Binlerce kişiyi idam ettiler. Ardından Meclis’te Abdülhamid Han’a olmayacak suçlar isnat edildi ve Antalya Mebusu Elmalı Hamdi Yazır ve Esseyyid Ziyâeddin Efendi, padişahın hal’i için fetva verdi. Hal’ine itiraz edenler susturuldu ve hiçbir şekilde itiraz etmelerine izin verilmedi.
Sene 1919’un sonları… Tahtta VI. Mehmed Vahideddin oturuyor. Geçen sene vefat eden V. Mehmed’den devraldı tahtı. Sultan Abdülhamid Han’ın vefatı üzerinden tam bir sene geçmiş. Kabristana uğrayıp bir Fatiha okumak istedim. Kabristana vardığımda mezarı başında hüngür hüngür ağlayan bir ihtiyara rastladım.
-Niçin ağlıyorsunuz?
-Ağlamayayım da ne yapayım! Değerini bir türlü anlayamadığımız, bizi 33 sene boyunca her cephesiyle ayakta tutan, büyük Sultan Abdülhamid Han’a ağlıyorum.
Yanına oturdum ve biraz bekledikten sonra “O günlerin şahidi olarak nasıl tahtan indirildiğini anlatabilir misiniz?” diye sordum ihtiyara.
Gözyaşlarını silip sakinleştikten sonra sırtını mezar taşına dayayan ihtiyar söze başladı.
O gün hal edildiğinde bir uğultu ve etrafa koşuşturan insanlar, askerler, saray halkı, elleri semaya kalkmış bir millet ve uzun sürecek olan bir kaos yaşanmıştı. Öğle olmasına rağmen hava hafif kararmış, yağmur da yağıyordu. Sanki milletin gözlerinden akan sellere iştirak edercesine kuvvetlice içindeki sıkıntıyı göğsünden yere doğru çalıyordu yağmur. Bu manzarayı ânı ânına hatırlarım.
Tarih 13 Nisan 1909... Şeriat düşmanı İttihatçıların hazırladığı ve Selanik ve Makedonya’dan getirilen tam teçhizatlı Avcı taburları, yine “din elden gidiyor” diye topladıkları çeşitli masum birliklerle Meclisi Mebus'anın önünde “şeriat isteriz” diyerek bağırıyordu. İttihatçı, mason ve dönmeler tarafından galeyana getirilen 15 bini aşkın askerin isyanı birkaç konuşmanın ardından bastırılmış olsa da sürekli alevleniyordu. Çünkü ikna olan askerleri sürekli isyanda tutacak iftiralar gerekiyordu ve bu fitne de hiç gecikmiyordu. Sonunda 11 gün süren bu isyan son buldu ve bitti. Fakat sönen isyanın ateşini tekrar harlamak için İttihatçılar, Selanik ve Makedonya’dan getirdikleri “Hareket Ordusu” dedikleri askerlerle şehri zapt etti. Binlerce kişiyi idam ettiler. Ardından Meclis’te Abdülhamid Han’a olmayacak suçlar isnat edildi ve Antalya Mebusu Elmalı Hamdi Yazır ve Esseyyid Ziyâeddin Efendi, padişahın hal’i için fetva verdi. Hal’ine itiraz edenler susturuldu ve hiçbir şekilde itiraz etmelerine izin verilmedi. Hal edilmesine fetva vermek istemeyenler erkekçe tavır gösteremediği için yapmak zorunda kaldılar. Abdülhamid Han’dan dostluk gören nice mebuslar Meclis’te hal’i için oy verdi. Fetvada yazılanlar ürkütücü derecede iftiradan başka bir şey değil. İyilik gördükleri ve hiçbir kötülüğünü görmedikleri bir adama bu kötülüğü nasıl yaptılar hala hayret ederim.
“Fetvada neler yazıyordu” diye sordum ihtiyara. İhtiyar başını mezara çevirdi ve titrek sesiyle şunları söyledi:
Verilen fetvada sultanın, şer’i hükümleri din kitaplarından çıkardığı, dinî eserleri yakıp yırttığı, devlet hazinesini israf ettiği, birilerini haksız yere öldürdüğü, hapse attığı, zulmettiği ve fitne çıkardığı yer alıyordu. Böylesi bir fetvayı da ancak yıllarda düşmanı olduğu İttihatçılar yazdırdı. Ardından Abdülhamid Han İttihatçı çete eliyle tahtan indirildi.
Peki, Abdülhamid Han, farklı bir mücadele yolunu seçemez miydi, bu hal’i kabul etmeyebilir miydi?
Sultan Abdülhamid Han’ın keskin zekâsı ve kuvvetli sezgisi bir de celadetiyle birleşebilseydi belki de 93 Harbi’nden hemen sonra bu İttihatçı çeteleri tarumar ederdi fakat en büyük zaafı olan ve bu yüzden de yeniçeri gibi başına bela olan İttihatçılara karşı hakiki bir tavır alamadı. Kapısına dizilen askerlere şecaat gösteremedi. Zaten Abdülhamid’in bu zaafından dolayı İttihatçılar her türlü fitne ateşini yakmakta ve her yeri kasıp kavurmakta cesaret gösterebiliyorlardı. Kötüyü yok edememenin doğurduğu binlerce kötülük sadece Abdülhamid’i değil onunla birlikte koskoca devleti de yokluğa sürüklemişti. Belki de Yavuz Selim gibi askerlerin karşısına dikilip o muhteşem hitabetiyle askerleri tesiri altına alsaydı yahut Hassa Ordusu’nu darbeci çetelerin üzerine sürmüş olsaydı bu iş kökünden halledilebilirdi.
Abdülhamid Han hal edildikten sonra neler oldu?
Hemen Veliaht Mehmed Reşat Efendi tahta geçirildi. Abdülhamid Han’ın da İstanbul’da kalmasına izin vermediler, Çırağan Sarayı’nda kalma isteğini reddettiler ve Selanik'e sürgün ettiler, devletin ahvaline dair herhangi bir bilgi bile vermediler. Üç yıl orada şahsî işleriyle ilgilendi, marangozluk yaptı. Daha sonra 1912’de İstanbul’a getirildi. Burada da Beylerbeyi Sarayı’nda 1918 yılında vefat etti.
İhtiyar yorulmuştu. Ona eşlik ederek kabristandan çıktık. Abdülhamid’in cenazesi hususunda en iyi bilgiyi Tarihçi Ahmet Refik’ten alabileceğimi söyleyerek vedalaştı benimle.
Abdülhamid Han’ın cenazesi
İhtiyarın verdiği adres üzere Tarihçi Ahmet Refik’i Sultanahmet’te bir kitapçıda buldum. Darülfünun’da Mehmet Arif Bey’den boşalan Osmanlı Tarihi muallimliğine tayin edilen Ahmet Refik Bey’e kabristanda gördüğüm ihtiyardan bahsettim. Abdülhamid Han’ı duyunca, o da içerledi. Cenazesini anlatmasını istedim. Israrım üzerine, “Sultan Abdülhamid’i” dedi ve devam etti: “Üryan ve biruh teneşir üzerine yatırdılar. Ben de hacet penceresinin yaldızlı parmaklıkları önünde üzgün bir vaziyette duruyordum. Tabutun ilerisinde enderun erkânı ellerini hürmetle kavuşturmuş, hizmete hazır bekliyorlardı. Teneşirin etrafında ikisi yeşil, ikisi beyaz sarıklı dört hoca, ellerinde sarı lifler ve sabunlarıyla naaşı yıkıyordu. Sultan Abdülhamid'in belinin üzerine beyaz bir kefen örtülmüştü. Göğsünden yukarısı ve dizlerinden aşağısı açıktaydı. Vücudunda hiçbir hastalığın izi görülmüyordu. Renginde ölüm sarılığı yoktu. Boyu kısa, saçı sakalı ağarmıştı. Burnu çehresine nispeten uzuncaydı. Gözleri kapanmış, çukura batmıştı. Saçları alnına doğru biraz dökülmüştü. Bembeyaz sakalı uçlarına doğru sararmıştı. Yüzünde ihtiyarlık alameti fazla bir buruşukluk yoktu. Boynu incelmiş, omuz kemikleri dışarı fırlamıştı. En zayıf yeri göğsüydü. Göğüs ve kalça kemikleri görülüyordu. Bacakları beyaz ve ince, ayakları ufaktı. Kolları iki tarafa düşmüş, ayaklarının parmakları açılmıştı.”
Ahmet Refik yaşlı gözlerini sildi ve anlatmaya devam etti:
“Beyaz bir vücut, yıkandıkça güzelleşen bir naaş teneşir üzerinde uzanmış, yatıyordu. Naaşın karşısında, ellerinde gümüş buhurdanlarla ağalar duruyordu. Herkes huşu içindeydi. Bütün simalarda tevekkül alametleri görülüyordu. Nihayet naaşın yıkanması bitti. Sarı ipek işlemeli havlularla kurulandı. Tabut yere indirilip Teneşir'in yanına getirildi. İçine kefenler serildi. Sultan Abdülhamid'in naaşı hürmetle tabuta indirildi. Kefen bağlandı, tabut kapandı. Ardından vasiyeti gereği göğsüne ahitname duası, yüzüne Hırka-i Saadet bezi ve siyah Kâbe örtüsü konuldu. Cenazenin defin için hazırlanması saat dokuzu bulmuştu. Hırka-i Saadet Dairesi'nden çıkarılan tabut kapı önünde yüksek bir yere konuldu. Hamidiye Camii'nin kürsü şeyhi etrafına bakınarak orada hazır bulunanlara, 'Merhumu nasıl bilirsiniz?' sorusunu yöneltti; 'İyi biliriz!' cevabını ve helalliklerini aldıktan sonra Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi'nin tekbiriyle cenaze namazı kılındı. Sultan Abdülhamid'in mensup olduğu Şazeli Dergâhı şeyhlerinin okudukları kelime-i tevhidler, tekbirler ve naatlar ortalığı hüzne boğmuştu. Naaş gözyaşları içinde Babüsselam Kapısı'ndan çıkarıldı. ...Bu sırada cadde ve caddeye çıkan sokaklar, pencereler, damlar, ağaçlar, türbe duvarları üzüntü içerisindeki halkla dolup taşmıştı. Ağlayanların haykırışları eşliğinde türbeye, 'Allah Allah!' sesleri, dualar ve tekbirlerle sokulan II. Abdülhamid'in naaşı orada dedesi II. Mahmud ve amcası Sultan Abdülaziz'in yanında kendisi için açılan kabre konulmuştu.”
Ahmet Refik, cenaze alayına katılan devlet azalarını da anlatmaya koyuldu. Cenazede birkaç kişinin sultana olan pişmanlığını sergilediğinden bahsetti. Tarihçiyle bir süre daha konuştuktan sonra derse yetişeceğinden dolayı müsaade istedi.
Akşam olmuştu. Birkaç ay önce Malta’ya sürgün edilen Fahrettin Paşa hakkında bilgi almak ve son 20 yılda yaşanan savaşları öğrenmek üzere yola koyuldum.
Yararlandığım kaynaklar:
Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan Abdülhamid Han, İstanbul, Büyük Doğu Yayınları, 1968
Şükrü Altın, II. Abdülhamid Efsanesi, İstanbul, Çelik Yayınları, 2017
Ahmet Refik, Abdülhamid-i Sani ve Devr-i Saltanatı, İstanbul, 1327
Aylık Baran Dergisi 20. Sayı, Ekim 2023