Zaman, devrini yapa yapa nihaî gaye noktasından o kadar çok uzaklaştı ki, daire sırrı icabı, tersinden o gaye noktasına bir kez daha yaklaşmış oldu. Birinci ve İkinci Dünya savaşında çözüme kavuşturulamayan, o günden bugüne dek geçen zaman zarfında da katlanarak büyüyen meseleler ile insanlığın hesablaşma devresine girmiş bulunuyoruz.
Kula kulluk düzeni, hazcı anlayış, hukuksuzluk, gelir dağılımındaki eşitsizlik, her çeşidiyle yozlaşma ve insanın iç düzenini tahrib eden teknik karşısında insanlık çaresiz. Düne kadar yalnız fikir soyluları ve çilekeşlerinin dertlendiği bu çeşit ıztırablar, şuurunda olsa da olmasa da bugün bütün bir insanlığın meselesi hâline dönüşmüş vaziyette. Dünya çapında cereyan eden hadiselere baktığımızda görüyoruz ki, hiç kimse içinde bulunduğu hayattan memnun değil; fakat kimse bu düzenin yerine bir alternatif teklif edecek yeni bir anlayışı da haiz değil.
1968’de, Fransa’da başlayan talebe hâdiselerinde, hareketin başındaki lider demişti ki “Mevcudu beğenmiyoruz, ne olması nasıl olması gerektiğini de bilmiyoruz; bunu bulun!” Yaşanan Arab Baharı da, kışkırtmalar ve Global Çete’nin hesabları bir yana, 1968 senesinde Fransa’da dile getirilen arzunun, başka bir zaman ve mekânda tecellisiydi. Fransa, bu beklentiyi karşılayamadığı ve mevcut olanın yerine bir yenisini teklif edemediği için sistemin boyunduruğu altına girdi. Benzer bir şekilde Arab Baharı’nın yaşandığı ülkeler de bir bir boyunduruk altına alınmaya başladı. Dikkat ediyorsak, müesses nizam temelde ne askerî, ne de ekonomik bir güce dayanarak hâkimiyetini sürdürmüyor; mevcud düzeni beğenmeyenler, kurulu olanın yerine bir alternatif teklif edemediği ve başlattığı yüksek katılımlı halk hareketlerini yeni bir anlayış çerçevesinde inkılablarla taçlandıramadığı için hâkimiyetini muhafaza edebiliyor. Amerika’nın başı çektiği müesses nizamın artık sürdürülebilir olmadığı da aşikâr. Bununla beraber dünyanın geri kalanı, mevcud olan düzenin yerine bir yenisini teklif edemediği gibi, karşı tarafın ard arda gerçekleştirdiği saldırılar karşısında reaksiyon göstermekten sıyrılıp bir türlü aksiyon safhasına geçemiyor. Aslına bakacak olursak, bir alternatif teklif etmek ile reaksiyondan çıkıp aksiyona geçmek de birbiriyle içiçe. Gaye ve vasıta hâlinde bir sistem benimsenmeden, nasıl ve ne için aksiyona geçilebilir ki? Amerika’nın başını çektiği güruhun bugüne kadar hâkimiyetini sürdürebilmiş olması da, yine dönüp dolaşıp kurulu olan düzenin yerine bir yenisinin teklif edilemiyor olmasına dayanıyor.
Konjonktür
2008 senesinde yaşanan global ekonomik kriz ile hesablaşılmadı ve sebeb olan faktörler ortadan kaldırılmadı; bunun yerine sunî ekonomi balonu biraz daha şişirilerek kriz atlatılmaya çalışıldı. Bugün geldiğimiz noktadan bakıldığındaysa, artık tahliye edilemeyecek derecede şişmiş, cidarı içindeki havanın basıncı dolayısıyla inceldikçe incelmiş, dokunsanız infilâk etmeye hazır bir Batı ekonomisiyle karşı karşıyayız. Batı’nın takındığı hırçın ve saldırgan tavrın arkasındaki sebeplerden biri de muhakkak ki bu vaziyetten kaynaklanıyor. Anadolu merkezinde hedef alınan İslâm âlemi bir yana, dünyanın geri kalanında hedef tahtasına konan ülkelere baktığımızda, hepsinin de gerçek ekonomileri olan, üretici ve 2008 senesinde yaşanan krizde büyümeyi sürdüren ülkeler olduğunu görebiliriz. Batı, kendi ekonomik sistemine entegre olmayan hiçbir yapıya hayat hakkı tanımamak üzere saldırıyor. Bir yandan insan tipini kendisine benzetmeye çalışırken, diğer taraftan da herkesi kendi hesabına çalışır kılmaya zorluyor. Bir bakıma “global ağalık-marabalık” düzeni.
Meseleye biraz da özelde bakalım:
Rusya ambargo üzerine ambargo yiyor. Eğer ki Suriye’de sahaya ayak basmamış olsaydı, petrol fiyatlarındaki gerileme neticesinde içinde bulunduğu ekonomik şartlar dolayısıyla bugün masada bile yeri olmayabilirdi. Askerî teknoloji, istihbarat ve yeraltı kaynakları bakımından hâlen son derece etkili ve güçlü bir ülke, Rusya.
İran yine bir diğer ambargo uygulanan ülke. Her ne kadar Emperyalistler ve Siyonistlerle esas üzerine bir sorunu olmasa da, usulde anlaşmazlıklar yaşıyorlar. Fars siyasetini güvenilmez olarak gören ortakları tarafından ambargolar vasıtasıyla hizada tutulmaya çalışılıyor.
Brezilya, 2000’li yıllar boyunca hızlı bir şekilde kalkınan ülkelerin başında geliyor. Dünya kamu hukuksuzluğunun merkezi olan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi yapısına karşı sesini yükselten ülkelerden biri de Brezilya’ydı. Ne var ki aradan geçen zaman zarfında tıpkı Türkiye’de 17-25 Aralık Yargı Darbesi gibi bir operasyona maruz kaldı ve iktidarı kaybettiler.
Mısır’da Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden sonra gerçekleştirilen seçimlerde, Muhammed Mursî iktidara geldi. Bu dönem tabiî ki uzun sürmedi. Amerika ve Yahudi desteğiyle gerçekleştirilen bir askerî darbe neticesinde Mursî devrildi ve hapse atıldı. Abdülfettah Es-Sisi, darbeden sonra Mısır’ı Yahudi ve Amerikalılara peşkeş çekmek üzere iktidara getirildi. 95 milyonluk nüfusuyla Mısır, Süveyş Kanalı, Gazze’ye komşu olması ve Doğu Akdeniz’deki gaz rezervine yakınlığı bakımından son derece stratejik bir konumda bulunuyor. İktidar düşmüş olsa da, muhalefeti, yani milleti bakımından hâlen önemli bir ülkedir Mısır.
Venezüella’da istediği düzeni bir türlü kuramayan Amerika, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi saldırı üstüne saldırı düzenliyor. Bir yandan halk ayaklanmaları, diğer taraftan ekonomik darboğaz ile mücadele etmeye çalışan petrol zengini ülkede, son olarak geçtiğimiz hafta bir de askerî darbe girişimi gerçekleştirildi.
İsrail devleti için bölgedeki tek hakiki tehdit unsuru olan Suriye’nin bugünkü içler acısı hâli zaten ortada. Bir şekilde Suriye’de sulhun sağlanması ve toprak bütünlüğünün korunması, Anadolu’nun bekası için hayatî ehemmiyete sahib.
Geçtiğimiz hafta bir diğer yargı darbesi de Pakistan’da gerçekleşti. Bilhassa 15 Temmuz’dan sonra Türkiye’nin yanında taraf alan, Katar’a yönelik ambargo sırasında da safını terk etmeyen Pakistan, bir diğer hedef. Nükleer güç olması, 193 milyonluk nüfusu ile Pakistan pek çok bakımdan önemli.
Katar, Amerika’nın bölgedeki uşakları tarafından hedef alınan bir ülke. Bugün itibariyle belki çok önemli bir fonksiyonu olmasa da, yarın bir gün Anadolu’dan başlayacak şuurlanış ve şahlanışın finansörü olan gibi bir rol üstlenme potansiyeli dolayısıyla Katar hedefte. Türkiye’nin Katar’ın yanında olması ve onu bölgenin tasmalı köpeklerine yem etmemesi, son yıllarda dış politikada atılmış belki de en yerinde adım...
Mısır, Suriye, Rusya, Katar, Pakistan, Brezilya, İran ve Venezüella direkt olarak saldırı altında. Fransa içinde bulunduğu düzenden kendisini sıyırmaya kalktı, iki üç sene içinde daha da beter bir şekilde teslim alındı. Çin, her ne kadar büyük bir ekonomiyse de, tahrik kuvvetini dışarıdan alıyor, dolayısıyla sistemin hormonlu parçası olmaktan başka bir hüviyeti haiz değil. Hindistan, bir yandan uzaya roket gönderirken, milletinin büyük bir kesimini sokak aralarındaki karton altlarında yaşamaya mahkûm ederek, adeta gelir dağılımındaki eşitsizliğin neticesini resmediyor. İspanya çok büyük bir borç yükünün altında eziliyor. Bu ülkelerde yaşayan insanların da hiçbiri içinde bulunduğu hayat tarzından ve dünya düzeninden memnun değil. Japonya ise Türkiye’den sonra Amerikan karşıtlığının en yüksek olduğu, teknoloji ve disiplin olarak son derece gelişmiş bir ülke.
Bir diğer hedef ise elbette ki biziz, yani Anadolu. 2009 senesinden beri emniyet, yargı ve ordu darbelerine maruz kalan, dış destekli halk hareketleri tertib edilen ve her seferinde bu saldırıları bertaraf etmesini bilen; fakat savunmadan çıkıp, bir türlü taarruza geçemeyen Türkiye.
Cebheyi Genişletmek
Birçok ülke ufak tefek saldırılar karşısında darmadağın edilip teslim alınmışken, bir tek Anadolu, dalga dalga gelen saldırılar karşısında ayakta kalabildi ve bununla beraber güçlendi. Peki bu vaziyet daha ne kadar sürdürülebilir? Biz ardı ardına saldırılara maruz kalacağız, canımız gidecek, düzenimiz bozulacak, huzurumuz kaçacak ve bunun karşısında oturup yalnız bir sonraki saldırıyı mı bekleyeceğiz? Cevabımız tabiî olarak “hayır” olduğuna göre, o zaman biraz da pratik planda konuşalım.
Hep diyoruz ya “olmak ya da ölmek” diye, birazda nasıl “ol”unacağını konuşalım. Yalnız dış politika bahsinde bile yüzlerce ve hatta binlerce faktör, değişken bulunuyor. Dolayısıyla dışa doğru yapılan hamlelerin birbirini çelmesine mani olmak ve onları birbiriyle irtibatlandırarak verimli kılmak için gereken tek şey bir “sistem” ve o sistemin “şuur”u. Yani bu öyle bir peşinat ki, bir yandan yerleşik dünya düzenine alternatif teşkil edecek, diğer taraftan da tatbik edilmesi neticesinde bizim kendi düzenimizi hâkim kılmamızla nihayetlenecek. Batı’nın elinde bugünkü düzene alternatif olabilecek bir sistem yok. Komünizm gibi tüm “anti” fikirlerin de bir bir tükeniği, haddini aşarak zıddına tekabül ettiği bu süreçteyiz. Amerika’nın elinde kendi düzeninin bir alternatifi olmadığını söylemiştik. Batı ile beraber bu düzene karşı Çin’in ortaya koymuş olduğu bir alternatif de yok. İslâm ülkelerinin de yok. Japonya’nın da yok. Rusya’nın da yok. Avrupa’nın da yok. Arz-ı Mev’ud diye kuduran Yahudi’nin de Arz-ı Mev’ud’dan sonra ne yapacağına dair bir hiçbir fikri yok. (Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Adalet Mutlak’a başlıklı konferansında dikkat çektiği üzere, silahlar sustuğu zaman kimsenin konuşacak bir şeyi yok.) Kendi başına bir tez olarak elimizde yalnız İslâm kalıyor. İslâm, İslâm’a Muhatab Anlayış ve bu anlayıştan hasıl yeni bir nizam, aynı zamanda “Yeni Dünya Düzeni”. E bu fikir de Anadolu’da temerküz ettiğine göre, borcumuz da, hissemize düşen nimet çapınca büyüyor tabiî.
Bu sistemin benimsenmesi peşin şart. Ondan sonra hâlihazırda operasyona maruz kalıp tıpkı Türkiye gibi çaresizce bir sonraki saldırıyı bekleyen, ancak reaksiyon gösterebilen ülkelerin kiminin iktidarı, kimin ise muhalefetiyle irtibata geçip, adeta dünya çapında faaliyet gösteren bir “aksiyon santrali” gibi hareket etmemiz icab ediyor. Nihayetinde “Merkez Anadolu”. Bunu yaparken bir yandan santrali genişletmek, diğer yandan da ard arda yapılacak operasyonlarla Amerika ve Yahudi’yi hem kendi içinde ve hem de hâkimiyet sahası dâhilinde reaksiyoner duruma düşürmek gerekiyor.
“Olmak” diyoruz ya, işte içteki birinci ve dıştaki ikinci basamağı bu! Yoksa geriye tek bir seçenek kalıyor ki, o da “ölmek”. Operasyona maruz kalan kim varsa, hepsinin kendisine has hususiyetlerini tek bir elden sevk ve idare ederek karşı tarafa dünyayı dar etmek lazım. Kiminin istihbaratı, kiminin parası, kiminin teknolojisi, kiminin silâhı, kiminin BMGK üyeliği ve saire... İçinde bulunduğumuz ve içinde bulunulan bu vaziyetten başkaca bir çıkış yolu yoktur. Zannedilmesin ki bu ülkelerin hepsiyle aynı masaya oturup bir birlik kurmaktan bahsediyoruz; aksine, her biri ile ayrı ayrı geliştirilecek münasebetler vasıtasıyla bu geminin yürütülmesinden bahsediyoruz; santral dedik ya.
***
Dünyada yalnız askerî ve ekonomik güce dayanarak hüküm sürme devri kapanmıştır. Dünya müesses nizama bir alternatif arıyor. Biz ise Anadolu’da bu alternatife sahibiz. Artık yapmamız gereken millî alternatifimiz olan Büyük Doğu-İbda İslama muhatab dünya görüşünü benimsemek ve “–mış” gibi yapmadan, bir bütün hâlinde tatbik ederek Yeni Dünya Düzeni’ni tesis etmek.
***
Peki geldik asıl müşküle. Bu sistemi bütün hâlinde pazarlıksız bir şekilde benimseyip, ardından da böylesi bir planı tatbik edecek siyasî akıl ve irade nerede? Nerede olduğunu bilmiyoruz; fakat şunu biliyoruz ki, bu saatten sonra burada değilse, inanın ki hiçbir yerde!
Baran Dergisi 552. Sayı