Avrupa ve Avrupalılık söz konusu olduğunda öncelikle sorulması gereken sorulardan biri de şu olsa gerek: Avrupa medeniyeti kendi kaynaklarından doğmuş özel, orijinal bir medeniyet midir; yoksa, farklı kültürlerden devşirdiklerini bir potada eriterek bunlardan irfana ermiş terkibî bir Uygarlık mıdır? El cevap: Avrupalılık terkibî bir medeniyet. Doğunun, özellikle Arap dünyasının ve İslâm Medeniyeti’nin kültürel zenginliklerinin Yunan kültürüyle terkibi, daha sonra da bunun Hıristiyan Mistisizmi’ne tahavvülü; Avrupalılığın beslendiği ana kaynaktır. Avrupa, her ne kadar bunu gözlerden kaçırmak için büyük gayret içinde olsa da, dikkatli gözler yine de bunu seçebilir. Tıpkı Camus’nün, “Avrupa’nın önümüze serdiği kentler geçmişin uğultularıyla fazla dolu. Deneyimli bir kulak kanat sesleri seçebilir buralarda, ruhların çırpınışını seçebilir… Batı’nın çığlıklar içinde kurulduğunu anımsar. Bu da aradığı sessizliği sağlamaz ona.” diyerek hatırlattığı gibi. Bütün devşirmeciliğine rağmen Avrupa’nın farklı kültürlerle, coğrafyalarla olan teması malzeme temininden öte bir anlam taşımaz. Bu konu da tek problem bunların Yunan-Roma Kültürü’nün imbiğinden geçirilerek damıtılması, temellükü, Avrupalı’laştırılması sorunudur.
Hümanistliğin, medeniliğin bayraktarlığını kimseye bırakmamakla birlikte;bir arada yaşamak, eşitlik, kardeşlik Avrupa’nın benimsediği kavramlar değildir. Aksine bunları dışlar. Farklı kimliklere tahammülü, kendi kültürel kimliğini oluşturan değerlerin kabul gördüğü kadardır. Zira, Avrupalılık özün de kolonyalizm ve oryantalizme mündemiçtir. Bu kavramlar Avrupalının hiç de yabancısı olmadığı kavramlar. Hayat tarzı zımnî veya açık şekilde bunları içerir. Hayata da bu perspektiften bakar. Hıristiyan propagandası yapanların kendilerini misyoner, sömürgecilerinde modernizatörler olarak isimlendirmesi bu tezin haklılığını doğrular mahiyettedir. Bu idrake göre; Batı dışı dünya geri kalmış, gelişmemiş, medeniyetten bîhaber, yönetilmeye, yönlendirilmeye muhtaç barbarlardır.Amaç bunların batılılaştırılmasıdır, fakat kendi dümen suyunda gittikleri sürece bu da pek önemsenmez. Vazgeçilmezi : Kendilerine gösterilen çizgiyi aşmamalarıdır. Buna da zaten asla müsaade edilmez.
Batı Medeniyeti’nin evrenselleşme iddiasıyla ortaya çıktığı dönem, Aydınlanma Dönemi’dir. Üniversalizmini üzerine oturttuğu ana zemin de hümanizm... Bu dönemde Avrupalı’lığı oluşturan unsurların sadece Avrupa’ya has olduğu, bunu başka millet ve kültürlerin gerçekleştiremeyeceği, bunun için de Hıristiyan-Helen çizgisinden çıkılmaması gerektiği hususu, özel bir çabanın ürünü, özel açıklamalarla hafızalara nakşedilir. Güya insanî ve medenî olabilmek, öyle kalabilmek ancak bu şekilde mümkün olacaktır(!)
Günümüze gelindiğinde Avrupalılığı belirleyen en büyük amil, onunla ayniyet kesbeden kapitalizmdir. Kapitalist olmayan bir Avrupa düşünülemeyeceği gibi, Avrupalılığı kapitalizmden ayrı değerlendirmekte mümkün değil. Kapitalizmin mutlak bir mantıkla doğru diye dayattıklarını gizlemek;evrensel sömürgeciliğinin kendi çıkarına değil de Avrupalılık ve insanlık adına olduğunu savunmak; tüm bunlara meşrutiyet kazandırmak da Avrupalı’lılığa has bir özellik. Dikkat çeken bir diğer özellikte: Kendi kurgulanmış tarihini sanki tüm insanlığın tarihiymiş gibi abartarak sunmak,bundan da kapitalizm gibi bir harikulâdeliğin (!) Ancak Avrupa’da ortaya çıkabileceği sonucuna varmak.
Bizim gibi, Avrupalılığı bir kimlik olarak seçmiş ülkelerde siyasetçi, sivil ve askerî bürokrat, özellikle statükocu kesimin başı sıkıştıkça sık sık sarıldığı kavramlardan biri milliyetçilik, diğeri de ulusalcılık. Fakat söz konusu kesimlerin referansı hep batı olmasına rağmen, bu kavramların ne kadar bilincinde oldukları şüpheli. Zîra ironik bir durum söz konusu, Avrupalılığı bir kimlik olarak seçtikten sonra, bu kavramların nutuk irad ederken halkın ayranını kabartmaktan öte bir anlam ifade etmediğinin farkında değiller. Ulusallık, sermaye birikimi süreci neticesinde ve kapitalist bir temayülle birlikte gerçekleşebilecek bir durum. Bu model içinde kalkınma kendi toplumsal, kültürel, siyasi, ekonomik kimliklerini dışarıda bırakarak Avrupalılık kimliğini benimsemekledir. Bu benimseyiş içinde ulusal kimlik, ulusal kültür kavramları her zaman tartışılabilirdir. Zira Avrupalılığın taşıma kayışı kapitalizmdir. Kapitalizm de Marx’ın deyişiyle ‘‘kutsalları olmayan’’ bir sistemdir. Milliyetçilik kavramına gelince, Batı, milliyetçiliği klâsiğin içinde eritti. Farklı kültürlerden devşirdiklerini kendi kültürü içinde massetmek, çıkabilecek aykırı sesleri susturmak klâsiğin görevi. Post modernizim’le birlikte girilen süreçte, uluslararası iletişim ve medyaların oluşturduğu ortak bir altyapıda, milliyetçilik kanalıyla Avrupalılığı ve onunla içice geçmiş kapitalizmi yeniden yapılandırmak görevi de küreselleşmeye ait.
Günümüzde kuşanılması gereken İslâmî Kültür ve İslâmî kimlik, Büyük Doğu-İbda Diyalektiği’nin tam özümlenmesiyle oluşacak olan ortamda şekillenecektir. Devletin ne olması, nasıl olması gerektiğinin reçetesini de İbda Mimarı’nın şu tespitinden hatırlıyoruz : “İnsan için ne olursa olsun devlet değil, yönetici ve yönetilenin karşılıklı sorumluluklarının Mutlak Fikir ile çözümlendiği bir devlet.”