Arvasi, içgüdünün hayatı ve zekayı gölgelediğini söyler. İçgüdüler otomatik olarak çalışır ve aklın organizmada devamıdır. Yumuşaklık ve esneklik ifade etmezler
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu'nun cezaevindeyken İbda bağlılarına "Kendini Arayan İnsan var mı?" sorusuna kimseden cevap gelmeyince "Kendini arayan insan yok mu? demiş. Bu kıssayı dinlediğim zaman Seyyit Ahmet Arvasi'nin Kendini Arayan İnsan eserini okumaya karar verdim. Eseri bitirdiğimde yer yer Üstad Necip Fazıl'ı yer yer Mirzabeyoğlu'nun üslubunu buldum. Bilgeoğuz Yayınları’ndan çıkan ve 183 sayfa olan eserde Arvasi, maddenin manaya tahakküm edilişini misalleriyle gösterirken mananın maddeyi altüst edişini de gözler önüne seriyor. Eserin en başında insan ile heykeli konuşturuyor Arvasi. Yani manayla maddeyi savaştırıyor. Diyalog halindeyken insan heykele yenilir gibi oluyor, onun cazibesine kapılıyor. Bir an söylediklerini haklı buluyor. Hatta insan, “Söylediklerin aklıma yatıyor” deyince, heykel, “Sen aklı da bizden öğrendin. Akıl, eşya düzenindeki ilişkilerin, bizim mahşerimizin ifadesidir” diyor. Heykel, bir madde olarak aklın da eşyaya bağlı oluşunu belirtiyor. Yani akıl eşyaya tahdit ile bağlıdır ve eşyadan hariç tahayyülünü aşamaz.
Heykel, insanı kendi kıskacına alacak ve onu dar bir çerçeveye hapsedecek, şuurunu bağlayacak şu cümleyi kuruyor: “Aklın hudutları içinde kaldıkça, benden başkası değilsin…”
Bu sefer insan kendini sorgulamaya başlıyor. Aklın objektif olduğunu, eşya ilişkilerinden ibaret olduğunu ve eşyaya köle olduğunu düşünür. Ardından çıkmazda kalan insan “O halde aklı aşmalıyım” diyor kendisine.
Heykel bu sefer insanın objektif tarafını çelmeye çalışıyor. Aklın ötesindekileri insan zaafı olarak telakki ediyor fakat maddenin ötesinde insanlık (“insan”ı sahip olduğu ruh cephesiyle düşününüz) olduğunu da itiraf ediyor. İnsan, heykelin sözlerine karşın maddede olmayıp insanda var olan bir iç aydınlık olduğunu, bilmenin çilesinin insanda olduğunu, insanın dışında tüm canlı ve cansızların maddeye boyun eğdiğini söylüyor ve ekliyor: “İnsan materyalist olmakla kendini alçaltır.”
Heykel yenildiğini anlayınca silahlarını tamamen ortaya dökmeye başlıyor. Kendisini madde, heykel, müsbet ilim, determinizm, mekanizm ve objektiflikle savunacağını belirtiyor.
Arvasi; madde ile mananın bu şekilde verdiği savaşı gösterirken, birbirlerine muhtaç oluşlarını da söylüyor. İnsan manaya erebilmesi için maddeyi kullanmak zorundadır. Madde ise kendini, insanın özlem duyduğu şeye ulaşabileceği bir basamak olarak kullandırttığı sürece vardır.
***
Bir meseleyi daha anlaşılabilir kılabilmek için ilk önce bahsedeceği kavramları ele alan Arvasi, “Bilgi ve İntibak” başlıklı bölümünde “hayat, zeka, akıl, hakikat” gibi kelimelerin manalarına iniyor ve bu kelimeleri hangi kavramlar üzerinden düşünüleceğini de belirtiyor. Bu bölümde insanın tekâmül içinde var olabildiğini, intibaklaşmanın insanın ölümü olduğunu söylüyor Arvasi. Hayat dediğimiz varlık da insanın devamlı var olabilmesi ve devamlı kendini yenileyebilmesi için canlılık gösterir ve insana hizmet eder. Fakat insan, kendine hizmet etmekte olan hayatı sırtına alarak ona hizmet etmeyi tercih eder. Halbuki insan devamlı tekâmül halindeyken de duyduğu hasretin özlemi içindedir. Mirzabeyoğlu da bu özlemin içinde “Allah’ı arama gayesi”nin olduğunu belirtir. Arvasi için eşya insanda donuktur, hayat ise yenilemedir. Çünkü hayatın ötesinde ruh vardır ve ruh sonsuzdur. İnsan kendini tarif ederken eşyaya dayandırarak tarif eder. Halbuki, insan uçsuz bucaksız bir varlıktır ve aklın kendisine sığdırdığı objektif duyuların katbekat ilerisindedir. Arvasi, maddeyi akılla şekillendirirken, manayı da zeka ile şekillendirir. Arvasi’ye göre zeka; hayata bakışımızın ta kendisidir. Tüm ölçülerimiz, hislerimiz, sezgilerimiz onun yardımıyla olur. Hayatın realitesini onunla tanırsınız. Yetersizliğimiz karşısında bizi toplayan bir araç vazifesi görür. Zekanın intibaka karşı oluşu bir yana her an değişimdedir. Bu yüzden zeka, akıldan öndedir. Akıl insanı maddeye sürüklerken, zeka manaya yöneltir. Arvasi, aklın objektif duyular üzerine kurulu olduğunu söyler.
Zeka ile aklın karşılaştırılmasında Arvasi, aklın somut idrakler ile katmanlaşmış olduğunu, aklın katılaşmayı temsil ettiğini, zekanın ise orijinalliği temsil ettiğini belirtir.
Arvasi eserinde hayat, akıl ve zeka üzerine yaptığı tahlillerden sonra hakikat kavramını ele alıyor ve sorguluyor. Hakikati şöyle tanımlıyor: “Bize kendini tasdik ettirmek isteyen bir gerçeklik her an bizi içimizden ve dışımızdan uyarmaktadır. Bütün varlığın bağrından taşan ve bütün varlık tezahürlerini aşan, bu arada her varlık gibi bizi de uyaran bir vakıaya ‘hakikat’ diyoruz.”
Mutlak hakikatin de bizzat mutlak varlık olduğunu söyleyen Arvasi, onun da duyularla elde edilemeyeceğini hatırlatır. Hakikat insanların zihinlerinde derece derece ve çeşit çeşit farklılıklar arzeder. Toplum, kültür, din, yetişme usulü gibi insanı şekillendiren durumlar neticesinde insan hakikati bir arada göremez ve bulamaz. Akıl da buna izin vermez. Arvasi, insan zihnine hakim zihnî prensiplerin hakikati insana göre şekillendirdiğini ve parçalara ayrıldığını söyler. Akıl parça parça hakikat karşısında çaresizdir. Zeka ise “mutlak hakikat”i arama peşindedir. Çünkü zeka keyfiyete dalmak ister, keyfiyet sonsuzluktur ve insan daima sonsuzu sezer, onu özler. Kemiyetten bunalır ve ürker. Zeka ancak mutlak bir’i arar. Akıl ise izafi bir’in peşindedir.
Mutlak hakikat insan için mümkün değil. İnsan şuuru seviyesince hakikatle muhataptır. İnsan hakikati bir bütün olarak göremez, parça parça görebilir. Parçayı ise hakikat olarak görmeye başlar, parçanın hakikat olduğunu sanır. Arvasi tam ve mutlak manada insan için objektifliğin mümkün olamayacağını belirtir. Canlı varlık tekâmül ettikçe subjektifleşme gücünün artacağını söyler. Arvasi’ye göre insan tamamen objektif olamaz ve insan bakarken objektif fakat görürken objektif değildir.
Arvasi, objelerin bilgi yüklü olsa da bu bilgilerin şuurunda olamadıklarını, ancak bu bilgiyi insanın idrakinin subjeleştireceğini söyler. Bu duruma şöyle de bakabiliriz: Lügat ezberlemekle alim olunamaz. Bilgi kullanılmadığı sürece objedir, kullanıldığı vakit subje halini alır. Bilgide maddenin manaya evrilişiyle bilgi kullanılır hale gelir. Bilmeyi bilmek, irfan hep bu mesele ile anlaşılabilir. Obje ile bilmeyi bilemeyiz.
Arvasi, objelerin insanı yutmaya çalıştığını ve insanın subjektifleştikçe objeleri hükmü altına alabileceğini belirtir. Bu yüzden Arvasi, aklın objektif, zekanın ise sübjektif eserler verdiğini söyler. Haliyle güzeli sevmek, bir şeyi güzel bulmak estetik hazzın ürünüdür. Estetik haz ise subjektiftir. Arvasi’ye göre estetik haz, yüksek bir idrak seviyesini ve hayatiyetimizi temsil eden zekanın kendini aramasından, bulmasından ve ifadesinden doğmuştur.
Objektif, bir şeyi güzel yapsa da onu güzel bulmak subjektifin işidir der Arvasi. Günümüz toplumlarında objektiflerin belirlediği “güzel”e determinist bakışla maruz kalıyoruz. Halbuki her insanın hisleri, sezgileri ve güzeli bulması farklıdır. O halde her belirlenen güzel, güzel olmayabilir. Güzele güzel hükmünü verebilen zekadır. Zeka bu hükmü verirken sanattan haz duyarak verir. Sanattan haz duymak ise küçüklükten beri sanat ve estetik çabalar sonucu kazanılır. O halde, güzele ve çirkine hükmü verecek olanlar da onlardır. Yani herkes değil... Kısaca eline kalem alan güzeli ve çirkini belirleyemez.
Arvasi aklı tarif ederken zekâ için kazanılmış bir kabiliyet ve alışkanlık olduğunu söyler. Arvasi’ye göre objektif akıl için en büyük gerçek, eşyadır. Halbuki sübjektif eşyayı aşmaya çalışır. Sanatta hazzı duyabilmek için kendini parçalar ve aşar. Bu aşmayı Arvasi şöyle tanımlıyor: Esarete karşı hürriyet çığlığı, monotonluğa karşı yaratma hamlesini özleme, eşyanın karşısında insanın sesini duyurma çilesidir.
Arvasi’ye göre eşyanın sırrı akılla çözülemez. Oluş ve gerçek karşısında sanatkâr ve entelektüellerden ziyade sübjektif perdeleri yırtıp aklın ötesine giden, Allah’ı sezen, bilen, tanıyan peygamberler ve Allah dostları vardır. İdraklerin önümüzdeki perdeyi vahiy ve ilham yoluyla bilirler.
Toplumları toplum yapan, medeniyet haline getiren bilgi değil hikmettir. Sadece bilgi olsaydı aklın ötesine geçilemeyecek ve terkibi hiçbir sübjektif iş ortaya koyulamayacaktı. “İlim öğrenmekle olur, hikmet ise bir nevi ilhamla… hikmet gaipten kalbe gelir.”(1)
İmam Gazali de hakikatin elde edilişini Allah’ın kalbe ilka ettiği nur olarak telakki etmiş, bu nurun birçok bilgi kapılarının anahtarı olduğunu söylemiştir. Gazali “Her kim, bir şeyin hakikatini keşf ve manalarının sırf delillere bağlı olduğunu zannederse, muhakkak ki, Allah’ın geniş ve sonsuz rahmetini daraltmış olur” demiştir.(2)
Peygamberler ve Allah dostları hakikati, aklın ötesinde eşya ve oluştan sıyrılarak rahatlıkla karşılayabilirler. Ve “akıl ve duyum üstü bir idrake ait sesler ve manalar getirirler.”
Otomatizm-İçgüdü-Şuur
Eksiksiz, kusursuz ve daha birçok vasıfları haiz varlıklar olsaydık hakikati bulma çabamız olmayacaktı. Güzeli ve çirkini fark edemeyecektik. Arvasi bu durumu “eksiklik duygusu” olarak tanımlar. Bilmek arzumuzun organizmamızı açması… Ruhî bir ihtiyaç olarak bu açlığı eksikliğimiz ile hissederiz. Sonsuzluk arzusu ve hakikat özlemi insanda bu eksiklik duygusunu daha da aşikâr ediyor. İnsanın objektiflikten ibaret olmadığının kanıtlarından biri de kendine yetmemesidir. Arvasi, insanı insan yapan durumun da bu açlık olduğunu söyler. Açlığın psikolojik açlık olduğuna dikkat çeken Arvasi, bunun idrakinin de şuur ile olabileceğini aktarır. Organizmamız bize yetmediğini anladığımız zaman şuur devreye girer. “Şuur bir bakıma, idrakimizin organizmamızı aşmasıdır.”
Arvasi, içgüdünün hayatı ve zekayı gölgelediğini söyler. İçgüdüler otomatik olarak çalışır ve aklın organizmada devamıdır. Yumuşaklık ve esneklik ifade etmezler. Akıl içgüdü ile, zeka da şuur ile akrabadır. Akıl ile zeka arasındaki objektif ve sübjektif fark gibi içgüdü ile şuur arasında da objektif ve sübjektif fark vardır. İçgüdü donuktur, şuur ise aşkındır.
İçgüdüyü insan ve hayvanda gözlemlemek mümkündür: İçgüdü hayvanda intibak halinde iken, şuur insanda hareket ve yenilik halindedir.
Mekan-Zaman-Yaratan
Arvasi, objektif bir aklın determinizme bağlı olduğunu söyler. Çünkü akıl ne görürse ona inanır. Determinizm ise gördüğü şeyin o olduğunu zorunlu kılar. Determinizm, her şeyin zorunlu bağlılıklar bütünlüğü olduğuna inanır. Alemdeki olayların birbirine bağlı olarak bir devam halinde olduğu ve bunun da mecburi olması gerektiğine inanır. “Evrende her olayın bir nedeni olduğu gibi bir neden meydana gelince onun sonucunun da meydana gelmesi zorunludur.”(3)
Determinizm bu zorunluluktan müteşekkildir. Determinizm “akıl prensipleri tecrübeden önce, doğrudan doğruya aklın mahiyetine ait” olarak aklın prensibidir.(4)
Ne yazık ki Batılı düşünürler de determinizmin insan aklını ve zekasını daralttığını yeni yeni anlamaya başlamış, tasavvurlarını genişletmiş, artık eşya ve hadiselerde katî bir determinizm değil ihtimaller kanunun olduğunu itiraf etmişlerdir. Mutlak bir determinizmin olamayacağını da Arvasi, zaman dışı bir mekânın mümkün olmadığıyla ilişkilendirir. Ona göre hep aynı şey olarak kalan bir şey için hareket söz konusu olamaz. Hareket olan yerde yeni bir oluş vardır.
Determinizm maddeye sığınır fakat madde, hareket olmadığı zaman donuklaşır. Madde bile hareketsiz iken donuklaşıyorsa, hareket halinde olmayan insan nasıl donuklaşmasın? Günümüzde toplumların her geçen gün geriye doğru gitmesi, kültürün içinin boşaltılması, değerlerin gitgide kaybolması, idraklerin kapanması, şuur seviyesinin düşmesi, sanatın, romanın, şiirin taklide düşmesi, eser verilememesi hep bu donukluktan meydana gelmektedir. Her zaman yeni, her zaman iyiyi, doğruyu ve güzeli arayarak ve ona özlem duyarak yaşaması gereken insan, bu intibak halinde yaşadığını sanmaktadır. Arvasi bu duruma ilişkin zekanın, determinist alemde müdahaleci bir keyfiyet olarak belirdiğini söyler.
Gelelim zaman meselesine: Kavramını idrak etmekten aciz olduğumuz en çetin meselelerden biri de zaman bahsidir. Günümüze kadar çeşitli veçhelerde tarifi yapılmış, kimi bir şeyin bir anda olup bitmesi demiş, kimi hiçbir şeyin olmadığı sırada olan, geçen zaman demiş, kimi ise eşya ve hadiselerin artarda birbirini takip etmesidir demiştir. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, zaman meselesine dair şunları söyler: “Zaman dediğimiz o hudutsuz, sessiz, duraksız şey ki hızla akar, atılır ve denizlerin meddi gibi her şeyi kucaklar; üzerinde biz ve bütün kâinat buğu gibi, şimdi var ve bir an sonra yok olan hayâller gibi dalgalanırız. Evet bu, kelimenin tam mânâsı ile bir mucizedir; bizi müebbeden dilsizliğe mahkûm eden bir şey ki, onun hakkında söyleyecek bir tek kelimemiz bile yoktur.”(5)
Fizikçiler ve filozoflar zamanın ölçülebilir olduğunu söylerler. Her biri zamanı bir madde üzerinde somutlaştırmaya çalışır ve onu zamanla ilişkilendirmeye çalışır. Arvasi, zaman kavramının akılda küçüldüğünü belirterek determinist düzenin idrakimize ve zekamıza zamanı parçalattığını söyleyerek zamanı ölçenlere cevap verir: “Maddi bir oluş ifade eden en kısa ve en süratli tekerrür halkası göz kırpma olayı olsun. …akla tabi olduğu müddetçe zeka, ani bir göz kırpması içindeki süre olarak kabul edecektir.” Arvasi, aralarında A ve B noktaları olan minimetre veya mikron mesafeli bir açıda ışık hızı cereyan eden olayın göz kırpması göz kırpmasından daha hızlı bir an olduğunu söyleyerek şu tesbiti yapar: Görülüyor ki, akıl, zamanı da madde gibi ufalamaya çalışmaktadır.
Zamanın bir ölçü dahiline koyduğumuz göz kırpması, ışık hızı misaline karşı nasıl ki eriyip yok oluyorsa, ışık hızına karşı daha hızlı gösterebileceğimiz bir misal, ışık hızı ölçüsünü de çökertecektir. Haliyle aklın ufalayıp somutlaştırmaya çalıştığı ve onu kendisinde bulunan misallerle somutlandırdığı zaman, Salih Mirzabeyoğlu’nun şu misalinde gerçeğini bulur: “Bir varlık-bir yokluk temposunda, sürekli ve arazsız dönüşte tecelli eder; bu öyle bir hızdır ki, yokluk varlığın-varlık yokluğun aynıdır. Hem varlık ve hem de yokluk, bütün zıtlıkların künhü olarak toplandığı iki kutbu temsil ederken, “her şeyin zıddıyla kâim olması” ölçüsü ile, yaratılmış vasfıyla vardır. “Yok” yoktur; yok da bir mahlûk olarak vardır… Ve Halk Âlemi’nin her ân ve her ân yok oluşu içinde zaman tecelli etmektedir.”(6)
Zamanın somutlandırılamadığını ve zamanın ilahi “ol” emrini idrak etmekle kavranılabileceğini söyleyen Arvasi, en yüksek ve soyut idrakin bütün zamanı bir an içinde kavrayan idrak olduğunu, şuurun da bu durumu idrak etmeye istidatlı olduğunu belirtir.
Arvasi’ye göre zaman eşya gibi ele alınamaz. Eşya gibi algılanan zaman objektif aklın gösterisidir. İnsan zamanı akıl ile kavrarsa yukarıda verdiğimiz göz kırpması ve ışık hızı gibi misallere muhatab olur. Çünkü “akıl, zekayı parçalamaya zorlar” ve zamanı parça parça idrak ettirmeye çalışır. Zeka ise “oluşu uzun bir zincirleme içinde gözetleyebilir.” Aklın esaretinden kurtulan zeka, yaratmayı kavrar, “ol” emrini kavrar. “Yaratma kavramı ise zamanın bölünemezliğini bir an içinde idrak edip, bütün oluşu içine alan ezel ve ebed uç veya yönlerini bu an içinde kaplayan tek hamleyi ifade etmektedir. Yaradan, ezel ve ebed arasındaki oluşu bir tek anda var edendir.”
Kaynakça
1- Salih Mirzabeyoğlu, Hikemiyat, İbda Yayınları, İstanbul, s.153
2- Salih Mirzabeyoğlu, Hikemiyat, İbda Yayınları, İstanbul, s.162
3- Adnan Adıvar, Bilim ve Din, Remzi Kitabevi, İstanbul, s. 432
4- H. Ziya Ülken, “Determinizm Problemi”, Türk Düşüncesi, s. 3
5- Salih Mirzabeyoğlu, Marifetnâme -Süzgeç ve Şekil-, İbda Yayınları, İstanbul, s. 99
6- Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız -Temel Meseleler-, İbda Yayınları, İstanbul, s. 51-52
Aylık Dergisi 175-176. Sayı, Nisan, Mayıs 2019