Sanayi Müsteşarlığı

Eğitim

Anadolu, nüfus açısından ele alınacak olursa iş gücü konusunda son derece zengin bir demografiye sahip; fakat iş nitelikli iş gücüne, yani keyfiyete geldiği vakit aynı zenginlikten bahsetmek mümkün değil ne yazık ki. Bir diğer taraftan insan keyfiyetinin iktisadî plandaki fakirliğini, hayatın diğer tüm planlarında da ayniyle müşahede etmek mümkün…

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, bugün “Beyaz Türk” diye tanımlanan kesimin, ta ki kendilerine benzetinceye dek, Anadolu’yu meydana getiren büyük payda Müslüman ahaliye eğitim ve öğretim alanlarını gayr-ı resmî bir şekilde yasaklı tutması neticesinde, milletimiz bir türlü lâyık olduğu keyfiyete kavuşamadı. Toplumun yalnızca dar bir kesimi eğitim ve öğretim hizmetinden istifade etti ve bürokrasiden medya ve sanayiye kadar son derece geniş bir perspektifte hâkimiyeti ellerinde tuttular. Bunun yanı sıra, Batılılaşma(!) politikası dolayısıyla benimsenen çıkartma kağıdı eğitim sistemi, okumaya fırsat bulanları da bir öğütücü gibi hâlletmesini bildi. Tüm bunların neticesinde, kendisine vasıfsız işçi payesi biçilen ve şarkılarda dahi “işçisin sen, işçi kal” denilerek içinde bulunduğu vaziyete mahkûm edilmeye çalışılan toplumun büyük paydası, Beyaz Türklerin ortağı olduğu montaj sanayiler için “ucuz iş gücü” sömürgesi hâline getirildi. Geçtiğimiz sayılarda Avrupalıların, dünyanın geri kalanda birçok milleti sömürdüğünden bahsetmiştik hatırlarsanız ve dikkat ettiyseniz, Batılılardan hiçbiri bizim içimizdeki Beyaz Türklerin yaptığı hâinliğe yönelmemiş ve kendi milletlerini sömürecek kadar alçalmamışlardır.

2000’li yıllara kadar yukarıdaki şekilde işleyen eğitim sisteminin meseleleri, Ak Parti’nin iktidara gelmesinden sonra çözüme kavuşacağı yerde beklenen yahut zannedilenin aksine daha da derinleşmiştir.

Okul Aile Birliklerinin ilk ve orta dereceli okullarda yönetimi ele almasından sonra, en başta disiplin olmak üzere, eğitim ve öğretim gibi en temel hususiyetler dahi rafa kalkmış ve bunların yerine sınıf geçmekten ibaret bir yapı teşekkül etmiştir. Düşünmeyen, düşünmesi gerektiğinden haberi bile olmayan, okula niçin gittiğini bilmeyen, aldığı derslerin ne işe yaracağından habersiz, tembel, alâkasız, disiplinsiz, ciddiyetsiz öğrenciler, bu öğrencileri yetiştiren(!) eğitimciler ve eğitim sistemi… Bilhassa eğitim hayatının ilk dört yılında olan çocuklara bir sorun bakalım; bu dersleri niçin okuyorsun, diye. 90 oranında “sınavda çıkıyor”dan başka bir yanıt alamazsınız. Bir de sakın ha “o yaşta çocuk ne anlar” demeyin, aynı çocukların diğer hususlarda neler anladığını da görüyoruz. Yine bu çocuklar kendilerine öğretilen soruların çözümünden başka aynı problemin anlatımı farklılaşmış çeşitleri karşısında put gibi kalıyorlarsa, memleketteki hiçbir siyasînin çıkıp da kültürden, kalkınmadan, yerli üretimden dem vurma hakkı yoktur. Neredeyse her sene yamalana yamalana tutulacak yeri kalmamış bu sistemi toptan çöp tenekesine atıp, yerine bir yenisinin icad ve tatbik edilmesinden başka bir çare olmadığını da peşinen ifâde edelim.

Üniversiteler sanki ilk ve orta öğretimden çok mu farklı bir manzara arz ediyorlar? Vize ve final dönemlerinde kırtasiyeden alınmış ders notları üzerinden yapılan bir-iki haftalık ezber ve ardından alınan üniversite diploması. Geri kalan zaman da ne fikir, ne de tefekkür çilesi… Sorsan, hanım yahut beyefendi sosyalleşiyor. Affedersiniz ama hayvanlaşmayı da sosyalleşme zannediyor. Endüstrileşme hayatın pek çok sahasında olur da, hiç eğitim sisteminde olur mu? İşsizlik ve üniversite mezunlarının toplam nüfusa oranı gibi istatistikî rakamları kandırmak için çiğ köfte bayisi gibi açılan üniversiteler, öğrencilerle beraber nesilleri öğütüyor, bilmem farkında mısınız?

Ya lisans üstü eğitimler? Yetişmiş(!) akademisyen kadroya ve bu kadronun yetiştirdiği insanlara bakıldığında da görüleceği üzere lâfı uzatmanın pek de bir anlamı yok. Devlete kapağı atıp her ay yatacak maaşında başka bir derdi olmayan, eğitimiyle mesul olduğu milleti her fırsatta hor ve hakir gören, idealsiz, ruhsuz, vicdansız kan emici vampir sürüsü… (İstisnalar müstesna olmakla beraber, istisnaların kaideyi bozmayacağını da hatırlatmak icab eder…)

***

Bizim meselemiz sanayi olduğundan burada oturup baştan sona eğitim sistemi hakkında bir değerlendirme ve yerine yenisini teklif etme lüksümüz yok ne yazık ki; fakat eğitim yoğurularak cemiyeti meydana getiren mayanın ana unsurlarından biri olduğu için yerimizin izin verdiği ölçüde, nisbeten sathî de olsa bir değerlendirme yapmamız da kaçınılamaz tabiî…

Türk Eğitim Sisteminin Kısa Tarihi

Yalnız sanayi değil, insanî faaliyet şubelerinin her birinde temel bir mesele olan eğitim, niçin verilir? Başın başında bize göre cevablandırılması gereken suâl budur. Türkiye’de ve dünyanın diğer ülkelerinde bundan bir yahut birkaç asır evvel tatbik edilmeye başlanan ve yerleşen eğitim sistemi, aradan geçen zaman zarfında evvelâ bu “niçin” suâlini unutturmuş ve taklid edile edile onarılamaz bir hâle gelmiştir. Hâli hazırda Türkiye gibi yarı parya devletlerin zaten kopyala yapıştır tekniğini kullanmak suretiyle Batı eğitim sistemini hiçbir muhasebeye tâbi tutmaksızın aplike ettiğini de göz önünde bulunduracak olursak, herhâlde ne kadar da ehemmiyetli bir noktaya ayak basmış olduğumuz anlaşılacaktır.

Büyük Doğu-İbda Hikemiyâtından öğrendiğimize göre, Doğu ve İslâm medeniyet kaynağıyla alâkamızı zayıflatıp, Yunan ve Hristiyan medeniyet kaynağından doğma Batı dünyasında alâka aramaya başladığımız günden beri haşmetli bir maarif meselemiz var.

Meselenin ilk meydana çıkması, 1839-1939 arası ve Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet hareketleriyle kademeli. Evvelâ ana hatlarına bir bakalım, ardından muhasebesini yapıp, Başyücelik Devleti’nin eğitim politikasıyla, bilhassa da teknik eğitim politikasıyla devam edeceğiz…

Tanzimat:

1846’da Mekatib-i Umumiye Nezareti kuruldu.1848 de Darülmuallim (öğretmen okulu) açıldı. Harbiye, Bahriye ve Tıbbiye dışındaki okulların kontrolü bu nezarete verildi.

Rüştiyelerin açılmasına hız verildi.

1868’de Fransızca eğitim ve Batılı anlamda ilk eğitim verecek olan lise ile üniversite arasında bir kurum olan Galatasaray Sultanî’si açıldı.

1869’da Fransız eğitim sistemini örnek alan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi yayınlandı.

1870’te Dârülmuallimât adında kız öğretmen okulu açıldı.

İlk kez yurt dışına öğrenci gönderildi.

Devlet memuru yetiştirmek amacıyla, Mekteb-i Maarif-i Adliye kuruldu.

Meşrutiyet:

Birinci meşrutiyet döneminde memleketin o güne kadar ihtiyaç duyduğu bir çok eğitim kurumu açılmış olmasına rağmen, İkinci Meşrutiyet’in ilânı sayılan Kanunî Esas-i’de eğitim ile ilgili olan üç maddeyle beraber, yapılan çalışmalar anlamını yitirmiş ve iş kuru bir Batı taklitçiliğine perçinlenmiştir. Bunlardan ilk ikisi özel öğretime, üçüncüsü ilköğretimin zorunluluğuna ilişkindir:

15. madde, “öğretim işini(konusunu) herkes özgürce yapabilir; ilgili kanuna uymak şartıyla her Osmanlı vatandaşı genel ve özel öğretim yapmaya izinlidir.”

16. madde, “ülkedeki çeşitli dinî inanışlardaki toplumların din ve inanışlarına ilişkin öğretim yöntemi ve biçimine dokunulmayacaktır” denilmektedir. Aynı madde ülkedeki tüm mekteplerin Devlet’in denetiminde olduğunu da belirtir.

114. madde: “Osmanlı fertlerinin tümü için ilköğretim mecburi olacak ve bunun ayrıntıları ayrı bir düzenleme ile belirlenecektir.

Cumhuriyetin İlânı:

Bu bölümde bilhassa Atatürk İnkılâbları’ndan bahsederek devam edeceğiz…

Millet Mektepleri; Türkiye’de 1 Kasım 1928’de yeni harflerin kabulünden sonra halkı okur-yazar kılmak amacıyla gerçekleşen eğitim seferberliği için kurulmuş dört ay süreli eğitim veren halk eğitimi kurumlarıdır.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası); Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 3 Mart 1924 tarih ve 430 Kanun Numarası ile kabul edilmiş olan ve ülkedeki bütün eğitim kurumlarının Maarif Vekaleti’ne (Milli Eğitim Bakanlığı’na) bağlanmasını öngören yasadır. Türkiye Cumhuriyeti’nde eğitimin temel kanunu kabul edilmiş ve daha sonra çıkarılan kanunlara esas teşkil etmiştir. 1982 anayasasında 174. maddeyle koruma altına alınmış “inkılap kanunlarından” bir tanesidir. Türkiye’de eğitim alanında reform yapabilmek; millîlik, laiklik, modernlik esaslarını uygulayabilmek için eğitim kurumlarının birleştirilmesine ihtiyaç duyulduğu için kanun hazırlandı. Halifeliğin kaldırılması’na dair kanun ve “Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin Kaldırılması hakkında kanun”la aynı gün çıkarıldı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ayrıca tekke ve zaviyelerin kapatılması; dinî olduğu düşünülen Arap harflerinin kaldırılıp Harf Devrimi’nin yapılması gibi diğer bazı cinayetlerin gerçekleşmesi için de altyapıyı oluşturmuştur.

Medrese; Müslüman ülkelerde orta ve yüksek öğretimin yapıldığı eğitim kurumlarının genel adı. Medrese kelimesi Arapça ders kökünden gelir. Medreselerde ders verenlere “müderris”, onların yardımcılarına “muid”, okuyanlara “danışmend”, “softa” veya “talebe” adı verilir.

Türk İslam devletlerinde medrese geleneği Karahanlılarla başlar. Ayrıca Karahanlılar medrese geleneği ile birlikte burslu öğrencilik sistemini başlatmışlardır. F. Reşit Ünat‘a göre ise İslam’da ilk medrese Büyük Selçuklu Devleti zamanında Alparslan‘ın meşhur veziri Nizamülmülk tarafından açılan ve yine onun ismiyle anılan “Nizamiye Medreseleri”dir. Necdet Sakaoğlu ise ilk medresenin kurucusu olarak, Nişabur hâkimi Emir Nasır bin Sebüktekin‘i göstermektedir.

Medreseler, Selçuklular’la zirve yapar. En kapsamlı, çok yönlü medreseleri Büyük Selçuklular açmıştır. En büyük Nizamiye Medresesi, Selçuklu veziri Nizamülmülk tarafından Bağdat’a kurulmuştur. İlk medreselerde ağırlıklı olarak Kuran, kıyas, icma, fıkıh, kelam gibi dini dersler okutulurken, Nizamiye medreselerinde hem müsbet ilimler hem de dinî ilimler birlikte okutulmuştur.

Selçuklular Anadolu’ya geldikten sonra çeşitli şehirlerde çok sayıda medreseler inşa etmişlerdir. Anadolu’da açılan ilk medrese Danişmentliler tarafından Tokat Niksar’da açılan “Yağbasan Medresesi”dir.

Osmanlı Devleti’nin devrinde ilk medrese Orhan Bey zamanında 1330 yılında “Orhan Gazi Medresesi” adıyla İznik’te kurulmuştur. Daha sonra Osmanlı Devleti’nin sınırları genişlemesiyle beraber Bursa ve Edirne başta olmak üzere pek çok şehirde medreseler açıldı. İstanbul’un fethinden sonra üst seviyedeki eğitim kurumları başkentte yoğunlaştı.

1331-1451 yılları arasında 82 adet medrese kurulmuştur.

1463-1471 yılları arasında kurulanlara “Fatih Medreseleri” ya da “Sahn-ı Seman Medreseleri” denilir(Bu medreselerle birlikte süreye dayalı eğitim, ders geçme sistemine dayalı eğitime dönüştürülmüştür.).

1550-1557 yılları arasında kurulanlaraysa “Süleymaniye Medreseleri” denir. Osmanlı Devleti’nin ilk tıp okulu Darüttıp, Süleymaniye medreselerinde yer almıştır. Tıbbî bilgilerin uygulamalarının yapıldığı Darüşşifa ve diğer bazı bölümler olan Darülakakir (Eczane), Darüzziyafe, Tabhane ve İmarethane ilk kez Süleymaniye medreselerinde yer almıştır.

Başlangıçta bütün eğitim faaliyetlerinin yapıldığı kurum olan medreseler, Tanzimat Döneminde yeni meslekî okulların açılması ile sadece din eğitimi verilen okullar haline getirildi. Osmanlı devletinin son döneminde medreselerin ders programında ve teşkilat yapısında yeni düzenlemeler yapıldı. 1914 yılında Darü-l hilafeti-l Aliyye adı altında birleştirilen medreseler, Millî Mücadeleden sonra 03.03.1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun birinci maddesi olan “Türkiye dahilindeki bütün müessesat-ı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekaleti’ne merbuttur” ifâdesi ile Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış ve zamanın Millî Eğitim Bakanı Vasıf Bey de 13.03.1924 tarihli genelgesiyle medreseler üzerindeki tasarruf hakkını kullanarak medreseleri kapatmıştır.

Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun; 2 Mart 1926 tarihinde Türkiye’de, ilkokul lise ve yüksek öğretimin belli esaslara göre düzenlenmesi için Maarif Teşkilatı Kanunu kabul edildi. Devletin izni olmadan okul açılamayacağı belirtilerek okullarda hangi derslerin ne şekilde okutulacağı belirlendi. Eğitim Sistemi düzenlendi. Bugünkü eğitim sistemi ana çizgileri ile kuruldu. Okul açma yetkisi Millî Eğitim Bakanlığına verildi. Yabancı okullarda Türkçe Tarih Coğrafya ve Felsefe derslerini Türk öğretmenler tarafından okutulması karara bağlandı. Tefsir ve Tefsir Tarihi, Hadis ve Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi, Kelâm Tarihi gibi dersler, müfredattan kaldırılmıştır.

Harf Devrimi; Belki de eğitim alanında işenen en büyük cinayet budur. Sırf İslâm’ı hatırlatıyor diye bir milletin yüzlerce yıllık alfabesi değiştirilmiş ve aynı millet İslâm ile beraber bütün bir tarihinden, tarihten gelen tüm eserlerinden de tecrit edilmeye çalışılmıştır. Dünya tarihinde bilinen hiçbir ihtilâl, inkılâb adı altında böylesi bir cürmü işlemeye cüret edememiştir.

 Türkiye’de 1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı “Yeni Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkında Kanun”un kabul edilmesi ve yeni alfabenin yerleştirilmesi sürecine genel olarak verilen isimdir. Bu yasanın kabulüyle o güne kadar kullanılan Arap harfleri esaslı Osmanlı alfabesinin resmiyeti son buldu ve Latin harflerini esas alan Türk alfabesi yürürlüğe kondu. Türk alfabesinin içeriği, Latin harflerini yazı sistemlerinde kullanan diğer ülkelerin alfabeleriyle birebir aynı olmayıp Türk dilinin seslerini karşılamaları için uydurulmuş büyük ve küçük harfleri bulundurmaktadır (Ş/ş, ı, İ, ğ).

 Dil Devrimi; Türkçenin, güya vatandaşların çoğunluğunun anlayamadığı Arapça ve Farsça kökenli sözcük ve dilbilgisi kurallarından arındırılıp Türkiye Cumhuriyeti’nin ortak, millî dili olarak yazı ve konuşma dili haline getirilmesini amaçlayan 12 Temmuz 1932 tarihli devrimdir. Harf inkılâbından sonra tüy dikmiştir. Bugün hâlen ortaya net bir dil çıkmamasının ardındaki müsebbibidir.

Modern(!) Türkiye’deki Orta Eğitim Sisteminin Kurucusu;

Geçtiğimiz yüzyılın en etkili eğitimcisi sayılan John Dewey, Berlin Üniversitesi’nde doktora derecesi almış, Hegelci bir filozof olan George Sylvester Morris’le beraber çalışmıştır. Dewey, “okul”u, Sosyalist dünya düzeninin inşâsı için bir mekanizma ve kitlelerin uyum sağlamasını zorlayan bir forum olarak gören ilk kişilerdendi. 1899’da Dewey, “Kendi adlarına düşünmeyi bilen çocuklar, herkesin birbirine bağımlı olacağı gelecekteki kollektif toplumun âhengini bozar,” diyordu. Dewey’in “ilerici eğitim”inin başarı kazanmasının altında yatan en önemli sebeb ise, Rockfeller ve Carnegie ailelerinin maddî desteğini almış olmasıdır. Yüzyılın başında NAE (Evangelik Millî Birliği), Dewey’in tüm projelerini destekliyordu.

Türkiye ile yukarıda kaleme aldıklarımızın alâkasına gelecek olursak; Dewey, 1924 senesinde Türkiye’yi de ziyaret etmiştir. Türk eğitim sistemi, bu ziyaretinin ardından Dewey’in hazırladığı rapora göre tanzim edilmiştir. Türkiye’de Amerikalı eğitimci John Dewey üzerine yapılan pek çok çalışma, temel kaynak olarak onun ön ve asıl raporlarını kullanarak, Türk eğitim sistemi üzerine etkisini konu edinmiştir. Prof. Dr. Mustafa Ergün’ün “Atatürk Devri Türk Eğitimi” adlı kitabında John Dewey‘e dair verdiği bilgiler ve dönemin Türk basınında bu konuda çıkan haberler mânidardır. “Kendi adlarına düşünmeyi bilen çocuklar, herkesin birbirine bağımlı olacağı gelecekteki kollektif toplumun âhengini bozar” diyen Dewey‘in Türk eğitim sistemine katkısı(!), bugün bakıldığında, inkâr edilemez şekilde müşahede edilebilmektedir.

Dewey’in temellerini attığı projenin adı, “Hedef 2000” projesidir. Toplum mühendislerinin çalışmalarında birinci basamak, toplumu ahmaklaştırmak ve ahmak tutmaktır. Bill Clinton tarafından 1994 senesinde kanunlaştırılan “Hedef 2000” projesini destekleyen yüzlerce kitab, Rockfeller zenginlerince eğitim piyasasına sürülmüştür. Hedef 2000, “kontrol teorisi – gerçeklik terapisine dayalı bir akademik DAVRANIŞ UYUM PROJESİ” olarak tarif ediliyor.

“Hedef 2000” projesi, öncelikle tüm öğrencilerin eğitim hayatına başlar başlamaz aile yapılarını incelemeye başlar. İncelemesini yaptığı ailelerde herhangi bir “olumsuz durum” gözlerse, çocuğu ailesinden ayırır ve ailesi ve öğretmenleriyle beraber çocuğu iyileştirme(!) programına alırlar. Çocukta tesbit edilmesi muhtemel “olumsuzluklar” ise, dikkat dağınıklığı, dikkat eksikliği ve hiperaktivite olarak belirtilmektedir. Eğer bu belirtilere rastlanırsa, çocuğa ailesi gözetiminde öğretmeni tarafından “ilaç tedavisi” uygulanır. İlaç tedavisinin muhtevası ise Ritalin gibi “beyin” düzensizlikleri oluşturan uyuşturuculardır. Bugün Türkiye’de de benzer bir şekilde, öğretmenler tarafından olmasa bile, dikkat dağınıklığı gibi sebeblerle kliniğe başvuran binlerce öğrenciye ritalin ve türevi ilaçlar adeta aspirin gibi yazılmakta ve tam da eğitim çağında olan dimağlar bu kimyevî ilaçlar vasıtasıyla kısırlaştırılmaktadır.

“Olumsuzluk” olarak sıralanan kimi belirtilere baktığımızda, biz şahsen karşımızda “zeki” bir çocuk gördük. Belli ki Amerika, kendi toplumu içinde “fazla” zeki çocuk görmek istemiyor. Toplum mühendisliği, çocuk eğitim hayatına başlar başlamaz onu şekillendirmeye başlıyor ve işi bittiğinde, ya tornadan çıkmış gibi güdümlü robotlar yahud işe yaramaz, beyni ve zihni uyuşturulmuş bir topluluk çıkıyor karşımıza.

İlaçlarla zihni harab edilmiş zeki çocuklar ve diğer sıradan çocuklar ise video oyunları, sersemletici tuhaf müzikler ve seks pompalanarak, düşürüldükleri çukura hapsediliyorlar. Sıradaki “toplum mühendisliği” marifetine gelince, doğrusu çok da şaşırtıcı değil: Amerikan öğretmen okullarında verilmekte olan dersler arasına “farmakoloji – ilaç bilimi” dersinin eklenmesi. Yakında Türkiye’de de benzer bir uygulamaya şahit olursanız hayret etmeyin.

Aradan bunca sene geçmiş olsa da, eğitim sisteminin temeli neticede Dewey tarafından atılmıştır ve her ne kadar geçen zaman içinde bu sistem restore edilmeye çalışılmış olsa da, nihayetinde temeli ortadan kaldırılıp yerine yepyeni bir sistem inşa edilemediği için, yapılan iyileştirmelerden beklenen fayda sağlanamamış ve böyle devam edecek olursa sağlanmayacaktır da. Dolayısıyla bu temel problem hâlledilmeksizin işin eğitimci, eğitim, disiplin, müfredat, ders saati, sınav sistemi gibi lerini tek tek tenkid etmenin pratik bir faydası da yoktur.

Üniversitelerin Düzenlenmesi; Darülfünun’un kapatılması ilk kez 1924 senesinde telaffuz edilmeye başladı. Kararın kesinleşmesinde 1926 yılının Mart ve Nisan aylarında “Akşam Gazetesi”nin “Latin harflerinin kabul edilmesinin yararlı olup olmayacağı” hakkındaki anketine katılan birkaç Darülfünun müderrisinin, bunun doğru bir hareket tarzı olmayacağını söylemesi de etkili olmuştu. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 1927 ve 1931 kurultaylarında niyet iyice belirginleşti. 1931 kurultayında Darülfünun’un ıslahı için yapılması gerekenler hakkında bir rapor vermek üzere Avrupalı bir uzmanın çağrılması için bütçeye ödenek konuldu. Dönemin önemli entelektüellerinden Ahmet (Ağaoğlu) ve Aziz Şevket (Kansu) Beyler ‘Avrupa’dan medet umulmasını’ eleştirdiler ama İsviçre’nin Cenevre Üniversitesi profesörlerinden Albert Malche’ın Türkiye’ye gelmesini önleyemediler.

16 Ocak 1932 tarihinde İstanbul’a gelen Prof. Malche, tam beş ay boyunca Darülfünun’da incelemeler yaptı ve Türkçe-Fransızca iki dilde yazdığı yüz sayfadan uzun raporunu Maarif Vekili Reşit Galip’e takdim etti. Reşit Galip raporu dikkatle okudu ve Mustafa Kemal’e sundu.

Rapor beğenilmiş olmalıydı ki, Prof. Malche başkanlığında 24 Mayıs 1933’te toplanan Darülfünun Islahat Komitesi, tarihe ‘1933 Üniversite Reformu’ diye geçen harekâtı başlattı. Yeni üniversitenin dört fakültesi (Tıp, Hukuk, Fen ve Edebiyat) ile İslâm Tetkikleri, Millî İktisat ve İçtimaiyat, Türkiyat, Coğrafya, Morfoloji, Kimya, Elektro-Mekanik ve Türk İnkılâbı enstitüleri olacaktı. Bütün öğrencilerin devam mecburiyeti olan bu son enstitüde Recep PekerReşit GalipHikmet BayurHamdullah Suphi gibi “rejim”in ağır topları ders vereceklerdi.

Yahudi Akademisyenler; Malche’nin marifetlerinden biri de Almanya’da çalışması yasaklanan ve işe yarayanları A.B.D. ve Avrupa tarafından kapışılan akademisyen artıklarının Türkiye’de istihdam edilmesidir. Bunlar Türkiye’nin ilk üniversitesi olarak kabul edilen İstanbul Üniversitesi’nin kurulmasında başroldedir ve İstanbul Üniversitesi, hiç utanmaksızın bu vaziyeti sanki bir marifetmiş gibi kendi web sayfasının tarihçe bölümünde de mutlu mesut anlatmaktadır.

 Bilindiği gibi Hitler’in iktidara gelmesinden üç ay sonra çıkarılan ‘Sivil Kamu Hizmetlerinin Yeniden Yapılandırılması’ kanunu ile Ari ırktan (Aryan) olmayanların (özellikle de anası-babası veya büyükannesi-büyükbabası Yahudi olanların) devlet hizmetinde çalışması yasaklanmıştı. Bu kanunla, Türkiye’deki ‘üniversite reformu’nun üstüste düşmesi esasında ilginçtir. Öyle ki, 1933 yılının Temmuz ayında 100’ü aşkın anadili Almanca olan bilim adamı İstanbul Üniversitesi ile sözleşme imzalanmış durumdaydı. Bunlar arasında çoğunluğu Yahudi olan ve Yahudi olmayan ama politik nedenlerle Almanya’dan ayrılmak zorunda kalanlar/bırakılanlar da vardı. Bugün piyasada arzı endam eden belli yaşı aşkın Beyaz Türk akademisyenlerin, kimlerin öğrencileri olduğunu da böylelikle not olarak düşelim.

***

Bir dahaki sayıda eğitimin yukarıda kısaca da olsa verdiğimiz tarihinin bir muhasebesi ve bizim bilhassa eğitim ve teknik öğretimle alâkalı izlememiz gereken siyasetin ana hatlarından bahsedeceğiz. 

Aylık Dergisi, 137. Sayı, Şubat 2016