Bir önceki yazımızda sekînenin İbranicedeki karşılığı olan “şekina” üzerinde durmuştuk. Tanrı’nın yeryüzündeki tezahürünü ya da mevcudiyetini ifade eden şekina kelimesinin “yerleşmek, oturmak” mânâsındaki “şkn” kökünden geldiğini, bunun bizdeki tedaisinin ise “istiva”(1) kavramıyla ilintili olduğunu ve bunun da, “arş ve arş altı kürsî” mânâsı üzerinden “Abdülhakîm Koltuğu” ile ilişkili olduğuna değinmiştik. Bu çerçeveden olarak;

“Hemze, Allah’ın BEDİ’ ismine ve “İlk akıl” mertebesine işaret eder…” (…) “Süruş-Cebrail. Vahy, haber getiren melek: 566: Seyyid Abdülhakîm Arvasî…”(2)

Hemze; sıfır, nokta, ben, ruh; yuvarlak, halka, delik; “terazi iplerini kendinde toplanan halka”; “Abdülhakîm Koltuğu”… Tedaisi, Arş horozu ve Sokrates’in son nefesinde öğrencisi Eflatun’a miras olarak bıraktığı horoz borcu!..

Not: Evet; “Hemze, Allah’ın BEDİ’ ismine ve “İlk akıl” mertebesine işaret eder…” Bu söz, başın başında, “Beşer zekâsının sekreteri İBDA” mottosunun esaslı bir delilidir. Ayrıca, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın kuşa niyet çektirircesine seçilmiş bir isim olmadığının da başlıca delili!

“Gerek Targumlar’da(3) gerekse Talmud’da(4) genellikle Tanrı ile özdeş kullanıma sahipken Ortaçağ Yahudi âlimleri “şekina”yı Tanrı’dan ayrı ve müstakil bir varlık şeklinde algılamışlardır. Bu Yahudi âlimleri, sonsuz ve ihata edilemeyen aşkın Tanrı kavramı ile yaratma ve vahiyde bulunma sıfatlarını uzlaştırmak için logos kavramına benzer şekilde Tanrı ile dünya arasında aracı olarak yaratıldığını düşündükleri Tanrı’nın nur biçimindeki şanından bahsetmişlerdir. Şekina diye isimlendirilen ve aynı zamanda kutsal ruhla özdeş kabul edilen bu nur yaratılmışların ilki olmakta, vahiy ve peygamberlerle konuşma bu nur aracılığı ile gerçekleşmektedir. Tanrı’nın Hz. Mûsâ ve İsrâiloğulları tarafından görüldüğünü ifade eden Eski Ahid pasajlarında da söz konusu şey Tanrı’nın nuru yani şekinadır. Bu nuru Tanrı’nın müstakil bir şekilde tezahür eden özü şeklinde tasvir edenler de olmuştur. Yahudi mistik geleneğinde ilâhlığın dişi unsuru ve yarı bağımsız bir varlık olarak algılanan şekina yaratılıştaki aşamaların (sefirot)(5) sonuncusu, yani madde âlemine en yakın sefira ve insan ruhunun kaynağı olarak görülmüştür.”(6)

Not: Allah, aşk hâlindeyken, âlemleri yaratmayı murad etti ve severek ve isteyerek kendi nurundan veya sonsuz zâtî varlığından (Mutlak Varlık) “Muhammedî Ruh”u yarattı. Sonra o nurdan bütün bir âlemi belli ölçüler çerçevesinde sırayla yarattı!.. Allah, yarattığı varlıklar âlemi içerisinde insanı en mükemmel varlık-sûret üzere yarattı ve kendisine halife kıldı. Kendi ruhundan üflediği insana kendinde olanı da verdi ve bütün isimleri ona öğretti. Allah’ın ezelî ve ebedî bilgisinde ilk yaratılan varlık, Allah Resûlü’nün nuru / ruhudur. Malum olduğu üzere, dünyaya gönderilen ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Adem Aleyhisselâm’dır. Dünyaya gönderilen son peygamber ise Peygamberlerin peygamberi ve Kâinatın Efendisi Allah Resûlü’dür. Allah Resûlü’nün dünyaya teşrifleri, bâtının zâhire çıktığını gösteren olmakla birlikte, varlıktaki en büyük mucize, “varlığın gaye noktası” mânâsına müjdelerin müjdesi olarak belirmiştir. Bu müjde veya mucize, Allah’ın 99 güzel isminden Ez-Zâhir ve El-Bâtın isimlerinin zaman ve mekândaki görünüşünün en kâmil mânâda belirdiğinin de en büyük göstergesidir. Değil mi ki, Allah Resûlü, Veda Haccı’nda, (meâlen), “Zaman devrini yapa yapa nihaî gaye noktasına ulaştı”, buyurmuşlardır.

Evet; Allah’ın isimleri arasında ez-Zâhir ve el-Bâtın vardır. Ayet meâli:

“O, ilktir, sondur, zâhirdir, bâtındır. O her şeyi bilendir.” (Hadîd, 57/3)

Ez-Zâhir isminin masdarı olan “zuhûr” sözlükte “açık olmak”, “aşikâr olmak”, “görülmek” ve “muttali olmak” mânâsınadır. El-Bâtın kelimesinin masdarı olan “butûn” ise, lügatte “gizli olmak”, “bilmek” ve “bir şeyin iç yüzü ve sırlarına vâkıf olmak” mânâsında.(7)

Yukarıdaki bilgilere niçin yer verdiğimize gelince, o da şu: İBDA Mimarı, meâlen, “Bâtının zâhire çıktığı bir zaman diliminde yaşıyoruz!” der. Nasıl ki Allah Resûlü, kendi zuhurunun zaman diliminde, -Asr-ı Saadet veya Saadet Asrı-, “zâhir” ve “bâtın” mânâsını “suret mânânın aynıdır” çerçevesinde “Tasavvuf”u mündemiç “Şeriat”ı ilan edici oldu, diğer bir ifadeyle de, “Küllî ruh”un “Küllî cisim”ine yataklık eden olarak, “zıtların birliği”ni gerçekleştirici “İslâm”ın mutlak sahibi oldu, aynı şekilde, “Asr-ı Saadet”in “Gölge” keyfiyetini haiz kıyamet öncesi zaman diliminde de “Büyük Doğu İBDA ruh ve fikir sistemi”, İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin “Sıla” keyfiyetini haiz Müceddidiyye yolunun şaşmaz bağlısı ve de temel kabul edicisi olarak, “Şeriat” ve “Tasavvufu” cem edici bir noktada, “Halid-i Hikmet’in de toplayıcısı oldu. “Kelâm ve mânâ toplayıcılığı” denilen durum. Allah Resûlü’nün zuhuru ile birlikte, Allah, dinini, yani kendisine ulaşan tüm yolları tek bir yola bağladı (Ana Cadde!) ve bu yolun adını da İslâm olarak sabitledi. Bütün yolların Roma’ya değil, Mekke’ye (İslâm) çıktığını gösteren olmakla birlikte, Mutlak Ölçü ile sabit olduğu üzere, Allah dinini tamamladı ve adını da İslâm koydu. Yaşadığımız yeni zaman ve mekânda ise bütün yolların “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”ya çıktığını görme ve gösterme zamanı gelmiştir. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın kendi fikri konsepti içerisinde sıkça yer verilen “İslâm zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamıdır” tarifi keramet çapında kabul edilirse yeridir. Bu çerçeveden olarak;

İBDA külliyatında yeri geldikçe üzerinde sıkça durulan bir mevzu: “Allah, zuhurunun şiddetinden gaiptir.” Bu mevzu, İbni Arabî Hazretleri’nin “Vahdet-i Vücud” ve İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin “Vahdet-i şuhud” mevzuunun bariz önermeleri hâlinde, “her şey O’dur” ve “her şey O değil, O’ndandır; bu mânâda O’dur” hakikati ile de doğrudan ilişkili olarak ele alınmaktadır. Ezcümle, Allah Resûlü’nün nurundan yaratılan “ilk insan veya ilk Âdem” mânâsına “ilk insan ve ilk peygamber olan Âdem Aleyhisselâm” ve yine Allah Resûlü’nün nuruna veraset üzere O’nun gölgesi mahiyetinde zuhur edecek olan “son insan veya son Âdem”, dolayısıyla da “Hatemu’l-Evliya”(8) veya “Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm” ile de doğrudan ilişkilidir. Bu mevzuda Araştırmacı-yazar Sosyolog Burak Çileli’nin Aylık Dergisi’nde yayımlanan, “Ölüm Odası veya İdris-i Seyr-i Sülûk IV -“Herşeyden Önce Hatemü’l Enbiya Vardı(9) isimli makalede çok doyurucu bilgiler sunulmaktadır. Bu mevzu, “Bâtının zâhire çıktığı bir zaman diliminde yaşıyoruz” sözü üzerinden yeni bir okumaya tabi tutulursa yeridir. Bu sözün söylenişindeki maksad, kuvvetle muhtemel, (Allahu âlem!), kıyamet öncesi bir zaman dilimine girildiğinin haberini vermek içindir. Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl tarafından İBDA Mimarı’nın niçin “Müjdelerin müjdesi” olarak karşılandığını ve yine bizzat İBDA Mimarı’nın, “Müjdelerin Müjdesi” isimli eserine niçin “Mim Mim’im Hikâyesi” alt başlığını uygun gördüğünü, dolayısıyla da “sona, en sona geldik” sözünü niçin söylediğini çok, hem de çok çok iyi okumak ve anlamak gerekiyor.

Not: İBDA Mimarı’nın, “Bâtının zahire çıktığı bir zaman diliminde yaşıyoruz” sözü üzerinden şu duruma da dikkatleri çekmek isterim. Bilindiği üzere, “Nakşı sırrıdır kavgam!” diyen İBDA Mimarı kendi fikri konseptini “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” olarak mühürler. Yine bilindiği üzere, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın arkasındaki tuğra isim Esseyyid Abdülhakîm Arvasî (Üç Işık) Hazretleri’dir ve Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl tarafından Efendi Hazretleri, Nakşi silsilesinin 33. halkası, yani “son halka” olarak mühürlenmiştir. İBDA Mimarı, “Ölüm Odası” isimli eserinde, “Tila-i 10 İranî-Mehdîyi hamil 10 süvarî” hadîsi üzerinden Efendi Hazretleri’ni onuncu, İmam-ı Rabbanî Hazretleri’ni ise birinci kişi olarak mühürler. Neyse, esas mevzuya gelecek olursak, İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nden başlayan Müceddidiye Hareketinin, Anadolu topraklarında Mevlânâ Halid-i Bağdadî Hazretleri üzerinden Halidilik şeklinde yuvalandığını biliyoruz. Bundan dolayıdır ki Anadolu’da Nakşilik, Halidiyye ismi ile de anılmaktadır. İşin bir yönü böyle; diğer bir yönüne gelince o da şu:

Bütün dünya irfan yemişlerini İBDA şemsiyesi altında toplayan İBDA Mimarı’nın nesebinin Halid bin Velid Hazretleri olması, tıpkı İBDA’nın Allah’ın BEDİ’ ismine olan nisbetinde olduğu gibi, bâtının zahire çıktığını gösteren çok derin bir hikmeti de içermektedir. “Mânâ ve suret” ilişkisi çerçevesinde düşünüldüğünde, mevzuun “sûret mânânın aynıdır” noktasında düğümlendiği çok açıktır. Değil mi ki, İBDA Mimarı, “Şiirde, Üstad ve benden başka hiç kimse mânânın suretini bulabilmiş değildir” der. Suretleri mânânın aynı olmuş iki büyük ve güzel insan olan Büyük Doğu ve İBDA Mimarları’nın “Remz şahsiyet” olduklarına ayrıca delil! İşin içerisine bir de “Halidî Hikmet” mevzuu dâhil edilince mevzu daha da anlamlı olmaktadır. “Halidî Hikmet” mevzuunda yine Burak Çileli’nin Aylık Dergisi’nde yayımlanan, “Ölüm Odası ve İdris-i Seyr-i Sülûk V -Philosophia Perennis-Ezelî Hikmet-Halidî Hikmet-” alt başlıklı makalesi çok büyük kıymet arz etmektedir.(10)

 “Kur’an’da işaret edildiği üzere İsrâiloğulları’nın sahip olduğu sandık ve sekîne bağlantısı açısından önemli bir husus da Eski Ahid’de bahsi geçen kutsal sandık(11) ya da ahid sandığıdır. Allah’ın emriyle Hz. Mûsâ tarafından yaptırıldığı ve içine on emrin yazılı olduğu iki taş levhanın konulduğu belirtilen bu sandık, İsrâiloğulları tarafından Tanrı’nın mevcudiyetinin ve yardımının görünür işareti kabul edilmiş ve toplanma çadırının en kutsal bölümünde muhafaza edilmiştir (Çıkış, 26/31-34; Tevrat nüshası, içinde menden bir parça bulunan kap ve Hârûn’un asâsının sandığın yanına konmasıyla ilgili olarak bk. Tesniye, 31/24-26; Çıkış, 16/32-34; Sayılar, 17/10). İsrâiloğulları’nın Sînâ’dan Ken‘ân topraklarına yolculukları sırasında kohenlerin taşıdığı sandığın kendilerini mûcizevî biçimde her türlü tehlikeden koruduğu nakledilmiştir (Yeşu, 3/14-17). Savaşta kavme eşlik eden, sandığa görevli din adamları dışında kimsenin dokunmasına ya da yaklaşmasına izin verilmemiştir (Hâkimler, 20/27; I. Samuel, 6/19). Gerek Tevrat’ta gerekse Rabbânî kaynaklarda sandığın içinde Tanrı’nın şanının ve yüce isminin bulunduğu belirtilmiştir (Çıkış, 40/34-35; Numbers Rabbah, 4/20). İslâm kaynaklarında yer alan, Şimuel peygamber zamanında sandığın Filistîler’in (Filistin) eline geçmesi hadisesi de Eski Ahid’deki bilgilere dayanmaktadır (I. Samuel, 4-6). Süleyman Mâbedi’nin inşasından sonra kohenler tarafından mâbedin en kutsal bölümüne yerleştirilen (I. Krallar, 8/1-11) ve bu esnada Tanrı’nın şanının mâbedi kapladığı belirtilen sandıktan Mezmurlar’da da (78/61) “Tanrı’nın gücü ve şanı” diye bahsedilmiştir. Bâbil sürgününden (m.ö. 586) sonra âkıbeti bilinmeyen sandıkla ilgili olarak Peygamber Yeremya, gelecekte İsrâiloğulları’nın tamamen doğru yola döneceği ve artık sandığın yardımına ihtiyaç duymayacakları kehanetinde bulunmuştur (Yeremya, 3/16; krş. Hezekiel, 10/18-19). Hıristiyan inancında gerek kutsal sandık gerekse şekina Îsâ Mesîh’le özdeşleştirilmiştir (Yuhanna, 1/14; ayrıca bk. AHİD SANDIĞI).(12)

“İbrânîce’de aron ha-kodeş denilen bu sandık, Eski Ahid’de “ahid sandığı” (bk. Sayılar, 10/33, 14/44; Tesniye, 10/8, 31/26), “şahadet sandığı” (bk. Çıkış, 26/33-34, 30/26, 40/5, 21), “Tanrı’nın sandığı” (bk. Birinci Samuel, 4/11) gibi muhtelif isimlerle anılmakta, Kur’an’da tâbût diye geçmektedir (bk. el-Bakara 2/248); Arapça’da ise tâbûtü’l-ahd denilmektedir. Kitâb-ı Mukaddes’e göre ahid sandığının şekli ve ölçüleri Tanrı tarafından bildirilmiştir. Akasya ağacından yapılması emredilen bu sandığın uzunluğu iki buçuk, eni ve yüksekliği birer buçuk arşın olacaktır. İçi ve dışı altınla kaplanacak, iki uzun kenarına ikişer altın halka konacak, bunlara akasya ağacından yapılmış ve altınla kaplanmış birer kol takılacaktır. Halis altından ince bir levha ile sandık örtülecek, altından yapılmış kanatlı iki kerrûbî (melek) tasviri bu kapağın iki tarafında yer alacaktır (bk. Çıkış, 25/10-21). Bu sandığa on emirin yazılı bulunduğu levhalar (şahadet levhaları) konacaktır (bk. Çıkış, 25/16, 21). Ayrıca bir çadır kurulacak, sandık çadırdaki özel yerine konulacak ve bir perde ile saklanacaktır (bk. Çıkış, 26/1-36, 40/3).”(13)

“Ahid sandığı emredilen şekilde yapılmış (bk. Çıkış, 37/1-9), şahadet levhaları sandığa konmuş (bk. Çıkış, 40/20-21), sandığı bekleme ve koruma görevi de Kohat soyundan Levililer’e verilmiştir (bk. Sayılar, 3/29-31). Tanrı’nın iki melek arasında oturarak Mûsâ ile konuştuğu kabul edildiğinden (bk. Çıkış, 25/22, 30/6; Sayılar, 7/89; Birinci Samuel, 4/4), ahid sandığı büyük önem taşıyordu. Ona yaklaşmak hem yasaktı, hem de ölümle sonuçlanıyordu (bk. İkinci Samuel, 6/1-11; Birinci Târihler, 13/1-14). İsrâiloğulları Tanrı’nın ve O’nun kudretinin sembolü, Tanrı’nın kendileriyle olan beraberliğinin bir nişanesi şeklinde kabul ettikleri sandığı devamlı surette yanlarında taşımışlar, sıkıntılı anlarında ondan medet ummuşlardır (bk. Sayılar, 10/33-36; Birinci Samuel, 4/3-9). Daha sonra ahid sandığının yanına (veya içine) kudret helvası dolu bir testi ile Hârûn’un asası ve şeriat kitabı da konulmuştur (bk. Çıkış, 16/34; Sayılar, 17/10; Tesniye, 31/26; İbrânîler’e Mektup, 9/4). Ahid sandığı Hz. Mûsâ’dan sonra Hârûn’un yanında kalmış, daha sonra gelenler de onu korumuş, bir ara Filistîler’in eline geçmiş, ancak Tâlût (Saul) zamanında geri alınmıştır. Bu sandık Dâvûd tarafından sarayda muhafaza edilmiş, Süleyman ise onu mâbedin “kudsü’l-akdes” denilen bölümüne yerleştirmiş fakat sandığı açtırdığında içinde sadece iki taş levha bulunduğu görülmüştür (bk. Birinci Krallar, 8/9). Buhtunnasr mâbedi tahrip ettikten sonra ahid sandığı kaybolmuştur. Sandığın daha sonraki durumu ise bilinmemektedir.”(14)

“Kur’ân-ı Kerîm’de ahid sandığından, Tâlût’un kral oluşu sebebiyle bahsedilmektedir. Peygamberleri tarafından, uzun süredir İsrâiloğulları’nın elinde bulunmayan tâbûtun geri geleceği, bunun da Tâlût’un krallığına alâmet olacağı bildirilmiştir. Ayrıca sandıkta Allah’tan bir sekîne ile Mûsâ ve Hârûn ailesinin geriye bıraktıklarından bazı şeyler bulunduğu ve sandığı meleklerin taşıdığı ifade edilmiştir (bk. el-Bakara 2/248). Bu âyette geçen tâbût, sekîne, “Mûsâ ve Hârûn ailesinden geriye kalanlar”a (bakıyye) dair tefsirlerde birbirinden farklı pek çok rivayet vardır (bk. Abdullah Aydemir, s. 205-210). Ancak Kur’ân’da ve hadîslerde bunlarla ilgili herhangi bir açıklama mevcut değildir.”(15)

“Bugün yahudiler, Tevrat tomarlarının muhafaza edildiği dolaba ahid sandığı demekte ve Tevrat’a gösterdikleri saygıyı buna da göstermektedirler. Hristiyanlıkta ise ahid sandığı, kilise babaları (bk. ÂBÂ) tarafından Hz. İsâ’nın sembolü olarak yorumlanmıştır.(16) 
Son söz: “Tabut-u sekîne” ile ilgili olarak, İBDA Mimarı’nın Baran Dergisi’nde yayımlanan “Ölüm Odası B / Yedi: Kumandan (Topluluk Hakikatinin Hakikati) – 193”(17) isimli yazının hassaten okunmasını salık veririz.
 
Dipnotlar

1-https://islamansiklopedisi.org.tr/istiva
2-http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-byedi-hicbir-mehdinin-erisemeyecegi-146-h619.html
3-Targum (İbranice’deki çoğulu targunim, “tercüme” mânâsınadır) İkinci Kudüs Tapınağı döneminden Orta Çağ'ın başlarına kadar geçen süreçte yazılıp derlenmiş Tanah'ın Aramice tercümesidir.
4-Talmud, Yahudi medeni kanunu, tören kuralları ve efsanelerini kapsayan dini metinlerdir. İbranice lamad kökünden gelir. Mişna ve Gemara bölümlerinden müteşekkildir. Yahûdîler, yazılı Tevrât'ın yanında ayrıca Allah tarafından Hazret-i Mûsâ'ya indirilmiş sözlü bir vahiy bulunduğunu söylerler ki o da Talmut'tur.
5-Sefirot, 13. yüzyılda yazılan ve Kabala’nın en önemli kitabı haline gelen Sefer ha-zohar’da geçen bir tür şemadır. Kabalacılar, Sefirot’un Tanrı Yehova’nın “yansıma şekli” olduğuna inandılar. Bu mistik doktrine göre, bütün her şey Sefirot’a göre yaratılıyordu. İnsanın ruhundan, evrenin yapısına kadar her şey Sefirot şemasıyla uyumluydu.
6-https://islamansiklopedisi.org.tr/sekine
7-http://www.fetva.net/yazili-fetvalar/allahin-zahir-ve-batin-olmasindan-maksat-nedir.html
8-- “Hatemu’l-Evliya” veya “Hatmu’l-Evliya” olarak kendisinden bahsedilen zat, velilerin sonuncusu olan bir şahıstır. Bu şahıstan, önce Hakim-i Tirmizî, “Hatmu’l-evliya” adlı eserinde bahsetmiş, daha sonra Muhyiddin İbn Arabî “Anka-u mağrib” adlı eserinde bu konuyu geniş bir şekilde incelemiştir. Fakat şunu söylemeliyiz ki, bu eserde, “Hatemu’l-Evliya”nın Mehdi olduğunu gösteren ifadeler yanında, onun farklı bir şahıs olduğunu gösteren ifadeler de vardır… Bununla beraber, İbn Arabî, Futuhat adlı eserinde daha açık bazı ifadelere yer vermiştir: Buna göre; “Hatmu’l-evliya” makamı iki kısma ayrılır: Birincisi, mutlak olan “Hatmu’l-velaye” makamıdır. Bu makam nübüvvet kanadından gelen bir velayettir. Bu velayetin sahibi, Hz. İsa (a.s.m)'dır. Kendisi, kendi döneminde bir peygamber olmakla beraber, âhir zamanda Hz. Muhammed (a.s.m)’in ümmetinden olup, onun şeriatiyle amel eder. Böylece, artık velayet-i nübüvvete hatime çeker. Kendisinden sonra nübüvvet kanadından gelen bir velayet artık söz konusu olamaz… İkincisi: “Hatmu’l-velayeti’l-Muhammediyye”dir. Bu makam, Hz. Muhammed (a.s.m)’in velayet yönünü temsil eder. Bu zat, Arapların en asil bir ailesine mensup olup, günümüzde var olan bir kimsedir. Bu makam sahibiyle 595 hicri yılında görüştüm. Fas’da kendisini tanıdım ve gizli olan bu makamının nişanını müşahede ettim.” (Futuhat, 2/49)… “Bu zat, Hz. Mehdi’den ayrı bir şahıstır. Çünkü Hz. Mehdi, soyca Al-i beyttendir. Hatmu’l-Evliya ise, manevî cephesiyle âl-i beytten sayılır.” (a.g.e, 2/50)… Kur'ân'a göre velâyet, Allah'a inanmak, emir ve yasaklarına titiz biçimde uymak demektir. Bir âyette Allah velilerine korku olmadığı, onların üzülmeyecekleri bildirilir. (Yunus, 10/62). İzleyen âyette de bu velâyetin tanımı yapılır: İnanmak ve muttaki olmak (Yunus, 63). Başka bir âyette de muttaki insanın nitelikleri açıklanır. Buna göre muttaki insan Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygambere inanan, sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, kölelere harcayan, namaz kılan, zekât veren, yaptığı anlaşmanın gereklerini yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden müminlerdir (Bakara, 2/177). Bu tanıma göre velâyet gerçek anlamdaki tüm mü'minlerin niteliğidir.( https://sorularlaislamiyet.com/hatemul-evliya-ne-demektir-bu-veli-kimdir-0)
9-http://aylikdergisi.com/haber-olum-odasi-veya-idris-seyr-i-sul-k--Iv--burak-cileli-4131.html
10-http://www.aylikdergisi.com/yazar-_olum_odasi_veya_idris%C3%AE_seyri_sul%C3%BBk___v-100.html
11-İBDA Mimarı: “KUTSAL SANDIK: 445: BAKIR HALKA…” (…) “TALUT-Bir ismi de Yuşa olan Peygamber: 446: BAKIR HALKA…” (http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-byedi-kumandan-topluluk-hakikatinin-hakikati-193-h3346.html)
12-https://islamansiklopedisi.org.tr/sekine
13-https://islamansiklopedisi.org.tr/ahid-sandigi
14-https://islamansiklopedisi.org.tr/ahid-sandigi
15-https://islamansiklopedisi.org.tr/ahid-sandigi
16-https://islamansiklopedisi.org.tr/ahid-sandigi
17-http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-byedi-kumandan-topluluk-hakikatinin-hakikati-193-h3346.html



Baran Dergisi 649. Sayı