Osmanlı’nın 18. yüzyılının bitimine doğru geldiğim İstanbul’da hayat şartlarının nasıl olduğunu, sanatın ne durumda olduğunu, bir kısım hadise ve şahsiyetleri öğrenmeye karar verdim. Esnafın durumunu öğrenmek için çarşıya indim. Çarşıda gözüme kestirdiğim bakkal dükkânına girip esnafla tanıştıktan sonra kapısının önünde işlerinin nasıl gittiğini, ahiliği, gediği ve ahlâkî durumu sordum. Muhabbetimize sabuncu bir zanaatkâr da dâhil oldu.
Ahiliğin bir esnaf teşkilatı olduğunu ve sosyo-ekonomik bir düzene sahip olduğunu anlatan bakkalcı Hüseyin Efendi, bu teşkilatın geleneksel anlayışı sürdürdüğünü ve kendine özgü ahlaki bir sitemi bulunduğunu söylüyor. Yani tamamen İslam ahlakıyla ahlaklanmış bir yapı. Fütüvvetnamelerde yer alan kurallara göre hareket ediliyor ve bu prensiplere uyuluyor.
Sabun satan zanaatkâr Osman Efendi de söze girip ahiliğin geçtiğimiz yüzyıllarda lonca düzeni ile devam ettiğini ve bu yüzyılda daha fazla ayakta kalamadığını söylüyor. Peki, neden ayakta kalamadı, diye soruyorum sabuncuya. Şöyle anlatıyor:
“Ahlakî zafiyetle birlikte esnaf ve meslekler arttı; iktisadî, idarî, askerî ve sosyal şartlar ahilik sistemini daha fazla ayakta tutamadı. Yiğidim, en çok da Fütüvvet prensipleri terkedildi, fiyatlarda dengesizlik yapıldı, esnaf sürekli fiyatları artırdı. Ayrıca mal temininde de sıkıntı yaşandı, malum savaşlar bizi bitirdi. Yine güvenlik zafiyeti, liyakat eksikliği de maalesef içeriden bizi yemeye başladı. En beteri ise yeniçeri eşkıyalarının özellikle bu sisteme tebelleş olması ahilik-lonca düzenini tamamen bozdu ve bu devrin ortalarında “gedik” olarak varlığını idame ettirmeye başladı. Elbette bu sistem uzun süre yine ayakta kalabilirdi; fakat gayrimüslimlerin bu sisteme nüfuz etmesi, yabancılarla bir arada çalışma usulü bu işi tamamen sonlandırdı.”
Peki, gayrimüslimlerin varlığı ne gibi zararları doğurdu, diye sordum. Bu sefer Hüseyin Efendi şunları söyledi:
“Evladım, aynı mesleği icra edenlerden biri Müslüman iken bir diğeri gayrimüslimdi ve ahilik ahlakı bu sebepten korunamaz oldu. Gayrimüslimler, ahilik prensiplerine uyum sağlamadı. Oluşan gedikle birlikte ticaret tekelleşmeye gitti. Ayrıca gedik sisteminde gayrimüslimler de yer aldı. Fakat gayrimüslimler esnafın neredeyse yüzde 5’lik kısmını temsil ediyordu. Az da olsa bir yerde nizama uyan biri olmazsa orada yıkım baş gösterir. Gedik sistemi de kendi içinde iyi korundu ilk zamanlar. Mesela esnaf gedikleri belirlenen kurallar dışına çıkamadı. Bu sistemde kurallar bellidir; Gedik sahibi olmayan ticaret yapamaz. Yani kişi çıraklıktan ve kalfalıktan yetişip usta olmadıkça bir dükkân açamaz. Yapılan bir iş başkaları tarafından yapılamaz. Zaten esnaf gediğinin tüm yetkisi de hükümetin elinde olduğu için bu gibi kurallar mevcut. Fakat, gedik sistemi de iç üretimin zayıflaması, Avrupa sanayisine karşı rekabet gücünün kaybedilmesi, Avrupa’dan ithal edilen mallarla birlikte gelir kaybı yaşanması, esnaf olarak bizim mali durumumuzun bozulması, paranın ayarının sürekli değişmesi, rekabet sıkıntısı, arkadaşımın da dediği gibi ahilikte olduğu gibi yeniçerilerin esnafa çökmesi gibi sebeplerle gedik sistemi de bu devrin sonuna kadar ayakta kalabildi. Daha sonra lağvedildi.”
Hüseyin Efendi’ye paranın ayarının sürekli değişmesi meselesini sordum. Derin bir nefes aldıktan sonra şöyle dedi:
Evladım, geçtiğimiz devirde 1690’dan itibaren gümüş sikkeler üretildi ve bu yüzyıl boyunca da Osmanlı parası oldu bunlar. Fakat bu paranın kur değeri serbest piyasa üzerinden ayarlandı. Çok değil, bundan 10 sene önce 1789’da Rusya ve Avusturya’ya karşı verdiğimiz savaş neticesinde yaşadığımız iktisadi sıkıntılardan dolayı tağşişe gidildi. Bu tağşiş ile, kuruşun gümüş içeriği (9,4 gramdan 6,9 grama) ve ağırlığı (17,4 gramdan 12,8 grama) yaklaşık üçte bir oranında düşürüldü. Paramızın değeri bu sefer diğer ülkelere karşı çok düştü.
Hüseyin Efendi’nin ikram ettiği güzel bir Türk kahvesinden sonra yanlarından ayrıldım.
***
İstanbul’un Fatih bölgesinde gezerken delilerin barındığı Fatih Dârüşşifâsını görüyorum. İçeriden nihavend makamında güzel bir müzik sesi geliyor. Hayran kalıyorum.
18. yüzyılda Batı’daki tıb eserleri Türkçeye tercüme edildiği ve hatta Batı’daki tıbbî bilgiler kullanıldığı halde Osmanlı akıl ve ruh hastalıkları hususunda Avrupa’dan çok çok ilerideydi. Bunu da delilere güzel muamelelerde bulunan Fatih Dârüşşifâsı hekiminden öğrendim. Hekim Abdurrahman Efendi, Avrupa’nın bu dönemde delilere nasıl davrandığını anlatıyor:
“Avrupa’daki gibi delilere kötü muamele edilmiyor burada. Hatta akıl hastalarının musiki ile tedavi yöntemini Avrupa bizden öğrendi. Ki bu dönemde Avrupa’da deliler içler acısı haldedir. Avrupa’da deliler hayvanlardan daha kötü muamele görüyor, aç, susuz bırakılıyor, dövülüyor, işkencelere maruz kalıyor.”
Aklıma Michel Foucault’un “Deliliğin Tarihi” eseri geliyor. Orada deliliğin tanımı şu şekildeydi: Deli; çalışmanın, toplumsal yeniden üretimin, söylemlerin, oyun ve bayram gibi toplumsal eylemlerin de içinde bulunduğu tüm alanlardan dışlanan, reddedilen kişilerdir.
Bu sebeple deliler ve deliliğe dair emare gösterenler toplumdan dışlanıyor ve kapatılıyor. Sadece deliler kapatılmıyor; büyük kapatılmalara evleri olmayan, dışarıda kalan yoksullar da, işsizler de dâhil ediliyor. Öyle ki 1790 yılında Fransa’da ilk defa deliler için bir hastane kurulma fikri doğmuş ve ancak birkaç yıl sonra akıl hastaları için yerler yapılmaya başlanmış. Yani 18. yüzyılda yeni yeni ayrımlar yapılmaya başlanmış ve deliler bu yüzyılın bitiminde akıl hastanelerine yatırılır olmuşlar. Eserden okuduğuma göre Foucault bu ayırımın hiçbir işe yaramadığını ve akıl hastanesiyle hapishane arasında hiçbir farkın olmadığını söylüyor.
Delilere yapılan büyük rezaleti eserinde ortaya seriyor Foucault. 18. yüzyılın bitiminden sonraki devrede delilere yapılan bir muameleyi kaleme alan bir yazarın çarpıcı açıklamalarına yer veriyor ve şunları kaydediyor:
“Onları çırılçıplak, paçavralara sarınmış, uzandıkları taş döşemenin soğuk neminden korunmak için samandan başka bir şeyleri olmadığı halde gördüm. Onların gayet kaba bir şekilde beslendiklerini, nefes alacak havalarının, susuzluklarını giderecek sularının ve yaşamaları için gereken en zorunlu şeylerinin bile olmadığını gördüm. Onların gerçek zindancılara teslim edilmiş olduklarını, bunların vahşi gözetimlerine terk edilmiş olduklarını gördüm. Onların dar, iğrenç, havasız, ışıksız aralıklara tıkıldıklarını, içine yırtıcı hayvanların bile konulmayacağı ve hükümetin lüksünün başkentlerde büyük harcamalarla idame ettirdiği mezar gibi yerlere kapatıldıklarını gördüm.”
Hekime, Avrupa’daki içler acısı manzaraya nazaran Osmanlı’da, yani burada delilere nasıl muamele edildiğini soruyorum. Hekim şunları anlatıyor:
“Osmanlı’da bu devirde delileri ayrı ayrı tefrik ediyoruz ve her birine ayrı tedavi yöntemi uyguluyoruz. Kuş sesi, su sesi ve musiki tedavisi gibi yöntemlerimiz mevcut. Biliyorsunuz musiki ile tedavi yöntemi Türklerin eskilerden beri uyguladığı bir yöntemdir. Bu dârüşşifâ haricinde Edirne Dârüşşifâsı, Süleymaniye Tıp Medresesi, Enderun Hastanesi’nde de müzikle tedavi uygulamaları yapıldı ve yapılıyor.”
Mesela Edirne’de yer alan Dârüşşifâ’ya gitmedim fakat Evliya Çelebi’nin anlattığına göre, sekiz kemer altında birer kış odası şeklinde dizayn edilmiş. Her odada yer alan ikişer pencerenin biri; odanın dışında olan ağaçlıklı, gülistan ve sünbülistanlı olan bahâristan bağına bakarken, diğeri büyük kubbenin ortasındaki büyük havuz fıskiye ve şadırvana bakıyor. Kış odalarının önünde bulunan sekiz adet yaz odalarının üç tarafı kafesli nakışlı ham mermerler ile çevrilmiş. Bu dârüşşifâdaki odalarda, her türlü hastalığa yakalanmış olan zengin, yoksul, yaşlı ve gençler tedavi ediliyor. Hastaların tabiatına göre uygun kış günlerinde ateşler yakıp kuştüyü yataklar, yorganlar ve ipekli yastıklarda hastalara hizmet sunuluyor. Akıl hastalıklarından tedavi gören hastalara şifa bulmaları için bahar mevsiminde çiçek kısmından sim-ü zerrin, nebati, deveboynu, yasemin, gül-i nesrin, şebboy, karanfil, reyhan, lale, menekşe, erguvan, şakayık, nergis, sümbül, buhur-ı meryem ve safran gibi çiçekler veriliyor. Haftada üç kere musiki fasılları düzenleniyor. Her gece ve gündüz üçer kere hem akıl hastalarına ve hem diğer hastalara Keykavus mutfağından hastanın derdine göre keklik, turaç, sülün, güvercin, üveyik, kaz, ördek ve bülbül gibi kuşları avcılar getirip hekimler istekleri ve arzuları üzere pişirtip verir.
Yine Evliya Çelebi, Edirne Bimarhanesi hakkında şunları söyler:
“Orada bir darüşşifa vardır ki, dil ile tarif edilmez ve kalem ile yazılmaz. Böyle dikkat ve özenle yapılmış şifa yurdunun anlatılan odalarında çeşitli hastalıklara tutulmuş zengin ve fakir, ihtiyar ve genç doludur. Bazı odalarda ilkbaharda delilik mevsiminde Edirne'nin aşk denizi derinliğine düşmüş sevdalı âşıklar çoğalıp, hekimin emriyle bu tımarhaneye getirilerek altun ve gümüş yaldızlı zincirlerle kerevetlerine takılıp, her biri aslan yatağında yatar gibi kükreyip yatarlar. Kimisi havuz ve şadırvanlara bakıp kalender hülyası kabilinden sözler eder, nicesi dahi o kemerli kubbenin etrafında olan gülistan ve bağ ve bostan içindeki binlerce kuşların cıvıltılarını dinleyip, delilerin perdesiz ve ölçüsüz sesleriyle feryada başlarlar.”
Peki, burada neler yapıyorsunuz diye soruyorum hekime. Hekim şunları anlatıyor:
“Biz burada hastalardan daha fazlayız. Hastalara iyi davranıyor, güzel muamelede bulunuyoruz. Tedavi sürecinde hastalara kuş eti yediriyor, tabiatı seyrettiriyor, Kur’an okuyor, musiki, kuş ve su sesleri dinletiyor, onları meşgul edecek işler veriyoruz. Hastaların gösterdikleri emarelere göre de çeşitli bitkilerle tedavi ediyoruz.”
Hekimin anlattıklarından anlıyorum ki, İslâm dininin insana ne şekilde muamele etmesi gerektiğinin apaçık somutlaşmış haline şahit oluyorum burada. Öyle ki, Müslümanlar delilere veli gözüyle bakıyor, hikmet arıyor, saygıda kusur etmiyor, aşağılamıyor, alay etmiyor, kendisinden küçük görmüyor.
“Gözleri görmeyen birine yol göstermek sadakadır. Sağır ve dilsiz durumdaki kişilerin dertlerini anlatmalarına yardımcı olman da bir sadakadır.” buyuran Allah Resulü, özürlüye de, deliye de nasıl davranmamız gerektiğinin işaretlerini vermiş, medeniyetlerin İslâm ahlâkı üzerine teşekkül etmesini sağlamış. 16. yüzyılın bu konudaki ahlâkının her geçen gün daha da arttığını görüyorum.
1- İbrahim Güler, XVIII. Yüzyılda Osmanlı Esnaf ve Zanaatkârları ve Sorunları Üzerine Gözlemler, Muğla Üniversitesi SBE Dergisi Güz 2000 c.1 s. 2
2- Nuran Koyuncu, Osmanlı Hukukunda Esnaf Gediği, Türk Hukuku Tarihi Kongresi Bildirileri 2. cilt
3- Yrd. Doç. Dr. Selahattin Bayram, Osmanlı Devleti’nde Ekonomik Hayatın Yerel Unsurları: Ahilik Teşkilâtı ve Esnaf Loncaları, İstanbul Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi.
4- Prof. Dr. Ekrem Erdem, Osmanlı Para Sistemi ve Tağşiş Politikası: Dönemsel Bir Analiz, Bankacılar Dergisi, 2006, s. 56,
5- Michel Foucault, Deliliğin Tarihi, 2017, s.90-666
6- Fatıma Zeynep Belen, Osmanlı’da Psikolojik Sağlık Uygulamaları ve Osmanlıca Psikoloji Literatürü Üzerine Bir Değerlendirme.
7- Evliya Çelebi, 2006: III/608-610.
Aylık Dergisi 7. Sayı
Eylül 2022