbî amellerin Allah-u Teâlâ’ya kulluk göreviyle mükellef olan insanın bu konuda da sorumlu olduğundan sarfınazar edilemez.

2.4. İlk Dönem Müctehid Âlimlerinin Tasavvuf Telakkileri

İmam-ı Âzam Ebû Hanife (ö. 150/767) Cafer Es-Sâdık Hazretleriyle tanıştıktan sonra “son iki yılım olmasaydı yani onunla beraber geçirdiğim son iki yıl olmasaydı Numan helak olurdu.” Cafer Es-Sâdık Hazretleri tasavvuf silsilesinde ismi zikredilen ehl-i beyt imamlarındandır.[34]

İmam Mâlik bin Enes (ö. 179/795); “İlmi ile amel etmeyen fakih fasık, tasavvufla uğraşıp fıkıhla amel etmeyen sûfî zındık olur.” [35]

İmam-ı Şafii (ö. 204/820); ‘‘Hem sûfî hem fakih ol. Tek taraflı olma.” [36]

Ahmed bin Hanbel (ö. 241/855) oğluna; “Tasavvuf ehlinin meclisine devam et. Çünkü onlar ilim, murakabe, haşyetullah, zühd ve himmetlerini âlî tutmada bizden ileridedirler.” [37]

Allame Tacuddin es-Subki (ö. 771/1370); ‘‘Onlar (sûfîler) Ehlullah’tan olup duaların bereketiyle yağmur yağar. Onların anıldığı yerde rahmetin nüzulü umulan Allah’ın has kullarıdırlar.’’[38]

Hatta bunlardan bazı talebeleri Dâvûd-î Tâî (ö. 165/781[?]) ve benzerleri gibi müçtehid imamlara talebe olmuşlar ve fetva vermişlerdir. Bazı mutasavvıfların ifade ve beyanlarında anlaşılmaz gibi görünen sözlerinin ve kitaplarının olduğunu biliyoruz. Bunlardan bir tanesi de Sultanu’l-Arifin olarak meşhur olan Bayezid-i Bistami’dir. (ö. 234/848[?]) Söz ve kitapları anlaşılmayan bu gibi mutasavvıfların (Muhyiddin İbnü'l-Arabî İbnü’l Arabi gibi) kendilerine ait yazdıkları kitaplarında ‘‘bizim kitaplarımızı anlamayan okumasın’’ şeklinde bir ikazda ve tembihte bulundukları görülmektedir.

Sultânü'l-Ârifîn olarak meşhur olan Bâyezid-i Bistâmî’ye, Tasavvuf nedir? sorusuna; “Şeriatın diliyle mi, hakikatin diliyle mi yoksa hak diliyle mi?” diye cevap verdi. Onlar, “Bu nasıl olur?” diye söyleyince Bâyezid-i Bistâmî cevap vererek; Şeriat lisanıyla tasavvuf; kalbin tasa ve kederlerden tasfiye edilmesi, yaratılmışlara karşı güzel ahlakla muamelede bulunmak, şeriatın tamamında peygambere tabi olmaktır,

Hakikat lisanıyla tasavvuf; cinayetleri (küçük-büyük günah) terk etmek ve eşya denilen her şeyden nefsi beri kılmaktır. Bütün istek ve arzuları def etmek, safsataları terk etmek, gökyüzünü yaratan yaratıcının dışında hiçbir şeyde huzur aramamaktır,

Hak lisanıyla tasavvuf; Allah-u Teâlâ sûfîleri kendi sıfatıyla sıfatlandırmış (Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak), onları kendi sıfatlarından sıyırmış ve bundan dolayı onlara sûfî denilmiştir.’’[39]

Allah-u Teâla mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de; “Muhakkak ki nefsini tezkiye (arınma) eden kurtulmuştur.” [40]

Peygamberimizin duaları arasında “Allah’ım! Nefsime takvâsını ver ve onu tezkiye et! Sen onu en iyi tezkiye edensin. Sen onun velîsi ve Mevlâ’sısın.”[41]

Sonuç

1- Tasavvuf, İslâmî ilimlerin şer’î ilimlerindendir.
2- Tasavvufun kaynağı vahy-i semâvîye dayanır.
3- Belli bir dönemden sonra gayrimüslimlerin İslâmî ilimlere müdahalesi olduğu gibi tasavvufa da müdahaleler olmuş, İslam âlimleri tarafından diğer ilimlerde olduğu gibi bu müdahaleler bertaraf edilmiştir.
4- Tasavvuf olgun ve erdemli mü’minler, rol model şahsiyetler yetiştirmiştir.
5- Tasavvufa karşı olanlar cehaletlerinden, gafletlerinden veya düşmanlıklarından dolayıdır.
6- Tarih içerisinde bazı grup ve güruhlar tasavvuf ve tarikat ismini istismar etmişlerdir. Günümüzde de bu tür istismarların önüne geçmek için Osmanlı’da olduğu gibi (meşihat makamı) bir kurumun olması elzemdir.
7- Tasavvuf medresesi kendisine mensup olanların kabiliyetlerini geliştirmeli ve ileriye doğru müspet hedeflere yönlendirmelidirler.
8- Hiç unutmamak gerekir ki bütün insanların ıslah-i nefse, Muhammedî ahlaka ve yaratılış gayelerine uygun yetiştirilmelerine ihtiyacı vardır.

Son notlar

[1] Emekli İl Müftüsü.
[2] Seyyid Abdülhakim Arvasi, Tasavvuf Bahçeleri, sad. N. Fazıl Kısakürek (İstanbul: 2017), 18.
[3] Âl-i İmrân, 3/164.
[4] İbrâhim b. Mûsâ eş-Şâtıbî, el-İ‘tisâm (Mısır: Mektebetü’t-Ticariyyetü’l-Kübra, ts. ), 1/90.
[5] İmam-ı Rabbani, Mektubat, Farsça Nüsha (İstanbul: Sönmez Neşriyat 1973), 207. Mektup, 1/412.
[6] Şeyhu’l-İslâm Zekeriya b. Muhammed el-Ensari, Netâicü’l-efkâri’l-kudsiyye ( Beyrût: Dâr’ul Kutubi’l-İlmiyye, 2000), 2/24.
[7] el-Ensari, Netâicü’l-efkâri’l-kudsiyye, 1/104.
[8] Ebu Davud, İlim, 1.
[9] Râgıb el-İsfahânî, Müfredâtü elfâẓi’l-Ḳurʾân (İstanbul, 1986), 218.
[10] Âl-i İmrân, 3/164
[11] Zehebi (M. 1274-1348), Ṭezkiretü’l-ḥuffâẓ (Beyrût: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, ts. ), 1/7.
[12] Reşat Öngören, “Sûfî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (İstanbul: TDV, 2009), 37/471-472.
[13] Ebû Nuaym el-İsfahânî, Ḥilyetü’l-evliyâʾ , I-X, (Kahire: 1351/1932,) 1/20.
[14] Kuşeyri, er-Risale (Beyrût: Darul Minhac, 2020).
[15] İsa Abdulkadir, Hakaik ani't-Tasavvuf (Halep: Dârü'l-İrfân, 2007), 24.
[16] Necip Fazıl Kısakürek, Esseyyid Abdülhakim Arvasi Tasavvuf Bahçeleri, 14. Basım (İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2017), 18-19.
[17] Abdülmelik b. Muhammed İbrahim en-Nisaburi el-Harakuşi (H.407-M.1016), Kitabu tehzibu’l-esrar (Abu Dabi: ys., 1999), 27.
[18] Âl-i İmrân Sûresi, 3/81.
[19] el-Kadim Muhammed Senaullah el-Osmani el-Hanefi el-Mazhari, (H.1176 Vefat), Tefsîrü'l-Mazharî (Beyrut: 2004), 2/84.
[20] Süleyman Kuku, Mektûbât-ı Masumiyye (İstanbul: Alioğlu Yayınları, 2017), 10. Mektup, 1/86.
[21] Kuku, Mektûbât-ı Masumiyye, 1/86.
[22] es-Seyyid Abdülhakim Arvasi, Tasavvuf Bahçeleri, 18-19.
[23] Mahmud Esad Erkaya, Kur’an Kaynaklı Tasavvuf Kavramları (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2023), Önsöz.
[24] Zâriyat, 51/56.
[25] Bkz. Abdurrahman Candan, Muhtasar Şafiî İlmihali (Ankara: DİB Yayınları, 2020) s.77-80.
[26] İsa Abdulkadir, Hakaik Anit Tasavvuf, 29.
[27] A’raf, 7/33.
[28] En’am, 6/151.
[29] İmam-ı Rabbani, Mektubat, 1/219,
[30] Buhârî, Îmân, 39.
[31] İbn-i Hanbel, 3/134.
[32] İmam-ı Rabbani, Mektubat, 1/459.
[33] İbn-i Âbidîn, Haşiyetü Dürri'l-Muhtâr (İstanbul: Kahraman Yayınları, 1984), 1/43.
[34] Âlûsî, Azâb Men Sebbe'l-Eshâb, 309.
[35] Zerrûk, Kavaid et-Tasavvuf, 25.
[36] Divan-ı Şafii, 36
[37] Hasan Basri Salim, Menhecü't-Tasavvuf İnde'l-İmâm Serhendî (Endonezya: Camiatu Şerif Hidayetullah El-İslâmiyye el-Hukumiyye Master Tezi, Cakarta Endonezya, 2020), 20.
[38] Hasan Basri Salim, Men Hecu’t Tasavvuf İnde’l İmam Serhendî, 20.
[39] el-Harakuşi, Kitabu tehzibu’l- esrar, 27.
[40] eş-Şems, 91/9.
[41] Müslim, Zikir, 73.

Kaynakça

Abdulkadir, İsa. Hakaik ani't-Tasavvuf. Halep: Dârü'l-İrfân, 2007.
Alusî, Ebü’l-Meali Şihâbuddin El-. Sabbûl, Azâb Alâ Men Sebbe'l-Eshâb.. Beyrût: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Arvâsî, Esseyyid Abdülhakim. Tasavvuf Bahçeleri. sad. N. Fazıl Kısakürek. İstanbul: 2017.
Candan, Abdurrahman. Muhtasar Şafiî İlmihali. Ankara: DİB Yayınları, 2020.
Ensari , Şeyhu’l-İslâm Zekeriya b. Muhammed el-. Netâicü’l-efkâri’l-kudsiyye. Beyrût: Dâr’ul Kutubi’l-İlmiyye, 2000.
Erkaya, Mahmud Esad. Kur’an Kaynaklı Tasavvuf Kavramları. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2023.
Harakuşi, Abdülmelik b. Muhammed İbrahim en-Nisaburi el-. Kitabu tehzibu’l-esrar. Abu Dabi: ys., 1999.
İbn-i Âbidîn, Muhammed Emin. Haşiyetü Dürril-Muhtar. İstanbul: Kahraman Yayınları, 1984.
İmam-ı Rabbani. Mektubat. Farsça Nüsha. İstanbul: Sönmez Neşriyat, 1973.
İsfehânî, Ebû Nuaym el-İsfahânî, Ḥilyetü’l-evliyâʾ I-X. Kahire: 1351/1932.
İsfehânî, Râgıb. Müfredâtü elfâẓi’l-Ḳurʾân. İstanbul, 1986.
Kısakürek, Necip Fazıl. Esseyyid Abdülhakim Arvâsî Tasavvuf Bahçeleri. 14. Basım. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2017.
Kuku, Süleyman. Mektûbât-ı Masumiyye. İstanbul: Alioğlu Yayınları, 2017.
Kuşeyri. er-Risale. Beyrût: Dârü'l-Minhâc, 2020.
Mazhari, el-Kadim Muhammed Senaullah el-Osmani el-Hanefi. Tefsîrü'l-Mazharî. Beyrut: 2004.
Salim, Hasan Basri. Menhecü't-Tasavvuf İnde'l-İmâm Serhendî. Endonezya: Camiatu Şerif Hidayetullah El-İslâmiyye el-Hukumiyye Master Tezi, Cakarta Endonezya, 2020.
Şâtıbî, İbrâhim b. Mûsâ. el-İ’tisâm. Mısır: Mektebetü’t-Ticariyyetü’l-Kübra, ts.
Öngören, Reşat. “Sûfî”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 37/471-472. İstanbul: TDV, 2009.
Zehebi. Ṭezkiretü’l-ḥuffâẓ. Beyrût: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, ts.

Aylık Baran Dergisi 31. Sayı, Ağustos 2024