İslâm Dünyası mutlaka, bir an önce kendi “Yeni Dünya Düzeni”ni benimseyip uygulamaya sokmak zorunda. Aksi takdirde, geçmişte olduğu gibi, Batı’nın başlattığı yeni değişim sürecine ister istemez tâbi olmak zorunda kalacaktır.
İnsanoğlu, “halkın aklı gözündedir, halk gördüğüne inanır” doğrusuna misâl, görüşlerini doğrulayacak örnekleri arayıp bulmaya, kurallardan çok hâdiseleri görmeye ve gördüğü şeylerin en sansasyonel olanını açıklama diye paketleyip pazarlamaya teşne bir varlık. Böyle bir temayül tabiatına hoş gelir. Bir taraftan tesir etme ve etkilenme hüviyetiyle, tabiatla etkileşim içinde, dışımızdaki gerçekliğe dair bilgi edinme peşinde koşarken; diğer yandan da “kim olduğuna”, “ne olduğuna” şahitlik etmek gibi aslî bir görevi yüklenmek yerine, kendi kendini aldatmanın göstergesi halinde; fikir sahibi olmadan bilgi sahibi olarak ve bu “kozmetik bilgi”lerin tamamını hayata taşıyarak, gerçekliği algılayışın dumura uğradığı bir alanda ömrünü tüketir.
Gündelik hayata dair en alelâde isteklerinden, hayâlini kurduğu en yüce ideale kadar tüm bu arayışlarında temel aldığı, hayatı kendisi için anlamlı kılan bir zihniyet dünyasına dayanır. Dünyayı belli bir perspektiften kavramasını temin eden bu zihniyet; ister aklı ideolojik eksen olarak kabul eden, ama ruhu karanlıkta bırakan ve dünyayı dünyanın bilgisi ile açıklama iddiasında olan materyalist bir “keyfiyet” belirtsin; isterse Kelâm-ı Mutlak’tan hareketle temellendirilmiş, âlemi kendi hür oluşu içinde takip eden idealist bir nitelik arz etsin, dışımızdaki dünyayı tanımlarken kullandığımız dil kendi içinde ne kadar tutarlı, iç müşahedemiz ne kadar derinse anlattığı gerçekliği de bizim için o kadar anlamlı kılar. Biz de aradığımız ve iletmek istediğimiz hakikatle o denli incelikli ve derin bir ilişki kurarız. Üzerinde olduğumuz “iş” de o nisbette bir kalite ve kıymet kazanır.
“Bizim gibi”, akşam âlim yatıp, sabah uyandığında başka bir dille konuşmak zorunda kalan toplumlarda dil büyük bir sorun ve toplumunun büyük bir kesiminin genellikle dilden anladığı; dilin dışımızdaki gerçekliği yansıtan alelâde, fonksiyonel bir alet, sözler topluluğu ve dil bilgisi kurallarından ibaret olduğu şeklindedir. Bir de bunun bizde; erken cumhuriyet döneminde, tüm faaliyeti Arapça-Farsça kelimelere uydurukça karşılıklar bulmak olan ve dil meselesini sadece kelimelerden ibaret gören, Türk Dil Kurumu diye bir versiyonu vardı ki, evlere şenlik!..
Oysa “âlem, Allah’ın lisânlarından bir lisândır.” Ve “dil insana verilmiş bir kâinat plânıdır.” (S. Mirzabeyoğlu-Dil ve Anlayış) Bu ölçüler ışığında meseleye, farklı anlam dünyaları bakımından dilin etkinlik alanına konma biçimi, düşünce dünyamızın sığlığı-derinliği ve bunların dile yansıması açısından bakarsak; dil, dışımızdaki gerçekliğin belirli bir şekilde kavranmasına ve temellendirilmesine dayanan bir inşadır. Dahası, eşyanın Hakk’ın hangi ilahî isminin hükmü altında bulunduğunu keşfe; Martin Heidegger’in nitelendirmesiyle, “sözün bir ve aynı olana sürekli bağlanması”na yönelik bir ibdadır. Fakat her halükârda, yine de altta bir yerlerde, şuur seviyesinin her değişiminde yeniden üretilmeyi bekleyen, “varlığın ve varoluşun kökünde bulunan, sonsuz ve sınırsız bir keşfe mevzu” (S. Mirzabeyoğlu-Dil ve Anlayış) derin bir sırlar âlemi yatacaktır. Çünkü “Zat-ı İlahî mutlak bilinemezlik içindedir.” Dolayısıyla, “aynı kelime klişelerinde görünen, ayrı ve zıt mânâlar bahsi” (S. Mirzabeyoğlu-Dil ve Anlayış) çerçevesinde, beş asırdır uyuyan İslâm düşüncesini yatağından çıkaran İbda Mimarı’nın sırlar âleminde şairane salınışına ve Ölüm Odası B-7 nam eserine bu gözle bakılmasının faydalı olacağı kanaatindeyim.
“İnsan ve muradı olmadan eşyanın hakikati anlaşılamaz” (S. Mirzabeyoğlu-Dil ve Anlayış) doğrusundan mülhem, büyüklüğü ve karmaşıklığı nisbetinde kuşatmakta ve kavramakta âciz kaldığımız, sırlarla dolu bir âlemde yaşıyoruz. Ve her gün bu âlemle ilgili yeni bilgiler ediniyoruz. Edindiğimiz bu bilgiler hem izafî, hem de mutlak bir niteliği haizdir. İzafîdirler, çünkü gözlem ve deneye dayalı öğrenme yanılmalara açıktırlar. Dolayısıyla bu bilgiler de yeni icat ve keşifler neticesinde kolayca fark edilebilir bir mahiyettedir. Mutlak bir özellikleri de vardır, çünkü Şeyh-i Ekber’den öğrendiğimize göre; “eşyaya dair bilgi Hakk’a dair bilgiye zorunlu olarak tekaddüm eder.” Dolayısıyla, temellük ettiğimiz bu bilgilerin tamamı şuur seviyesine yükselmiş olmakla mutlak bilgiye giden yolda bir merhale oluşturur. M. Heidegger de bunu doğrular mahiyette; “var olanın görünebilmesi için, varlığın açılması gerektiğinden” le, “dile, var olanı işleyişinde açığa çıkarma ve onu koruma görevi verilmiştir” tesbitinde bulunur. Tüm bunlardan da anlıyoruz ki, mutlak bilgiye giden yolda “gaye, Hakk’ı âlemin Rabb’i olarak tanımaksa, böyle bir bilgi ancak önce âlemi tanımakla mümkün olur.” (Fütuhat-ı Mekkiye-M.İbn-i Arabi Hazretleri) Onun içindir ki; “halkın dili, Hakk’ın dili” denilmiştir. Ve ilahî esrarın fethine nail olanlar nezdinde; “Hakk görünen, halk ise aklî bir kavramdır.” “Çünkü onlar eşyada Hakk’tan başkasını görmez.”
Allah’ın Hazreti Âdem’e öğrettiği isimlerdeki sırların taşıyıcısı olarak “Allah Sevgilisi’nin dili halkın dilidir ki, hükümlerden ibarettir; hususi dil, ondan çıkarılmış hakikatlerdir.” (S. Mirzabeyoğlu-Dil ve Anlayış) Allah’ın kendine halife olarak yarattığı insana düşen sorumluluk, bu dile yakın düşebilmektir. İnsan ancak bu dilden aldığı pay nisbetinde “kendini bilecek”, kendini bildiği nisbette Rabb’in tecellilerine açık olacak ve bu sayede bilgisizlikten temizlenecektir. Arınma ve yenilenmenin gerçekleştiği nisbette de Rabb’ini bilecektir. Bu yolda “şeriatın dışında hakikat yoktur.” O’nun koyduğu kurallara saygıda kusur etmeyen ve hükümlerini bilhakkın yerine getiren, istidadı nisbetinde Hakk’ın tecellilerinin mazharı olacak; hakikatleri bulundukları hâl üzere bilme becerisi elde edecektir.
“Her dil ayrı bir dünya ve bu dille sarkılan her mevzu ayrı bir dünya kurmadır.” (S. Mirzabeyoğlu-Dil ve Anlayış) Zira dil, şuuru hem inşa eden hem de taşıyan aslî unsurdur. Gücü de, şuur hâllerini hiç bozmadan sırf keyfiyet olarak yakalayabildiği kadardır. Dolayısıyla toplumsal ve kültürel dönüşümü gerçekleştirebilmek, yeni bir dil oluşturmayı da zorunlu kılar. Zira yeni bir dil inşa etmek, yeni bir düşünce sistemi oluşturmakla eşanlamlıdır. İktidara giden yolda bu dil ve diyalektiğin gerekliliğinin önemi kavranmadan, sadece siyasî iktidarı elde etmekle toplumsal ve kültürel dönüşümü gerçekleştirebilmek, muktedir olmak mümkün değildir. Nitekim İslâm coğrafyasında bir şekilde iktidara gelen İslâmcı partilerin açmazı da burada. Tüm iyi niyetlerine rağmen bir türlü temenni ve umudun yol açtığı körlüğün ötesine geçip, “alınması gereken” pozisyonu alamıyorlar. Sebebi de geçmiş dönemden devraldıkları zihniyetin belirleyiciliğini korumaya devam ediyor olması. Yeni fikirlere açık olsalar da, bunları benimseyiş ve hayata geçiriş biçimleri eski. Yeni bir şuur süzgecine de sahip değiller. Bu yüzden hem kendileri ağır bedeller ödemek zorunda kalıyor, hem de halka ödetiyorlar.
“Batı modeli” zihnî hegemonyasını yitirip tartışılır hâle gelirken, İslâm dünyası da “olamadığı mânânın mâliki görünmek” gibi, hak etmediği bir kendine güven duygusu içinde. Hak etmediği diyorum, çünkü duyduğu bu nefs emniyetini kendi performansından çok, Batı’nın kendisini inkâr edesiye eleştirmesine ve zihnen kendi üstüne kapanmasına borçlu. Yoksa, İslâm dünyası kendi değerlerini özümseyip, bunlardan hareketle evrensel bir performans ortaya koyabilmiş değil. İbda Mimarı’nın teklif ettiği “Yeni Dünya Düzeni”nin mânâ ve önemini kavramaktan âciz. Buradan hareketle bir standart oluşturmanın ve bir farklılık yaratmanın şartlarına da mâlik değil. Her biri, elde etmek istediği neticeye göre farklı bir demokrasi tarifi içinde olan İslâmcı aydınlar, “yerinde doğruyu genelleştirerek yanlışta kullanmak” gibi bir muhakeme yanlışlığı içinde, İslâm ile demokrasiyi bağdaştırma gayretindeler. Böyle yapmakla klasik demokrasinin zaaflarını İslâm’a taşıdıklarının, bunun ancak kendi kendinizle çelişmek pahasına yapılabileceğinin idrâkinde değiller. Zira, din ve devlet bütünlüğünü esas alan İslâm’ın demokrasiyi içerdiği iddiası yanlış bir algıya dayanır; bu algı asla İslâmî bir devlete sahip olunamayacağının kabulü ile eşanlamlıdır. Tanrı’yı dünyadan tahliye eden ve dini sadece bir inanç meselesi olarak gören demokrasi ile İslâm asla bağdaşmaz. Ne yazık ki, siyasal İslâm’ın, aklî ve ahlâkî pejmürdeliğini sergileyen liyakatsiz ellerde temsili, İslâm’a mal ediliyor ve İslâm bu angaryayı taşımak zorunda kalıyor.
Dolayısıyla, İslâm’la demokrasi asla bağdaşmaz. Üstelik bu durum sadece İslâm’a has bir özellik değil, tüm semavî dinler için geçerlidir. Bağdaştırma gayretiyle, kendi şartları içinde ele alınması gereken birtakım kemmî münasebetleri misal olarak getirmek, doğrulama hatasına düşmektir. “Mutlak surette” delil teşkil etmez. Fakat bilgisizliğin farkında olmayış, yerinde doğruyu genelleştirerek yanlışta kullanmaya sebeptir. Bu his ve temayüller içinde ne doğru hükme varabilir, ne de doğru hükmü ayırt edebilirsiniz.
Netice itibariyle, İslâm Dünyası mutlaka, bir an önce kendi “Yeni Dünya Düzeni”ni benimseyip uygulamaya sokmak zorunda. Aksi takdirde, geçmişte olduğu gibi, Batı’nın başlattığı yeni değişim sürecine ister istemez tâbi olmak zorunda kalacaktır.
Aylık Dergisi 131. Sayı Ağustos 2015