Tarihçiler için kırılma noktaları gerekir; Bastil Hapisanesinin işgâli, Avusturya Macaristan Veliahtının hançerlenmesi, Almanya’nın Polonya’yı işgâli, Berlin Duvarı’nın yıkılması, Sovyet Sosyalist Cumhuriyet Birliği’nin yıkılması gibi neticeler, tarihçiler açısından hep bir başlangıç, bir sebeb olarak ele alına gelmiştir. Oysa ki tüm bunlar, öncesinde başlamış süreçler içinde öne çıkan duraklardan olmaktan başka, kendi başlarına ayrıca herhangi bir anlamı olmayan hadiselerdir.

Günümüz açısından bakacak olursak, Birinci Körfez Savaşı, İkiz Kulelerin vurulması, Afganistan’ın işgâli, İkinci Körfez Savaşı ve Arab Baharı gibi hadiseler de ileride tarihçiler birer milâd olarak kabul edebilirdi; fakat yaşadığımız günlerden yola çıkarsak, bunlar gibi işaret fişeklerinden herhangi birinden ziyade, öyle sanıyoruz ki şu yaşadığımız global salgın hastalık, bir milâd olarak dünü bugünden ayıran tefrik edici hadise olarak kullanılacak.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, savaşın iki kazananı olan Amerika ve SSCB merkezli iki dünya kurulmuş, düzen de bu iki karşıt görüşün karşılıklı olarak girmiş olduğu diyalektik düzene dayanıyordu. SSCB’nin dağılmasından sonra ise Amerika’nın tek süper güç olarak yalnız başına kaldığı bir döneme girildi. O zamanlar birçok siyasî ve iktisadî batılı analist, Amerika’nın artık tek başına kalması dolayısıyla ilerleyişini sürdüreceği ve nihayetinde bunun global mânâda bir Amerikan hakimiyetine vesile olacağını öne sürüyordu; fakat hiç de beklendiği gibi olmadı.

Üstad Necib Fazıl’ın, “Ey düşmanım, sen benim ifâdem ve hızımsın; Gündüz geceye muhtaç, bana sen lazımsın!” şeklinde çerçevelediği ölçüyü biz umumiyetle yalnız kendi üzerimize alıyor ve bunun yalnız Müslümanları alâkadar eder bir ölçülendirme olduğu yanılgısına kapılıyoruz. Oysa ki Üstad’ın veciz bir ifâdeyle çerçevelediği hikmet son derece umumidir. SSCB’nin yıkılmasından sonra diyalektik münasebetindeki zıtlığı yitiren Amerika, her ne kadar dünya üzerindeki en büyük askerî ve iktisadî güç olarak tek başına kalmış olsa da, ilerlemek şöyle dursun, önce bocalama evresine girmiş ve ardından da gerilemeye başlamıştır. Bocalama devresini Amerika’nın SSCB’den doğan boşluğu Müslümanlarla doldurmaya çalıştığı dönem şeklinde değerlendirebiliriz. Ne var ki bu süreçte Müslümanlar SSCB gibi devleti, müesseseleri ve ittifaklarıyla beraber bir bütün olmadığı ve SSCB’ye karşı geliştirilen reflekslerin Müslümanlara karşı hiçbir işe yaramaması neticesinde, Amerika’nın aradığı diyalektik münasebeti bulması bir tarafa, bu süreç nihayetinde Amerika’nın elinde olanı da kaybetmesi ve gerilemesinin vesilesine dönüşüverdi.

Tabiî bu zaman zarfında sermayenin ucuz emek uğruna üretimi doğuya kaydırması, doğunun da kendi şahsiyeti ile değil de mevcut iktisadî sistemin dinamiklerine bağlı olarak bu sürece dahil olması, global kapitalist ekonomik sistemi kendi kendini yemeye mahkûm bir canavara çevirdi.

Salgın Hastalık
Tüm bu hadiseler silsilesi üzerine yaşanan salgın hastalık ise bu sürecin tuzu biberi oldu. Bilhassa 2008 senesinde yaşanan ekonomik krizden beri makineye bağlı bir şekilde yaşatılmaya çalışılan düzenin aslında yaşamadığı, makine marifetiyle yaşıyor göründüğü bu hastalık sayesinde gözler önüne serildi.

Amerika, dünya çapında yaşanan böylesi bir salgın hastalığa karşı bırakın dünya ülkelerinin liderliğini, olmadı bu salgına karşı dünya ülkelerini koordine edecek liyakatte bile olmadığını dünya âleme ilân etti.

Avrupa’da memleketlerin birbirine destek olur mahiyette bir birlik ruhuyla hareket etmesini bırakın, aynı ülke içindeki federal bölgelerin bile birbirlerinin tıbbî malzemelerini çaldığını gördük. Yalnız refah ortamında işleyen medeniyetin beşiği Avrupa…

Çin hem salgın hastalığı kendi sınırları içinde tutamadı ve hem de iddiasının aksine dünyanın ihtiyaç duyduğu tıbbî malzeme tedariğini bile gerçekleştiremedi.

Son atımlık barutunu da dünya düzeni masasında yerini muhafaza edebilmek için Suriye ve Libya’da atan Rusya, petrolün kimyevî atık kadar bile değerinin kalmadığı bu süreçte, herkesin yatıp kalkıp küfür ettiği petrole dayalı Arab ülkelerinden öte bir yanı olmadığını dünyaya deklare etmiş oldu.

Güney Kore, Japonya, Almanya, Hindistan, Malezya gibi ülkeler ise zaten bütün varlıklarını Batılı ülkelerin üretimde yatırımcı rolünü üstlenmeleri ve pazarlarını bu ülkelere açmış olmaları ile siyasî hâkimiyetlerinden vazgeçtikleri ölçüde day var olduklarından ötürü, oradan da herhangi bir ışık görünmüyor.

Bu Süreç Nereye Evrilecek
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun haftalık olarak dergimizde tefrika edilen Ölüm Odası B-Yedi adlı eserinin 401. bölümü ve dergimizin 25 Ocak 2018 tarihli 576. sayısında işlediği ve bizim de kapağımıza taşıdığımız “Hicrî 1400 Gergini – Anadolu Ergini” ifâdesiyle kast ettiği o gün için 40, bugün içinse 41 yıllık bir zuhur gerginliğini yaşıyoruz.

Yine Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, aynı eserinde Hicrî 1441 senesi için “Hicri 1441: Hazır Ol!” ... Allah'tan lütfedeceği Mucizeyi beklerken, duayı icrada arama şuuru bâki, hep hazır duralım yeni “Hazırol”lara…” demişti.

Evet, dünya çapında yaşanan hadiseler, içinde bulunduğumuz şartların kendisinden daha büyük bir gerginliğin mahsulü olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır; fakat burada şu soru gündeme geliyor, bunu böyle kabul edecek olsak bile kıtalar çapında beklediğimiz inkılâb nasıl olacak da gerçekleşecek?

Önce şu gerginlik kelimesinin üzerinde durmakta fayda var. Germek suretiyle yapılan işlerden biri de kurmaktır, zembereği kurmak gibi. Dolayısıyla tecrübe ettiğimiz maddî ve ruhî buhran yalnızca menfî bir gerginlik değil, bundan sonra sergilenecek hareket için bünyesinde hareket biriktiren bir süreçtir de diyebiliriz.

Elimizdeki bir diğer bilgi ise yine Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Ölüm Odası B-yedi adlı eserinde 1441 sayısı ile alâkalı olarak bizlerle paylaştığı ebced tevafuklarından biri olan “Teslis, Üçleme”ydi. Büyük Doğu-İbda hikemiyâtına aşina olanların hemen aklına gelebileceği gibi biz de Allah-Alem-İnsan, Zat Âlemi-Emr Âlemi-Ferd Âlemi, Ruh-Keyfiyet-Şahsiyet gibi birçok üçleme gelmişti; fakat bunlara bakarak müşahhas bir netice elde edememiştik. Ne var ki geçen akşam yine Ölüm Odası B-Yedi’ye bu gözle bakarken, aslında ulu orta yerde duran, son derece açık ve net diğer bir üçlemeyle karşılaştık, Ramazan-ı Şerif’in bereketi olsa gerektir. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’ndan iktibasla bu üçlemeye yer verecek olursak:

“Efendi Hazretleri, Birinci Dünya Savaşı evvelinden, İkinci Dünya Savaşı’na; kendisini Cumhuriyet neslinden sayan Üstadım, 1936’da çıkardığı ve “zayıf” olarak nitelediği “Ağaç” mecmuasının ardından 1943’de çıkarmaya başladığı Büyük Doğu ile, İkinci Dünya Savaşı evvelinden 1983’e kadar, nesil yoğurma, benim nisbetim içinde de “Mütefekkir yetiştiren Mütefekkir” rolünde... Seyyid Abdülhakîm Arvasî + Necib Fazıl Kısakürek: 566 + 1417= 1983: İzzet Erdiş-Cumhuriyet sonrası kavruk nesiller içinden beklenen, ilk ciddi nefs murakabesi ve fikir çilesi. O günden bugüne, 2000 senesinde dumanı tütmeye başlayan “Üçüncü Dünya Savaşı” sezgisinde, Büyük Doğu çizgisini İBDA nesli ve yürüyüşü hâlinde sürdüren, tek. Üç Dünya Savaşı’nda da görünen Mühür’deki mânâ budur. BD- İBDA: “Başyücelik Devleti-Yeni Dünya Düzeni”: Yeni Nizam ve Yeni İnsan ideali. Böyle bir merkez, içli dışlı her türlü kuşatmada, merkezin –aksiyon ruhunun– istilâsı hâlinde kendini her kesime sirayet ettirmiştir; kesintisiz bu çizginin, bu vasfıyla örneği, İslâmî olan ve olmayan hiçbir kesimde yoktur... 28 Şubat 1997 kuşatmasının tedbirini ve bugün apaçık görünen merkezin sirayeti bile, BÜYÜK DOĞU-İBDA’dan...”

İşin bir tarafının zevken idrak bahsine baktığına şüphe yok; fakat dünya çapında cereyan eden hadiselerin de şakaya gelir bir tarafı kalmadığından, herkesin bir virüs vesilesiyle tıynetini ortaya koyduğu bu süreçten sonra, senelerdir açık hesab işletilen siyasî itiş kakışın bir ândan sonra nakden ödenmesi gerektiğinin şuurunda olunduğunda, bu sürecin er yahut geç bir Üçüncü Dünya Savaşı doğurması kadar tabiî, reel bir şey de yok. Duvarda asılı duran tablonun bir süre sonra varlığının unutulması gibi, Üçüncü Dünya Savaşı da kapımıza gelmiş dayanmış bulunuyor, Allahuâlem.

Kıtalar Çapındaki Hesaplaşma
Evet, büyük, kıtalar çapında bir hesablaşmanın kıyısında ve hem de Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile çözüme kavuşturulamamış insan, toplum ve devlet meselelerinin sorumluluğuyla beraber 15. İslâm asrını iliklerimize kadar hissederek idrak ediyoruz.

Uzunca bir süredir Türkiye’nin Büyük Doğu-İbda dünya görüşünü benimsemesi ve dünyanın geri kalanına numunelik teşkil edecek, bu dünya görüşünün devlet, iktisad, hukuk gibi beşerî faaliyet planlarındaki alt sistemlerinin teşkil edilmesi gerektiğini boşuna söylemiyoruz.

Hem bırakın dünyaya numunelik teşkil etmeyi, yarın deniz dalgalanmaya başladığında, bu gemiyi sağ salim limana ulaştırmak için bile böylesi bir dünya görüşüne ve bunun alt sistemlerine muhtaç olduğumuz son derece açıktır.


Baran Dergisi 694.Sayı