Her 28 Şubat yıl dönümünde olduğu gibi bu yıl da 28 Şubat’ın hakiki mazlumu ve bu Allahsız saldırıya karşı meydan okuyup direnen gerçek kahraman İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun anılması gerekirken mağdur edebiyatıyla ne çile çektiği bilinmeyen ama yurt dışında üniversite okuduğu için “en mağdur” sayılan bazı kadınların ve bağıra bağıra gelen saldırı karşısında ne yapacağını ve nerde duracağını bilmediği için kendisini hedef tahtasına oturtan, düşmanla karşılaştığında da hile veya kavga hiçbir beceri ve cesaret gösteremeden kendini ve Müslüman halkın umutlarını harcatan Erbakan’ın mağduriyet edebiyatını dinleyeceğiz. 

Hiç uzatmadan ve gevelemeden söyleyelim: Erbakan hakkında niyet okuma çabasında değiliz. Maksadımız övüp göklere çıkarmak veya yerin dibine batırmak da değildir. Kendisine oy vermiş ve desteklemiş insanlar olarak, kendisine verdiğimiz vekaletin karşılığı olan hesabı sormak zorundayız. Herkes ahirette zaten hesaba çekilecek, bizler de verdiğimiz oyun ve sormadığımız hesabın hesabını vereceğiz.

Evvela; Erbakan bilindiği gibi 1973 genel seçimlerinde Müslüman halkın teveccühüyle meclise 48 milletvekili sokmayı başarmıştı. Ama halkın umutlarını bu halkın can düşmanı CHP’yle koalisyon yapmak suretiyle yıkan Erbakan, sonraki seçimde halkın teveccühünü kaybederek yarı yarıya düşüş gösterdi. Bir daha da Müslüman halkın teveccühünü kazanamadı ve sebep olduğu hayal kırıklığıyla milleti CHP’ye karşı sağ parti arayışında çaresizliğe mahkum etti. Uzun çabalar ve zahmetler sonunda 1995 seçiminde yüzde 21’lik oy oranıyla birinci parti mevkiine gelen Erbakan için tekrar ikbal fırsatı doğdu. Bilindiği gibi 90’lı yıllarda Müslüman halk kendine güvenini kazanmış, gençlikte İslami temayül ve idealizm had safhaya ulaşmıştı. Bosna ve Çeçenistan’a destek için cihada katılan gençlerin sayısı çok fazlaydı. Umumî olarak tabiri caizse “İslamîleşme” yaşanmaktaydı. Şimdiki gibi moda olsun diye değil, gerçekten Allah’ın emri ve Resûlünün sünneti olduğu için tesettüre sahip çıkılıyor, Şeriat arzusu yayılıyor ve dünya işlerini dine uygun şekilde yaşama isteği ve düşüncesinin nasıl gerçekleşeceğine kafa yoruluyordu. Erbakan ve Refah Partisi, o demlerde iyice dejenere olmuş ANAP  ve DYP gibi at başı giden sağ partilerden umudunu kesmiş Müslüman halkın gözdesi olmaya doğru gidiyordu. “İşte ordu işte komutan, Mücahid Erbakan” sloganlarıyla takdim edilen Erbakan, Müslüman halkın umutlarına münasip görünmekteydi. 1995 seçiminde de siyasî tarihinin en büyük başarısını göstererek birinci olan Erbakan’ın bu başarısı, onda İslam davasına hizmet umudu gören halkın zaferidir. Hiçbir partinin tek başına iktidar şansı yakalayamadığı o seçimde hem birinci hem de kilit parti olan Refah Partisi’nin ve tabii ki Erbakan’ın alacağı kararlar son derece önemliydi. İğrenç derecede kirli işlerin döndüğü 90’lı yılların en şaibeli siyasetçilerinden olan Tansu Çiller’le koalisyona adım atan Erbakan, yine kendisini yakacak hataya da adım atmış oldu. Faili meçhul cinayetler, köy yakmalar, ekonomik krizler ve yolsuzluklarla dolu o yıllarda başbakanlık yapmış olan Tansu Çiller ve ekibi belli ki bu koalisyonda Erbakan’ı “yutan eleman” olacaktı. Koalisyon görüşmeleri yapılırken partinin gençlik kolu durumundaki MGV’den Erbakan’a gönderilen tabutu herkes bilir. O koalisyona girmenin tabuta girmek olduğunu ikaz eden ve gayet şuurlu olduğunu gösteren parti tabanına mukabil, tepedeki malum zevatla garip siyasetini tekrar eden Erbakan bu tabuta girdi. Abdurrahman Dilipak hem Erbakan hayattayken hem de ölümünden sonra defalarca RP – DYP koalisyonu hakkında yazdığı yazılarda “Tansu Çiller bir gecede imana gelmedi, ılımlı İslamın hizmetinde olan Çiller bu işin siyasî kanadı durumundaydı” mealindeki sözlerle o koalisyonun mahiyetini dile getirmiştir. Erbakan’ın böyle bir şeye hizmet etmeyeceğini biliyoruz, ama siyasî olarak ortada büyük bir hatanın varlığını kabulden de kaçamayız. Herhangi bir çete yapılanmasıyla ve “ılımlı İslam”la alakası olmayan Erbakan’ın bu koalisyona girmesinden ne beklediğini anlamak imkansızdır. Eğer bu vesileyle memlekete hizmet edip hareketini büyütmeyi düşünmüşse, ortağı yüzünden göze almak  zorunda kalacağı  riskleri de hesab edip ne yapması gerektiğini de planlamış olması şarttı. Oysa adeta meccanî bir teşebbüsle koalisyona girdiği çabucak anlaşılacak olan Erbakan’ın hatası onun siyasî hayatını sona erdirmenin ilk adımı oldu.

Haziran 1996’da başbakan olan Erbakan, önce cezaevlerinde solcu mahkumların açlık grevi ve ölüm orucu eylemiyle karşı karşıya kaldı. Çapsız Adalet bakanı Şevket Kazan süreci yönetemediği için kendisinden önceki çok şaibeli bakan Mehmet Ağar’dan miras kalan zulme ortaklık etti. 12 siyasî mahkumun ölümü ve istediklerini de almalarıyla sona eren bu eylem sırasında sokaklarda sol örgütler çok sayıda eylem yapmışlardı. Hemen yine o günlerde Diyarbakır Cezaevinde düzenlenen operasyonla 10 mahkum dövülerek öldürüldü ve bakan sıfatıyla Şevket Kazan sadece baktı. Erbakan da başbakan olarak bakmaktaydı. Böylece önceki işkenceci ve katil ANAP ve DYP zulmüyle hiçbir alakası olmayan Erbakan, başbakan olur olmaz pisliğe bulanmış oldu. Solcular ve Kürtçüler,  Erbakan’a karşı düşmanlık beslemezdi, hatta Kemalist zulme karşı Erbakan’ın İslamî bir çözümle onlara da umut olma durumu söz konusuydu. İşte daha birkaç aydaki icraatıyla  çok kötü başlamış olan Erbakan bu ülkede başbakanlık yapamayacağını da göstermiş oldu. Tansu Çiller’in emrindeki bürokratik çeteler her yeri kırıp geçirirken Erbakan “denk bütçe”yapıyor, iyi ediyor, ama başbakan olarak yapması gereken işler yanında kabinedeki bir bakanın yapacağı işlerle uğraşıp asıl tehlikeye sırt dönüyordu. Nitekim geçen kısa zaman zarfında bu koalisyona karşı kamuoyunda ciddi muhalefet oluşmuştu ve karşı taraf asıl hamle için zamanı kolluyordu.

3 Kasım 1996 Erbakan’ın kahramanlık fırsatını değerlendiremediği ve siyasî hayatının sona erme yolunda büyük hız kazandığı tarihtir. Susurluk kazası olarak bilinen ama asıl mahiyeti henüz ortaya çıkmamış olan hadisede daha önce Ülkücü polisleri sol örgütlere ispiyonladığı iddia edilen İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Alevi kökenli Hüseyin Kocadağ’la, 80 öncesinin Ülkü Ocakları Genel Başkanı ve 12 Eylül firarisi Abdullah Çatlı araba kazasında ölmüştü. Sağ kurtulan Sedat Bucak da Erbakan’ın koalisyon ortağı DYP milletvekiliydi. Bir anda ortalığı pislik götürdü. Peşi sıra devlet içinde çeteleşmelere dair isim listelerinin olduğu ifşaatlar yayınlanmaya başladı. İşin garibi bunlarla hiçbir alakası olmayan ve ismi temiz olan tek kişi de Erbakan’dı. Ve yine ne gariptir ki Erbakan bu isimlerle yahut uzantılarıyla hükümet ortağıydı. Derhal istifa edip koalisyonu bozması gerekirdi. Böylece adını kirletmeden pisliği sahipleriyle baş başa bırakacak olan Erbakan, muhakkak ki mecburen yapılacak sonraki seçimde büyük avantaj elde edecekti. Üstelik bu yönde ikazlar da kendisine ulaştığı halde hükümeti bırakmadı Erbakan. Zaten gittikçe radikalleşen Müslüman halkın durumu rejimi korkutuyordu. Bu halkın itmesiyle oralara gelen Erbakan, hem bundan dolayı, hem de daha önce “kanlı mı olacak kansız mı” ve “İmam Hatipler arka bahçemiz” gibi boş yere sarf ettiği sözler yüzünden hedef alınmaktaydı. Şimdi bir de ortaya dökülen bunca pislik ve kirli ilişkilerin üstüne kalması söz konusuydu. Halbuki istifa etmesiyle beraber ülke hükümetsiz kalacağı için Erbakan’a yönelen öfke boşa çıkacak ve onu yıkmak isteyenler onunla masaya oturmaya mecbur olacaktı. Oysa Erbakan kendisini yıkmak isteyenlere çok kolay hedef oldu. Ortalığı pislik götürürken tepki olarak “aydınlık için bir dakika karanlık” adı altında ışık yakıp söndürme ve sokaklarda tencere tava çalma  eylemleri yapılmaya başlayınca Erbakan “bunlar gulu gulu dansı yapıyor” diye hakaret etti. Şevket Kazan da çıkıp “mum söndü yapıyorlar” dedi. Bu derece seviyesizlik ve basiretsizlik örneği sergileyen, bir taraftan da “mücahid” ilan edilerek, Türkiye’yi ve İslam alemini kurtarma iddiasıyla ortaya çıkan Erbakan’ın çapını veya çapsızlığını hiçbir örnek bu kadar bariz gösteremez. Protesto edilen pislikten kaçmayıp kendini hedef durumuna getiren Erbakan için, “Aczimendiler sokağa çıktı, falancalar bağırdı, filancalar taş attı, o yüzden iktidardan düşürüldü” deyip, Erbakan’a destek vermiş Müslümanlara iftira atıp işin içinden sıyrılmak olmaz. 

Sonrasında durduğu bu yanlış yerde de cesaret gösteremeyen ve İslam düşmanları karşısında “komutan” ve “mücahid”olmadığını, “Türkiye Cezayir olmasın” lafı altında neredeyse Türkiye’nin Tunus olmasına sebep olacak derecede pasif tutumuyla ispat eden Erbakan, beğenmediği Erdoğan’ın 15 Temmuz’da gösterdiği feraset ve cesaretine şahit olarak ölseydi ne düşünürdü acaba. Gerçekte 28 Şubat darbesi karşısında direnemeyen Erbakan Türkiye’yi beladan korumamış, sadece kendi canını korumuştur. Siyaset işinde çok zayıf olan ve memurluğa alıştığı için medenî dünya şartlarında hizmet edebilecek biri olan Erbakan, kötü siyasetin örneği olarak 1996 RP- DYP koalisyonuyla yanlış zamanda yanlış yerde olmuş ve kaybetmiştir. 

2000’li yıllarda ise siyasete tekrar dönebilmek için darbeci generallerle uyuşma noktasına gelen Erbakan ahir ömründe bir de Erdoğan karşısında mağlup oldu ve kendisine zulmetmiş generallere de adeta hakkını helal etmiş olarak gitti. 

Kalanlara ibret olsun.


Baran Dergisi 685. Sayı