Roman, hikaye, senaryo gibi gerçek hayata benzetmek gayesi güdülerek yapılmaya çalışılan kurguların en kritik, merak uyandırıcı ve aynı zamanda bir o kadar sıkıcı tarafı düğüm bölümleridir. Serim bölümünde tarafların kimler olduğu, hadisenin ne olduğu anlaşılırken, çözüme doğru yaklaştıkça herşey içinden çıkılmaz bir düğüme dönüşür. Çözüm bölümündeyse süratle bütün taşlar yerli yerine otururken, düğüm bölümünde içinden çıkılmaz zannedilen meselelerin ise tereyağından kıl çeker gibi çözüme kavuştuğu görülür.

Hikayelerde bu iş birkaç sayfa, romanlarda birkaç yüz sayfa, senaryolarda ise projenin büyüklüğüne göre birkaç bölüm ile sezon arasında değişen sürede bu işler nihayete erer. Tüm bunların benzetilmeye çalışıldığı insan hayatında ise bu süreç günler, aylar yahut yıllar sürebilirken, milletler planında yüzlerce yıl sürdüğü görülebilir. 

Milletimiz nezdinde içinde bulunduğumuz konjonktüre baktığımızda görüyoruz ki, hadiseler muazzam ve çözülmez kaydı altına alınmaya hazırlanılan bir düğüm olmakta; bununla beraber tarafların kimler olduğu da artık iyiden iyiye aydınlığa kavuşmaktadır. 

Burada bir hususa daha dikkat çekmek istiyoruz; Dünya artık Soğuk Savaş döneminde değil ve çevremizde bizim de müdahil olduğumuz meseleler Amerika ile Rusya arasında cereyan eden karşılıklı itiş kakış olmaktan çıkmıştır. Tüm bu hadiselerin merkezi Türkiye’dir ve fâil konumunda olan, içinde bulunduğumuz şu ân çokları şuurunda olmasa da Türkiye’dir ve bir kez daha altını çizerek ifâde edelim ki, birileri aksini iddia etseler de herşey Türkiye ile alâkalıdır. 

Diyeceğimiz o ki, Üstad Necib Fazıl’ın 500 yıl diye kayıt altına aldığı bir devrenin, düğüm devresinin sonuna, yâni çözüm devresinin başına doğru gelmiş bulunmaktayız.

Gündeme bakışımızı çerçeveledikten sonra, cereyan eden hadiseler üzerinden gündemi teşhis etmeye devam edelim:

Darbe Söylentisi
Türkiye’nin iç ve dış siyasî gündemi oldukça yoğun. İçeride RAND Corporation’ın Türkiye ile alâkalı olarak hazırladığı rapor ve eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile ana muhalefet partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun FETÖ’nün siyasî ayağı ile alâkalı açıklamalarına atıfla bir yandan yeni bir darbe girişimi yahut kaos hareketinin başlatılabileceği konuşuluyor. İşin asıl alâka cezbedici tarafı ise tüm bu konuşmaların üzerine sanki limon sıkar gibi pazartesi günü görülen duruşmada Gezi Davası sanıkları hakkında verilen beraat kararı oldu. 

Yargılamanın daha en başında davayı takib edenlerin en başından beri müşterek bir şekilde dikkat çektiği üzere son derece lâkayt bir şekilde kaleme alınmış bir iddianameye dayandırılan dava, neticede, Alman başta olmak üzere yabancı sermaye desteği ile Türkiye Cumhuriyeti’nin meşru iktidarını devirmeye yönelik olarak gerçekleştirilen bir ayaklanmanın aklanmasıyla neticelenmiş oldu. İşin vahametine dikkat çekmek için Türkiye’de bu dava ile aklananların neler olduğuna kısaca bir bakmak gerekirse:

Yabancı menşeili vakıflar üzerinden Türkiye’ye para aktararak iktidara karşı ayaklanmaları finanse etmek artık suç değil. Ağaç veyahut bunun gibi son derece masum unsurları bahane gösterdikten sonra; kamu mallarına saldırmak ve yağmalamak, belediyenin iş makineleri ile terör estirmek, dükkanları yağmalamak, kamu düzeni bozmak, polise saldırmak, medya mensublarının araçlarını tahrib etmek, Türkiye ekonomisinde aradan geçen yedi senelik zaman zarfına rağmen hâlen onarılmamış bir tahribat meydana getirmek suç değil. Gezi’nin sıradan bir protesto gösteri olmadığının en açık göstergesi olan Dolmabahçe Başbakanlık ofisine planlı bir şekilde saldırı gerçekleştirmek de artık suç değil! 

Gezi Davası iddianamesinin, öne çıkan başlıkları toplayıp, adam gibi bir soruşturma yapıp bunları birbirine bağlamadan eksik ve tutarsız bir dava dosyası hazırlamanın nelere sebeb olduğunu göstermesi bakımından bir ibret vesikası olarak bütün adalet saraylarına asılması ve hatta hukuk fakültelerinde ders olarak okutulması gerektir.
***
Not: Madem ki bir darbe girişimi tehdidinden bahsediliyor, o zaman Cumhurbaşkanı Erdoğan hiç zaman kaybetmeden elindeki yetkileri kullansın. Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilirken yapılan kanun değişiklerinden olan:

“442 Sayılı Köy Kanunu’nda yapılan değişikliğe göre, Cumhurbaşkanı’nın tesbit edeceği illerde, 60 bin kişiye kadar güvenlik korucusu görevlendirme yetkisi vardır.”

“3634 Sayılı Millî Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu’nda yapılan değişikliğe göre, Seferberlik ve savaş hali ile bu hallerin henüz ilan edilmemiş olduğu ancak savaşı gerektirebilecek bir durumun meydana geldiği gerginlik ve kriz dönemlerinde yapılacak seferberlik hazırlıkları ile kıtaların toplanması esnasında, alelade vasıtalarla temin edilemeyen bütün askeri ihtiyaçları veya hizmetleri bu Kanun hükümleri dairesinde vermeye veya yapmaya her şahıs borçludur. Bu mükellefiyetlerin Türk topraklarının tamamı veya bir kısmı üzerinde yapılmasına başlanacağı zamanı, Cumhurbaşkanı tayin eder.” maddelerine dayanarak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın olası bir ayaklanma ve darbe girişimine karşı görev yapacak milletimizin koordinasyonu ve lojistiği adına sistem içinde AFAD’a benzer yeni bir iç güvenlik müessesesi ihdas etmesi uygun olacaktır. Eğer ki bu yönde adım atılırsa, Gezi Ayaklanması ve 15 Temmuz gibi riskler milletin gündeminden çıkacak ve emniyet hissi yaygınlaşacaktır. 

Dış Politika
Bir fikir sistemi benimsenmediği ve bu fikrin aksiyonu güdülmediği için hâlen reaksiyoner konumda bulunuyoruz. Bu sebeble içeride cereyan eden hadiselerde kimin kim olduğu kamuoyu tarafından hâlen birbirine karıştırılsa da, Türkiye’yi dışarıdan hedef alır mahiyette cereyan eden hadiseler kimliklerin ifşâ olması noktasında daha verimli bir mahiyet arz ediyor.

Meselâ Suriye’de cereyan eden hadiseleri ele alalım: Piyasada yazılan ve çizilenlere bakıldığında, sanırsınız ki Soğuk Savaş döneminde yaşıyoruz ve Türkiye Amerika ile Rusya arasındaki rekabette bir o tarafa bir bu tarafa savruluyor. Oysa ki Soğuk Savaş dönemi bitti ve hattâ Soğuk Savaştan sonra tesis edilmeye çalışılan Tek Kutuplu Dünya Düzeni ve dahası bu sürecin kemâli olarak değerlendirilen Global Dünya Düzeni de yıkıldı. Bırakın 1980’li yılları 1970’li yılların kafasıyla Türkiye’nin dünya siyasetindeki yerini sorgulamaya ve yorumlamaya kalkanların bu ülkede bu kadar itibar görüyor olması gerçekten de hayret verici.

Suriye dedik. Rusya’nın Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nden önceki Çarlık döneminin baş nefret kutbu Müslüman Osmanlı, bizim anlayacağımız dilden söyleyecek olursak “Kızıl Elma”sı İstanbul ve hedefi Üçüncü Roma olarak dünya hakimiyetini elde etmektir. 

SSCB’nin yıkılması ve akabinde Putin’in iktidara gelmesinden sonra Rusya’da değişen en önemli husus, Komünist dönemde yok sayılan Hristiyanlık inancının ve bununla beraber Çarlık Rusya’nın ideallerinin yeniden merkeze alınması olmuştur. Rusya’nın Çeçenistan’da Müslümanlara karşı sergilediği mezalim, Suriye’de Ehl-i Sünnet’e yönelik Şiî ve Nusayrî vahşetine olan katkısı ve Libya’da Hafter tarafında Türkiye’ye karşı rol almasının şuur altında hep aynı İslâm düşmanlığı bulunmaktadır. 

Rusya’nın üç gaye ve idealinden bahsettik biraz evvel ve dikkat ettiyseniz her üçüne erişmesinin de önünde Türkiye bulunmaktadır. Bu sebeble de Türkiye, Rusya’nın tabiî düşmanıdır. 
Türkiye ile Rusya arasındaki aktüel siyasî münasebete gelelim. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin’le olan ikili ilişkilerine nedense derinlik atfediliyor ve bu münasebetten doğan görüntü aldatıcı oluyor. 
Üstad Necib Fazıl, “Moskof” adlı eserinde, Rusya’nın Türkiye plan esaslarının, “uysal görünme, oyalama, aldatma” şeklinde, Üçüncü İvan dönemindeki “Posolki Prikaz - Dış İşleri Elçiler Dairesi” isimli merkez tarafından şekillendirildiğini ifâde eder.

Rus uçağının vurulmasından sonra yeniden siyasî münasebetler kurulduğundan beri Rusya’nın Türkiye siyasetine damga vuranın bu üçlü olduğu açık değil mi? Putin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a son derece uysalca sokulmadı mı? PYD-PKK’yı destekleyip, Şiî milisler eliyle Suriye’de Ehl-i Sünnet katliâmı yapar, Haleb’i dümdüz ederken Türkiye’yi oyalamadı mı? Ardından İdlib ile alakalı Astana ve Soçi süreçleriyle Türkiye’yi aldatmadı mı? 

Bu arada Üstad’ın “Moskof” ve sair tarihi konu alan kitablarına “tarih kitabı ya” diyenler, oturup bunları bir kez daha okusunlar.

Tekrar Türkiye’ye dönecek olursak, Rusya’nın İdlib’de Müslümanlara yönelik olarak gerçekleştirdiği soykırım çapındaki mezalim, dikkat ediyorsanız Kemalistler ile ulusalcılar tarafından sahiblenilmekte ve bu birçoklarının maskesinin suratından düşmesine vesile teşkil etmektedir. 

“Türkiye’nin Suriye’de ne işi var?” diyenler, Rusya’nın ve Amerika’nın orada ne işi olduğunu sorgulamayı akıllarına bile getirmezler. “Türkiye Esad’la görüşsün diyenler?” Suriye’deki bir milyona yakın Müslüman’ın kanını elinde taşıyan bu hayvandan aşağı tipin suç ortağıdır. 

“Türkiye’nin Libya’da ne işi var?” diyenler de Libya’da Rusya’nın, Fransa’nın, BAE ve Mısır’ın ne işi var diye sormayı akıllarına bile getirmezler. Ve bunlar “Türkiye’nin Suriye’de ne işi var” diyenlerle “Türkiye Esad ile görüşsün” diyenlerle aynı kişiler olarak, gerçek hüviyetlerini cüzdanından çıkartıp, milletimize ifşâ etmektedir.

Keza Türkiye’nin Rusya ile sürtüşmesini fırsat bilerek koşa koşa Ankara’ya gelen Amerika… Hani bunlar çok büyük ülkelerdi de, Türkiye aralarındaki sürtüşmede yara bere alan ülkeydi? Çocuğun bile yaranmak için yapmayacağı hareketleri bu koca koca ülkelerin yapıyor olması acziyet ifâdesi değil midir? 

Tekrar İdlib’e dönecek olursak, Türkiye’nin daha fazla oyalanmaya ve aldatılmaya müsaade etmeksizin bir ân evvel gereğini yerine getirmesi gerekmektedir. Unutulmasın ki ne Rusya ne de Amerika’nın Türkiye’nin sahada atacağı fiilî adımlara karşı kullanabileceği esaslı ve caydırıcı bir âleti ve argümanı yoktur!
***
Bu mevzular uzar gider, önümüzdeki haftalarda da nasılsa konuşuruz. 

Biz yine tekrar esasa dönelim. “Hicrî 1400 Gergini” mânâsı içinde 500 yıllık serim ve düğüm bölümünün sonuna, çözüm bölümünün ise henüz başına gelmiş bulunmaktayız. Bundan sonra hadiselerin süratinin hızlanacağı ve artık neredeyse kontrolden çıkmış bir şekilde mevcut kokuşmuş düzenin sonuna doğru ilerleyeceğini görmek için kâhin olmaya gerek yok. Tabiî bu sürecin sancılı olacağı da açık. Burada unutulmaması gereken, çevrede cereyan eden herşeyin merkezinde Türkiye’nin olduğu, Türkiye ile alâkalı olduğunun şuurunda olunması gerektiğidir. 

Yaşanan arazlara çok da takılmamak gerek; çünkü bunların tamamı gerçekleşecek yeni zuhurun muhteşemliğinin ortaya çıkması ve görünmesi için vesilelerden ibarettir. 


Baran Dergisi 684.Sayı